HIRSIZIN İTİBARI OLUR MU?

Son otuz yıl içinde büyük bir yağma yaşanıyor ülkemizde. Giderek de artıyor yağma. Yağma arttıkça da halk yoksullaşıyor. Devlet yoksullaşıyor. Devletimizin iç ve dış borçları her geçen gün artıyor. Borcu artan devletin, doğaldır ki, saygınlığı da azalıyor.

Dünyanın hiçbir ülkesi bu kadar borçlanarak ve bu kadar yolsuzluk batağına batarak kalkınamaz, çağdaşlaşamaz. Yolsuzluk, ülkede gelir dağılımının dengesizleşmesine ve halkın hızla yoksullaşmasına neden oluyor. Yoksullaşma, insanların umutsuzluğunu artırır. Umutsuz insanların/toplumların gelecekle ilgili büyük hedefleri olamaz. Bir toplumun geleceğini bu denli etkileyen, hatta varlığını tehlikeye düşüren yolsuzluğu niçin önleyemiyoruz?

Günümüzde yolsuzluk; üretmeyen işadamı(!), siyasetçi, bürokrat işbirliğiyle örgütlenir. Yolsuzluğa bulaşan kişiler, toplumda azınlıktadırlar. Ancak örgütlü oldukları, ekonomik ve siyasal güçlerini bir baskı aracı olarak kullandıkları için güçlü görünmekteler. Ayrıca bu kişilere karşı toplumsal tepki gösterilmediği için, yolsuzluk yapanlar daha da cesaretleniyor. Yolsuzluğa karşı olanlar ise örgütsüz ve dağınıklar.

Toplum; türedi zenginlere, yolsuzluk yapanlara itibar gösterdikçe bu hastalıktan kurtulmamız olanaksızdır. Ulus olarak, kişisel ve toplumsal alanlarda yolsuzluk yapanlara; halkın ekmeğini, geleceğini, umudunu çalanlara karşı geniş kapsamlı bir TEŞHİR-TECRİT kampanyası yürütmeliyiz. Bu kişileri, toplum yaşamına itibarlı kişiler olarak kattığımız sürece, yolsuzluk toplumdan kazınamaz. Tabi ki TEŞHİR ve TECRİT, hukuksal süreçle birlikte işlemelidir. Yolsuzluğa karşı en etkili yol, ulusun geleceğini çalanları dışlamaktır. Siyasette, bürokraside yolsuzluğa karışanların hızla ayıklanma süreci başlamalıdır. Görevi ihmal eden kim olursa olsun gerekli hukuksal, toplumsal kurallar işletilmeli.

Topluma yeni modeller sunulmalıdır. Sürekli olarak tüketimin desteklendiği toplumlarda, tek hedef para kazanmak olur. Bilgi sahibi, erdemli, üretken olmak, yüksek ülküleri toplumda yaşatmak ana hedef olmalıdır hepimizde. Hısıza prim, paye verilmemeli.

Bu iletiyi herkese ulaştırarak toplumda hırsızlıklara, yolsuzluklara karşı bir bilinç oluşturalım. Siyasal partilere iletiler göndererek, telefonlar ederek seçimlerde adı yolsuzluğa karışanların teşhir ve tecrit edilerek aday gösterilmelerini önleyelim. HIRSIZI TEŞHİR VE TECRİT KAMPANYASINA destek verelim.

Adil Hacıömeroğlu
14.02.2009

ÖZAL, UNAKITAN VE SEZER

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın rahatsızlanması kamuoyunu epeyce meşgul etti. Günlerce hastaneye niçin yatırıldığı, hastalığının ne olduğu konusunda türlü haberler yayımlandı. Sonunda taburcu olan Unakıtan'ın kalp rahatsızlığı olduğu kesinleşti. Ardından da tedavi amacıyla ABD'ye gitti Sayın Bakan.

Unakıtan'a acil şifalar diliyorum. İyileşmesi en büyük dileğimdir. Hastalığının niteliğiyle ilgili değilim. Beni ilgilendiren Unakıtan'ın, tedavisi ülkemizde başarıyla yapılabilecek bir sağlık sorunu için yurtdışına gitmesidir. Eğer yurdumuzda sağlık konusunda görülen eksiklikler varsa bundan, altı yıldır iktidar olan hükümet sorumludur. Unakıtan da bu hükümetin Maliye Bakanı'dır. Yani para musluğunun başındaki kişidir. Son yıllarda tüm devlet kurumları kan kaybediyor. Kadrolaşmayla yılların deneyimli, uzman kadroları harcanıyor. Devletteki geleneksel süreklilik, yeteneğe ve bilgiye önem verme anlayışı terk ediliyor. Bizden olsun, ne olursa olsun anlayışı egemen AKP'de. Bu anlayışın sonucunda kurumsal çöküş yaşanıyor. Ayrıca devlet kurumlarını arpalık görme tavrı da bir yağma düzenini oluşturuyor. Yağmalanan ve kadrolaşan devlet güvenilirliğini yitiriyor.

Sağlık kurumları insan yaşamı için vazgeçilmezdir. Bu nedenle bilgili ve yetenekli kadroları işbaşına getirmek kamu yararınadır. Şimdi insanın aklına şu geliyor: Bakan Bey'in bir bildiği mi var? Kabine arkadaşı Sağlık Bakanı'nın atadığı bürokratlara ve "çok sevdiği" YÖK Başkanının göreve getirdiği rektörlere güvenmiyor mu Sayın Bakan? Güvenmiyorsa çok ayıp olur dava arkadaşlarına. Yine Sayın Bakan, ticari(!) üstün zekasıyla(?) idare ettiği bütçeyi nasıl kullandığını en iyi bilendir. Son yıllarda sağlık çalışanlarının ücretlerinin, çalışma koşullarının ne kadar kötüleştiğinin farkındadır. Yine sağlık sektörünün gereksinimi olan ödeneklerin yeterli olup olmadığını da en iyi Unakıtan bilir. Hastanelerin araç, gereç ve teknolojik donanımlarına gerekli paranın verilip verilmediğni de en iyi Maliye Bakanı bilir. Yüz yılın alınteriyle ve Cumhuriyet'in büyük özverisiyle kurulup geliştirilen kurumları "Babalar gibi satacağım" diyerek özelleştirmeyi savunan değil miydi kendisi? Ne yazık ki, bu yoksul halkın dişiyle tırnağıyla oluşturduğu kuruluşlar haraç mezat satılmıştır. Evet, satılmıştır hem de kimlere?.. Sağlık setöründeki olağanüstü özelliştirmenin; sağlık kurumlarının nasıl çökertilmekte olduğunu, özelleştirme sonucunda yağma düzeninden kimlerin pay aldığını herkes merak ediyor.Acaba hükümet üyelerinden kaçının yakını, mantar gibi kurulup yaygınlaşan özel hastanelerin ortağıdır? "Onlar aç kalacak değiller ya!"

Özal da kalp ameliyatı için ABD'ye gitmişti. Unakıtan da gitti. Ortak özellikleri muhafazakar olmaları. Bir de ikisi de özelleştirme bayraktarı. Az daha unutacaktım, ikisinin de çocukları ticareti çok seviyorlar. Devlet geleneklerini "ti" ye alma konusunda ikisi de maharetli. Peki bu anlayış, devlet kurumlarına güvenmeme anlayışı, hangi sonuçlara yol açar? Birileri, bir gün çıkar ve derse ki: "Ben de maliyeye güvenmiyorum, vergimi ödemek istemiyorum." o zaman ne olacak? Bu istekler böyle sürüp giderse...

Onuncu Cumhurbaşkanımız, Sayın A.Necdet Sezer de kalp ameliyatı oldu. Nerede biliyor musunuz? Ankara'da, Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi'nde. Kime? Tabi ki Türk doktorlarına. Tanrı uzun ömür versin, sağlığı da yerinde. Neden Sayın A.Necdet Sezer Amerika'ya gimedi? Çünkü O, Atatürkçü, yurt sevgisinin ne olduğunu bilen, bu toprağa ve bu toprağın yetiştirdiği değerlere sahip çıkan birisi. Mütevazı bir kişiliği var, makamını üstünlük vesilesi olarak görmedi. Devletin bir kuruşunu harcarken bin kez düşündü. Kimi zaman markette kuyrukta, kimi zaman da kırmızı ışıkta makam aracıyla beklerken gördük onu. Özelleştirmeci değildi, özelleştirmelere de şiddetle karşıydı. Çocukları da baba torpilini kullanmadıkları için acından ölmediler. Çalıştılar herkes gibi.

Başta Unakıtan şunu bilmelidir ki, tüm olumsuzluklara rağmen devlet kurumlarımız dimdik ayaktadır. Yalnızca biraz hasara uğradılar o kadar. Çökertmek kolay değil. Çünkü kökler derinde ve sağlam. Bugün sağlıkta dünyayla yarışacak hekimlerimiz var. Adlarını tek tek saymayacağım. Kalp damar cerrahisinde uluslararası üne sahip birçok hekimimiz var ülkemizde. Hem de birçok ilimizde. Ülkemizin insanına güvenmeliyiz. Güvenmemek, kendimize güvensizlktir. Çünkü biz de bu toprağın insanıyız. Eğer birileri kendilerini başka yerlere ait görüyorlarsa o başka, tercih onların.

Büyük Atatürk: "Beni Türk hekimlerine emanet edin." dememiş miydi? O zaman ne değişti ükemizde? Ya da kimler. neleri değiştirmek istiyor?

Adil Hacıömeroğlu
11.02.2009

SAYGIYA SAYGISIZLIK

Gazeteleri okurken ilginç bir haber ilgimi çekiyor. Okuyunca içim "Cızzz!" ediyor, bir şeyler kopup gidiyor benden. Yıllarca görgü, terbiye, alçakgönüllülük, erdemli olmakla ilgili öğrendiklerimi, bildiklerimi bir bir düşünüyorum. Hiçbir şeye uyduramıyorum, yani hafifletici neden bulamıyorum.

Olay şu: Manisa'nın Yağcılar Beldesi'nde hayırsever yurttaşımız Nebahat Ölmezoğlu'nun yaptırdığı ilköğretim okulunun açılış törenine geç kalan AKP Milletvekili Mehmet Çerçi için, 85 yaşındaki Mehmet Yağcılar'dan yerinden kalkması istendi. İsteyen kim? Eski TBMM başkanı Bülent Arınç'ın danışmanı. 85 yaşındaki dedeyi ayakta bırakacak davranış, dünyanın neresinde hoş görülebilir ki? Protokol denen zevattan bir "Müslüman" çıkıp da dedeye yerini verme nezaketini gösteremedi mi? Yaşlısına, yurttaşına saygı göstermek insan olmanın gereği değil mi? Çocukluğumuzdan beri bize öğretilen, şimdi de bizim öğrettiğimiz: toplu taşım araçlarında yaşlılara, hamilelere, hasta ve özürlülere, kadınlara yer vermek gerektiği değil midir? Toplumun önünde bulunanlar, topluma doğru örnek olmalıdırlar. "Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar." atasözümüzü hiçbir zaman unutmamalıyız.

Türkiye bu protokol komedisine bir son vermelidir. Obama'nın yemin töreninde Eski, yeni ABD başkanlarının, başkan yardımcılarının, bakanlarının... eşleri ve çocuklarıyla ayakta içten söyleşilerini izledik. İçlerinde asık suratlı olanını, duracağı yeri (oturacağı yer değil) beğenmeyenini gördünüz mü? Hepsinde özgüvenli, kendiyle barışık insan tavrı vardı. Demek ki el alem dünyayı yönetme becerisini protokol koltuklarından almıyor. Kişiyi büyüten koltuk değil, aklı ve yüreğidir. Eğer kişi büyükse oturduğu koltuğu değil,kırık dökük sandalyeyi bile dağ gibi yapar.

Yemekli toplantılara, açılışlara ... katılıyoruz zaman zaman. Toplantıya katılan zevatın anons edilmesine başlanıyor; dakikalar, saatler alıyor. Adı okunan, kalkıp el sallıyor davetlilere. "... Bey gecemize katılarak bizi onurlandırdılar." Aynen böyle anonslar yapılıyor. O bey katılmasaydı aramıza, mahvolacaktı onurumuz öyle mi? Hele birisi unutlagörsün, kıyamet kopar. Şiddetle protesto edilir düzenleyiciler. Toplantıyı terk etmeye kadar vardırılır eylem. Adının okunması için türlü düzenbazlıklar da yapılır. Örneğin, sunucunun cep telefonuna ileti gönderilerek adının okunması istenir. Çağdaş, ilerici, cumhuriyetten yana dernek ve kuruluşlara bu konuda bir önerim var. Toplantılarda bir tek anons yapılmalı, şöyle denilmeli: "Cumhuriyetin eşit yurttaşları hoş geldiniz. Birlikte olmaktan; cumhuriyet yurttaşı olmaktan onurluyuz." Buna benzer sözler... Neden eşit yurttaş, özgür birey olmak bizi tatmin etmiyor? Yoksa, dilim varmıyor söylemeye ama, yüzyılların kulluğunu, ezilmişliğini içimizde koruyup özgüven eksikliğimizi, kendimizi birilerinden üstün göstererek mi maskelemek istiyoruz?

Karşımızdakine saygı göstermek zorunluluktur, insanlık görevimizdir. Yalnızca insana değil, doğadaki tüm canlılara saygı göstermeli. İnsanı insan yapan, yüreği ve aklıdır. Yüce gönüllü, erdemli insanlarla insanlık anlam kazanır. Bu topraklar Yunus'la, Mevlana'yla, Hacı Bektaş Veli'yle, Köroğlu'yla,Dadaloğlu'yla, Karacaoğlan'la, Pir Sultan'la, Atatürk'le, Nazım'la, Yaşar Kemal'le... anılıyor. Yani evreni yüreklerine sığdıranlarla. Koltuklarla büyüyenleri, yaşlı başlı yurttaşlarına el öptürenleri, gönlüne sevgi yerine para dolduranları, üç kuruş vergiyi almak için halkına zulmedenleri anımsayan var mı? Sahi, anımsayanınız var mı?

Adil Hacıömeroğlu
09.02.2009

YOLSUZLUĞUN İNANILMAZ BOYUTU

Yerel seçimler yaklaşırken kamuoyu inanılmaz yolsuzluk söylentileriyle çalkalanıyor. Yolsuzluk; toplumun değerlerini, umudunu, moralini ve geleceğini zehirli bir örümcek ağı gibi sarmış durumda. Her şeyimiz (maddi-manevi) fütursuzca yağmalanıyor. Ne Moğal istilasında ne de Haçlı seferlerinde bu topraklar böyle yağma gördü. Böylesine büyük yağma karşısında toplumun suskunluğu ise, yolsuzluğa karşı duyarlı yurttaşları şaşkına çeviriyor.

Son otuz yılda tüm ekonomik sistem neredeyse dışarıdan alınan borçlara dayandırıldı. Üretim küçümsendi, yok sayıldı. Üreten desteklenmedi,kösteklendi. Üretmeden tüketen toplumlarda yolsuzluk artar; yasalar önemini ve ağırlığını yitirir. Yolsuzluklara karşı yargının bir şey yapamaması da ilginçtir. Çünkü yasalar, çıkarılan ekonomik aflarla yolsuzluğa adeta prim vermektedir.

Yolsuzluğun en çok yapıldığı yerler de ne yazık ki belediyeler. Peki, belediyelerde yolsuzluklar nasıl yapılır? İmar planlarında değişiklikler yapılarak fırsatçılara yeni kazanç kapıları yaratılır. Yaratılan bu rant; rantiyeci, bu değişikliğe imza atan başkan ve meclis üyelerinin bir bölümü (Bazı meclis üyeleri iş bilmezliğinden, bazıları sürüden ayrılmamak adına, grup kararına uymak için...oy verir.) tarafından paylaşılır. Bu yasadışılığa "Hayır" diyen meclis üyeleri inanılmaz baskı ve karalamalarla suçlanır. Kentin kalkınmasını istemediği, sermaye düşmanlığı ve uyumsuzluk başta gelen suçlamalardır. Ayrıca burada yazamayacağım mafyavari tavırlar işin vazgeçilmez yanı. Bu "uyumsuz" meclis üyesi ne olur? Olasıdır ki bir seçim sonra aday yapılmaz ve seçilemez. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, 2004-2009 döneminde beş bin imar değişikliği yaptı. Bu değişikliklerle yaratılan haksız kazanç yaklaşık iki yüz elli milyar Türk lirası. Ülkemizin tümü düşünüldüğünde korkunç rakamlarla karşılaşabiliriz. Yasalara uygun davranan kentini,dolayısıyla ülkesini koruyan belediyeler yok mu? Var, ama çok az.

Yolsuzluğun en çok yapıldığı ikinci alan ise belediyelerin ihaleleridir. Yani kaldırımların / yolların yapılması; park ve bahçelerin düzenlenmesi, bakımı; inşaatların yapımı; temizlik hizmetleri...gibi. Bire yapılacak işler, yirmiye yaptırılır. Aradaki fark malum yerlere!.. Neden iki de bir kaldırımların sökülüp yapıldığını anladınız mı?

Belediyelerde diğer bir kazanç kapısı da mal alım satımıdır. Belediyelerin gayri menkulleri yok pahasına satılır. Satmakta gerekçe hep aynıdır: Borcumuz var, ödememiz gerekir. Alımlarda ise hep eş dost kollanır. Onlara inanılmaz kazançlar sağlanır. Devlet ihale kanunu zaten kuşa çevrilmiştir. Alımlarda açık eksiltme, satımlarda açık artırma pratikte pek uygulanmaz. Her şey bir "düzen" içinde halledilir.

Yukarıda anlattıklararımıza ekleyeceğimiz birçok alan daha var,yazımızı uzatmamak adına en çarpıcı olanları yazdık. Hesapsız harcamalar, belediyeleri ödenemeyecek borçların altına sokuyor. İBB, 2004'te nerdeyse borçsuzdu. Bugün ise borcu beş milyar Türk lirasını aşmıştır. Bu borca İstanbul'daki ilçe ve belde belediyeleri dahil değildir. Ülkemizin tümü düşünüldüğünde borçlanmanın, geleceğimizi nasıl ipotek altına aldığını görürüz. Belediyelerde bunlar olurken merkezi yönetimlerde olanları siz tahmin edin.

Eğer belediyelerdeki yolsuzluklar önlenirse, kaynaklar doğru yerlerde kullanılırsa, savurganlık son bulursa kentlerimiz cennete döner. Türkiye'nin dış borçlarının beş yüz milyar dolar olduğu düşünülürse savurganlığın boyutu anlaşılır.

Bu yağma düzeni yalnızca akonomik değerlerimizi mi yağmalıyor? Hayır! Asıl yağmalanan: insanlığımız, kültürümüz, tarihimiz, doğamız, zevklerimiz, umudumuz, geleceğimiz, dayanışma ve yardımlaşma duygumuz, onurumuz, ulusal bilincimiz... Bu değerlerimizi nasıl onaracağız? Toplumsal çözülmemize nasıl "Dur!" diyeceğiz?

"Ecdat" diye diye yok ettiğimiz ecdat yadigarlarını nasıl geri getireceğiz? Sadakayla gururunu kırdığımız insanımızın, moral değerlerini yeniden kazandırmak kolay olmasa gerek. Yok ettiğimiz doğal varlıklar ne olacak? Birkaç tane görgüsüz varsıl yaratma adına harcadığımız insalık değerlerimizi nerede bulacağız?

Önümüzdeki yerel seçimlerde tüm partilerin bu durumu görüp ona göre davranmaları gerekir. Günü değil, Türkiye'yi kurtarmanın planını yapmalı herkes. Adaylar, kendini değil; ülkeyi düşünmeli. En büyük görev CHP'ye düşmektedir. Çünkü devleti ve demokrasiyi kuran partidir. Bu nedenle sorumluluğu büyüktür. Eserlerine sahip çıkmalıdır.

Unutulmamalıdır ki; açlığın kol gezdiği, yasadışılığın yasa haline geldiği toplumlarda demokrasi olmaz. Böyle bir durumda Cumhuriyet değerleri de korunamaz. Tarihten ders çıkarmalıyız. Çöken, yok olan, parçalanan devletlere baktığımızda rüşvet ve yolsuzlukların ayyuka çıktığını görürüz. Yedi düveli yendik. Herkesi şaşırtan Cumhuriyet devrimini başardık. Biz bu beladan da kurtulacağız. Sıkıntılarını aşan Türkiye'yi gönençli, mutlu bir gelecek beklemektedir.
Adil Hacıömeroğlu
08.02.2009

BEKLEYİŞ


Güzelin esiriyim, kolay mı sanıyorsun

Kalbindeki ateşi söner mi sanıyorsun

Özveriler çığlar gibi büyürken

Verdiğin acıları geçer mi sanıyorsun

 

Yıllardır bekliyorum, yüreğimde büyüdün

Nice fırtınalarda peşin sıra yürüdüm

Güce gündüz demeden bir emeli ararken

Çoğu zaman yolunda tek başına yürüdün

 

Bunca vakit severim, yine de seveceğim

Dağlar geçit vermezse gonca gül sereceğim

Aşkıma kavuşmayı sabırsızca beklerken

Mazinin defterini topyekûn sileceğim

                        4 Şubat 2009

DAVOS "FATİH"İ

Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta diplomatik kuralları hiçe sayarak yaptığı tribün şovu, herkes gibi ben de ilgiyle izledim. Bu davranışın; Türkiye'ye ve AKP'ye ne kazandırıp kaybettireceği merak konusu.

Diplomatik saygı, incelik yoktu ortada.Mahalle kahvesi üslubu egemendi konuşmalara. RTE, bir yandan muhatabına "Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın..."diyerek yaşına saygı gösterdiğini belirtiyor,bir yandan da "sen (2.tekil kişi)" dili kullanıyor. Hangi koşulda olursa olsun muhataba "sen" diye seslenmek doğru değildir. Şu da unutulmamalıdır ki; saygı gösteren, saygı görür. Türkiye ve onu temsil eden kişiler hakarete ve saygısızlığa uğradığında, elbette tepki gösterilecektir. Ama bu tepki, külhanbeyi edasıyla değil; diplomatik zekânın inceliğiyle olmalıdır.

Erdoğan, neden Gazze konusunda bu kadar duyarlı? Irak'ta öldürülen bir milyonu aşkın kişi Müslüman değil miydi? Daha doğrusu insan değil miydi? Irak'ta camilerde, pazar yerlerinde, düğünlerde, iftar sofralarında sivil, günahsız insanlar bombalanarak öldürülürken neredeydiniz? Bir kurban bayramı öncesi, arife günü, devrik diktatör Saddam, idam edilirken ve de bu görüntüler tv'lerde yayımlandığında nerdeydiniz? 2002'de iktidara geldiniz. Yedi yılda kaç şehit verdik teröre, anımsıyor musunuz? Türk askerinin başına çuval geçirildiğinde niçin öfkelenmediniz? Hocalı'da Azerilerin katledilmesini unuttunuz mu? Ermenistan'la futbol muhabbetlerinin arttığı bu dönemde, spora politika mı bulaştırmak(!) istemiyorsunuz? O zaman neden Gazze? Çünkü Gazze 'de Hamas var. Radikal İslamcı bir örgüt, yani duygusal yakınlık. Bir de 29 Mart'ta mahalli seçimler...

Keşke atasözümüz doğru çıkmasa, öfkeyle kalkan zararla oturmasa...

Türkiye'nin, İsrail'in kuruluşundan itibaren Ortadoğu'da izlediği politika tarafsızlıktır.Ayrıca Ortadoğu bataklığına batmama, bulaşmama siyaseti başarıyla uygulanmıştır.Bir yandan Arap ülkeleri ve Filistin'le dengeli ilişkiler yürütülürken, öte yanda İsrail'le işbirliği ve saygıya dayalı dostluk sürdürülmüştür. Hangi gerekçeyle olursa olsun İsrail'in sivillere karşı şiddeti hoş karşılanamaz, kınanmalıdır; ama diplomatik kurallar çerçevesinde.

İsrail'le PKK terörüne karşı işbirliği önemlidir. Hatta A.Öcalan'ın yakalanma sürecinde İsrail'in yardımları unutulmamalıdır. Arap "dost"larımızın ise PKK konusundaki tutumları da ortadadır. RTE'nin bu davranışından sonra terör örgütünün eylemlerinde bir tırmanma olursa şaşırmayalım. Ayrıca ABD Kongresinde, hemen hemen her yıl gündeme gelen "Ermeni soykırımı yasa tasarısının, Yahudi lobisinin baskıları sonucu yasalaşmadığını herkes bilir. Eğer bu konuda olumsuz bir gelişme yaşanırsa sorumlusu kim olacaktır?

Yılların siyasal deneyimlerinden geçerek oluşturulan ve partizanlıktan uzak tutulan dışişleriyle "monşerler" diyerek dalga geçip küçümsemenin ülkemize bir yararı var mıdır? Yılların birikimini bir kalemde silip atmak devlet (laik cumhuriyet) kurumlarını çökertme planının bir parçası mıdır? "Danışan dağlar aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış." atasözünü unutmamak gerek.
Ne yazık ki dış politikamız tamamen Hamas ekseninde yürütülüyor. Ortaasya, Kafkaslar, Balkan politikamız yok. Kardeş Türk cumhuriyetleriylele ilişkilerimiz durağanlaştı. Bu durum, Türkiye'yi uluslararası ilişkilerde yalnızlaştırıyor. Türkiye'nin yalnızlaşması, radikal akımların gelimesine ortam hazırlar. Bu da ülkemizdeki sorunların artmasına yol açar.

İşin ilginç yanı bu davranışın, Atatürk'ün ulusal onuru koruyan duruşuna benzetilmesidir. Bop eş başkanıyım diyerek, emperyalistlere avuç açarak, onların önerdiği ekonomik-siyasal programları uygulayarak, ABD ile gizli anlaşmalar imzalayarak, varını yoğunu özelleştirme adı altında yabancılara satarak... ulusal onur korunmaz. Nasıl korunur? Atatürk'ün yaptığı gibi korunur. Emperyalistleri ve işbirlikçilerini denize dökersiniz, ekonomik değerlerinize sahip çıkarsınız, el âleme el avuç açmazsınız, komşularınızla saygıya, güvene dayalı dostluklar kurarsınız...

Bu işten Türkiye zarar görecek; ancak AKP kazanacak. Ekonomik çöküşün hızlandığı, yolsuzlukların ayyuka çıktığı böyle bir dönemde RTE'nin, gündemi değiştirecek konulara çokça gereksinimi olacak. Yerel seçimlerdeki olası bir başarısızlık AKP'yi hızla çöküşe götürebilir. Bu nedenle halk yardakçısı kahramanlıklar RTE'nin can simidi oluyor. Türkiye zarar görmüş kimin umurunda?

Adil Hacıömeroğlu
03.02.2009