LOZAN'IN 86. YILDÖNÜMÜ

Kurtuluş Savaşı ile kurtardığımız yurdumuz sınırlarının, tüm dünya tarafından tanındığı gündür bugün. İnönü'nün, Sakarya'nın, Dumlupınar'ın dünya tarafından tescillendiği gün. Yani askeri utkunun, siyasal utkuyla taçlandığı anlamlı bir gün. Bu anlamlı günde Mustafa Kemal ve arkadaşlarına ne kadar minnet duysak azdır. Hepsini saygı ve özlemle anıyoruz.

1683'teki 2.Viyana Kuşatması'ndan (yenilgisinden) itibaren Osmanlı Devleti, 239 yıl bir yenilgiler sürecinden geçti. Arada, geçici de olsa bazı askeri başarılar görülmektedir. Ancak bunlar yenilgilerin yol açtığı çöküşü ortadan kaldıramamıştır. Askeri yenilgilerin yanı sıra diplomatik yenilgiler de birbirini izliyordu. Sürekli yenilmek, toplumun özgüven duygusunu yok ediyordu. Özgüveni olmayan toplumların, geleceğe güvenle bakmaları da olanaksızdır.

Türk Ulusunun ilk diriliş belirtisi Çanakkale'de görüldü. Bu utkuyla birlikte yitirilen özgüven de kazanılmaya başlandı. Kurtuluş Savaşı, dünya emperyalizmini dize getirmesi açısından insanlık tarihinin en anlamlı savaşıdır. Bu savaşla tarih sahnesinden yok edilmek istenen Türk Ulusu, bir mucizeyi gerçekleştirerek yenilmez denen emperyalist güçleri yenmiştir. Böylece dünyanın tüm mazlum ulusları Mustafa Kemal'i şiar edinerek zalime karşı başkaldırarak bağımsızlık yolunu seçmişlerdir.

Lozan Antlaşması, Kurtuluş Savaşı'ndaki askeri başarının siyasal alanda taçlanmasıdır. Bu, askeri başarının tüm dünyaya resmen ilanıdır. Askeri ve siyasi alanda süren 239 yıllık yenilgiler döneminin bitmesidir. Tüm dünyaya "Biz cephede de masada da kazanırız." sözünün söylendiği gündür. Lozan'ı imzalamayan, yani tanımayan tek küresel güç ABD'dir.

Peki, Lozan Antlaşması'nın 86. yıldönümünde ülkemizde durum nedir? Dün ülkemizden kovulanlar ve onların işbirlikçileri doymak bilmeyen kemirgenler gibi Lozan'ı durmadan kemiriyorlar. Lozan'ı tanımayan ABD ve imzaladıklarına bin pişman olan AB emperyalistleri türlü vaat ve bahanelerle Misak-ı Milli sınırlarımızı değiştirme çabaları içindedirler. 1920'lerdeki şer ittifakı bugün de kurulmuş durumdadır. Batılı emperyalistler, ortaçağ sevdalısı irticacılar, etnik bölücüler ve liberal işbirlikçilerin kutsal ittifakı; Lozan'ın ortadan kaldırılması için büyük bir savaşım vermektedirler. Amaç; laik,demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmaktır. Türk Ulusunu tarih sahnesinden silmek, 9 Eylül 1922'nin intikamını almaktır.

Bugün, Lozan'ın ve 1919'un ruhuna düne göre daha çok gereksinmemiz vardır. Ulusça, hain tezgahlardan kurtulmanın yolu budur.

Bugün içinde bulunduğumuz durumu anlamak açısından bir noktaya dikkat çekmek isterim. Acaba bugünkü gazetelere baktınız mı? Kaç gazetede Lozan, birinci sayfada yer bulmuştur? Anlı şanlı kaç yazarımız bugünkü köşelerini Lozan'a ayırmıştır? Bu akşam kaç televizyonumuz Lozan Antlaşması'yla ilgili programlar yapacaktır? Kaç belediyemiz böylesine önemli bir günü havai fişeklerle kutlayıp toplantılar yaparak anacaktır. Kaç siyasal parti örgütü, kaç sivil toplum kuruluşu Lozan'ı anımsayacaktır? Anımsayıp da genç kuşakları bilinçlendirme görevini yerine getirecektir.

Eğer bir toplum tarihsel belleğini yitirirse o toplumun ayakta durması zorlaşır. Kazanımlarını korumayı beceremez. Dışarıdan dayatmalarla ne yapacağını şaşırır. Genç dimağlara tarih bilinci vermeyen toplumların sonu hüsrandır. Bu nedenle Lozanları anımsayıp anlamak, anlatmak bizim yurttaşlık, yurtseverlik görevimizdir. Lozan Antlaşması'nın 86.yıldönümü tüm ulusumuza kutlu olsun.

Adil Hacıömeroğlu
24 Temmuz 2009

ASKERİN YARGILANMASI

Hükümet, el çabukluğuyla askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını TBMM'den geçirdi. Cumhurbaşkanı da bu yasayı onayladı.

Cumhurbaşkanı'nın yasayı onaylarken birtakım uyarılarda bulunması da gözden kaçmadı. Bu uyarıların yasal açıdan hiçbir önemi yoktur. Yasak savma amacı taşıdığı da bizce malumdur. Cumhurbaşkanı bu davranışıyla inanmadığı, anayasaya aykırı bulduğu ve ülkemize ciddi zararlar verebileceğini düşündüğü bir yasayı onaylamanın sıkıntısı içinde olduğunu belirtmiş oldu.

Amaç nedir, amaç darbeye karşı önlem almak mıdır? Tabii ki hayır. Darbe karşıtlığı temelinde ülkemize ve Cumhuriyet rejimine karşı sinsi bir plan ilmek ilmek dokunmaktadır. Amaç, Cumhuriyet'in ayakta kalmış kurumlarından birini çökertmektir. Türkiye, askeri darbe dönemlerini geçirmiştir. Geçmişte ABD'nin yeşil kuşak projesi çerçevesinde, ülkemizde darbeler örgütlendi. Darbelerin amacı; solun önünü kesmek, Amerikancı sağı mağduriyet ve masumiyet ortamı oluşturarak sürekli iktidarda tutmaktı. Günümüzde bu işi ekonomik, siyasal, yönetsel, kültürel baskılarla ve medya yönlendirmeleriyle yapıyorlar.

Demokratikleşme adı altında Türkiye'nin değer sistemi ve kurumları adım adım çökertiliyor. Yasanın çıkmasıyla birlikte emekli generallere karşı bir linç kampanyasının ayak sesleri duyulmaya başlandı. Çeşitli kişi ve kurumlarca savcılıklara suç duyurularında bulunuluyor. Daha sonra bu, silah altındaki askerlere yönelecek ve ordumuzu iş yapamaz duruma getirecektir. Yargı tehdidiyle askerin görev yapmasını engelleyecekler akıllarınca. İstedikleri şey; korkup sinmiş, Mustafa Kemal çizgisinden sapmış, Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmış, ulusu ve yurdu korumada duyarsız bir asker modeli. Yasalar çerçevesinde yaptığı görevinden ötürü yargılanma tehdidi ile karşı karşıya olan bir ordu mensubunun görev şevki kırılmayacak mıdır?

TSK'ya siyasal alanda saldırılardan cesaret alan bölücü örgüt yandaşları, son günlerde orduyla bölücü örgütün karşılıklı olarak silah bırakmasını söyleyebiliyorlar. Silahı olmayan bir ordu olur mu hiç?

Peki, TSK'ya bu kadar düşmanca davranmanın nedeni nedir? Yıllarca, çocukluklarından beri, laik devleti ve onun ordusunu düşman gören zihniyetin geldiği nokta bu. Açıkçası Atatürk'ün kurduğu her kuruma düşmanca bakan anlayış, O'nun ordusuna mı dostça bakacak?

Ulusumuzun vicdanını asıl sızlatansa askerlere sivil yargı yolu açılırken, bölücü örgüt üyelerinin affı için bir kampanyanın başlatılmasıdır.

Kendisini koruyamayan bir ordu, yurdunu ve ulusunu nasıl koruyacaktır? İnsanımızı, toprağımızı, canımızı, özgürlüğümüzü, geçmişimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi kime emanet edeceğiz? Umutlarımızı gerçekleştirmede güvencemiz ne olacak? Orduyla ulusu karşı karşıya getirmek kime ya da kimlere yarar sağlar? Halkından kopmuş bir ordunun güçsüzleşeceğini, ayakta kalamayacağını herkes bilir. Ortadoğu coğrafyasında yaşamak için güçlü bir ordunun gerekli olduğu da kesindir. Sorunların hiçbir zaman bitmediği, gittikçe çoğaldığı, hatta çözümsüzleştiği topraklarda yaşamak kolay değil. Hem de hiç kolay değil.

Ülkemizde gerçekten bir darbe yapılıyor, sinsice çok planlı. Bu darbe, "Darbeye karşıyız, daha çok demokrasi..." diyerek geliyor. Cumhuriyet'in önemli kurumlarını (TSK, üniversiteler, yargı ...) kemirerek geliyor. Mürtecilerin, bölücülerin, yanar döner liberallerin AB ve ABD desteğiyle yaptıkları büyük bir darbedir bu.

Çanakkale'de, İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da yenilenler; 1923'ün aydınlanmasında gözleri kamaşanlar dünün intikamını almak için dört bir yandan saldırıyorlar. Bu topraklar Haçlı seferlerini, Moğol istilasını, Yedi Düvel'in emperyalist saldırılarını gördü. Ulusal bağımsızlığımızın ve Cumhuriyetimizin kökleri o kadar derindedir ki onları söküp atmak olanaklı olmayacaktır.

Adil Hacıömeroğlu
15 Temmuz 2009

AB DÜŞÜYLE YAŞAYANLAR

2.Dünya Savaşı'ndan sonra insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliam (soykırım) Srebrenica'dır. Sırp Ordusu, yaşları 13 ile 77 arasında olan 8300'ü aşkın Boşnak erkeği katletti.

6 - 25 Temmuz 1995'te gerçekleştirilen bu katliamın mağdurları, her 11 Temmuz'da anılmaktadır. Katliamın 15.yıldönümünde AB bombayı patlatıyor, yani gerçek yüzünü gösteriyor: Sırplar, Makedonlar ve Karadağlılar 1 Ocak 2010'dan itibaren AB ülkelerine vizesiz girebilecekler. Boşnaklar, Arnavutlar ve Kosovalılar ise vizeye tabi olacaklar. İşin en acıklı yanı ise Bosna Hersek vatandaşı olan Hırvat ve Sırplara vize yok. Hani Avrupa değerleri? Avrupa'nın adalet ve eşitlik anlayışı nerede? Türkiye'deki sözde ayrımcılıklarla mücadele eden anlı şanlı AB temsilcileri niçin suspus?

Sen zalimi ödüllendirecek. mazlumu cezalandıracaksın; ondan sonra da adaletin hamisi olacaksın. Kalkacaksın ayrımcılığa karşı mücadele ediyorum, diyeceksin. Kendin ayrımcılığın kralını yapacaksın.

Kararın alındığı gün bizim televizyonlarda baş haber bu. Haber kanalları canlı yayında. Bağlanıyorlar AB şakşakçılarına. AB uzmanları hayal kırıklığına uğradıklarını söylüyorlar. Sık sık AB değerlerinden söz ediyorlar. Hepsi üzgün, neredeyse ağlayacaklar. Ama bu AB'nin yaptığı da iş değil, bizim AB'cilere bu yapılır mı? Çok yazık!

Siz AB'nin çifte standardını ilk kez mi görüyorsunuz? Bosna yanarken nerdeydiler? Yangın bitti, itfaiye sirenleri duyulmaya başlandı.

Sanki AB'nin dışında kalmak dünyanın sonu, büyük yıkım. Asıl yıkım, bu eski sömürgecilere, şimdilerin tek dişi kalmış canavarlarına teslim olmaktır. Huylu huyundan vazgeçmez. Avrupa emperyalizminin temeli, varlık nedeni sümürüdür, kan emiciliktir.

En çok kullanılan söz: Biz elli yıldır AB kapısındayız, bize niye vize var? Biz kapıdayız, çağrılı olanlar içerde. İnsan sevdiğini, istediğini, değer verdiğini hiç kapıda bekletir mi? Ne demek kapıda beklemek? Onurlu olan kapıda bekler mi?

Ben Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak kimsenin kapısında beklemiyorum. Beklemeyi de düşünmüyorum. Yeryüzünün ilk Kurtuluş Savaşını veren Türk Ulusu da kimsenin kapısında beklemez. Beklemek ve yalvarmak; ulusunun tarihini, Mustafa Kemal'in bağımsızlık anlayışını bilmeyen, özgüvensiz, çapsız siyasetçilerin işidir.

Unutmayalım ki: "Çağrılmayan yere çörekçiyle börekçi gider.". Ben ve ulusum ne çörekçiyiz ne de börekçi....

Adil Hacıömeroğlu
18 Temmuz 2009

ŞEHİTLİKLERİMİZ DE Mİ PARALI

Gelibolu Milli Parkı, bugün ihaleye çıkartılıyor. Eğer bugün ihale sonuçlanırsa bundan böyle Çanakkale Şehitliğini gezecek olan herkes, gezisinin bedeli olarak bir miktar para ödeyecek.

Sessiz sedasız ihale ilanı verildi. Gündemin yoğunluğu içinde birçok büyük basın yayın kuruluşunun gözünden kaçtı bu durum. Basın yayın kuruluşlarının gözünden kaçması önemli bir hatadır. Eğer bu konu, medya tarafından göz ardı edilmişse tek kelimeyle VAHİMDİR. Çünkü bunun ileride yol açacağı bazı sonuçların telafisi çok zordur.

Ulusal değerlerimiz, onurumuz, varlığımız ve geleceğe bakış açımız bakımından çok önemli olan Çanakkale şehitliği, ticari bir mantıkla ele alınamaz. Şehitliği ziyaret ederek tarihsel bir vefa borcunu ödemek isteyen yurttaşlarımızdan para almak vicdanları rahatsız etmeyecek mi?

Peki, böyle bir ihalenin sakıncaları nelerdir? Birçok yönden önemli sakıncaları vardır bunun. Şehitliğe para ödeyerek girme, birçok insanın ilgisini azaltır. İnsanların kafasından "Şehitlerin sırtından para kazanılıyor." düşüncesinin geçmesi kabul edilebilir değildir.

İhalenin verileceği firmanın (ki bu büyük bir olasılıkla yandaşlardan olacak) görevlendireceği rehberler; gerçeklerden uzak, birtakım hurafelerle Çanakkale Savaşı'nı anlatırsa tarihimiz saptırılmayacak mıdır? Dünya savaş tarihinin ve siyasetinin en önemli olaylarından olan Çanakkale Savaşı, uydurma söylencelerle değil; aklın ve mantığın çerçevesinde anlatılmalıdır. Ulusumuz ve özellikle de genç kuşaklar, zorlukları aşmada olağanüstü güçlere değil; kendi güçlerine güvensin.

Bir yeri ihaleye çıkarmak ne demektir? Parayı veren düdüğü çalar, demektir. Peki, son yıllarda Avusturalya, Yeni Zelanda hükümetlerinin ve de itilaf devletlerinin bizden isteği nedir? Gelibolu Yarımadası'nın, Çanakkale Savaşı'na katılan devletlerce yönetilmesi. Bu istek, başından beri kamuoyunun büyük tepkisine yol açtı mı? Evet. Şimdi bu ihaleye bugün ya da gelecekte sözü geçen devletlerin şirketleri (Türk ortaklar aracılığıyla da olabilir.) katılamaz mı? Hem de bal gibi katılır. O zaman Çanakkale'yi dünyanın en kanlı savaşıyla geçemeyenler, bu kutsal toprağa yerleşip amaçlarına yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa ulaşırlar. Hatta savaşın öyküsünü de onlardan dinleriz.

Çanakkale'ye ve diğer şehitliklerimize gereken ilgiyi gösteremiyoruz toplum olarak. Her şeye para buluyoruz da şehitliklerin bakımına, onarımına, düzenlenmesine, tanıtımına para bulamıyoruz. Destanların yazıldığı toprakları, anlamına uygun olarak gelecek kuşaklara anlatamıyoruz. Ulus olmanın en önemli özellilerinden biri; ortak tarihi, ortak bir geleceğin yüksek ülküsüyle birleştirmek değil midir?

Cumhuriyet döneminde oluşturulan birçok kuruluşun haraç mezat satılmasına alıştık toplum olarak. Madenlerimizin peşkeş çekilmesine ses çıkarmadık, sustuk. Hazinemiz soyulurken sırtımızı döndük, bakmadık. İnci gibi değerli kıyılarımız yağmalanırken, cennet kadar güzel ormanlarımız çölleştirilip birkaç kan emiciye pazarlanırken ne yaptık? Seyrettik, seyrettik. Tarihsel ve kültürel değerlerimiz bir bir elden çıkarken gömezden geldik. Kısacası ülkemizin ekonomik değerleri "babalar gibi satılırken" sustuk, sustuk, sustuk...

Şimdi sıra geldi şehitliklerimizi ihale etmeye... Susacak mıyız? Suskuluğumuz ne zamana kadar sürecek?

Adil Hacıömeroğlu
7 Temmuz 2009

KRİZİ FIRSATA DÖNÜŞTÜRMEK

Ülkemiz üç dört yıldır üretemeyen bir ekonominin sıkıntılarını yaşıyor. Son yıllarda işsizliğin çığ gibi büyümesi, dış borçların olağanüstü artması, işyerlerinin ardı ardına kapanması ekonomimizin ne kadar güç durumda olduğunu göstermektedir.

Genç nüfusuyla övünen Türkiye'nin, genç nüfusunu işsiz bırakmaktan başka bir şey yapamaması ilginçtir. Özellikle eğitilmiş genç nüfusun büyük bölümü, en değerli zamanlarını iş aramakla geçirmektedir. İş bulanlarınsa durumu çok iyi değildir. Ücretlerin düşüklüğü, çalışma koşullarının zorluğu gençlerimizi hayal kırıklığına uğratmaktadır. Ülke kaynaklarının hoyratça kullanılıp talan edilmesi, yerli sanayinin kösteklenmesi, tarım ve hayvancılığın tasfiye edilmesi, madenlerin yağmalatılması, turizm alanlarındaki tahribat ekonomimizi çökme noktasına getirmiştir. Ekonomisi çöken hiçbir ülke, bağımsızlığını uzun süre sürdüremez.

Ekonomik krizin, küresel olduğu söylenmektedir. Küresel krizin, etkisi açıktır; ancak ülkemizin bu denli etkilenmesinde (Ekonomik krizde dünyada en çok etkilenen üçüncü ülkedir.) iç dinamiklerin zayıflığı önemli etkendir. Tamamen dışa bağımlı, ithalat ve borçlanmaya dayalı bir ekonomik yapının uzun süre ayakta durması beklenemez.

Halkımız, krizin etkilerini henüz tam olarak hissetmemektedir. Yaz dinlencesinin başlaması bu etkiyi azaltmıştır. Sebze ve meyveye dayalı yiyeceklerin bol ve ucuz olması, turizm gelirleri, yaz mevsiminin getirdiği rehavet krizin etkisini göreceli olarak hafifletiyor. Yazın bitmesiyle ekim ayıyla birlikte kriz ağır darbeyi halkımızın gündelik yaşamına vuracaktır. Ağustosun ikinci yarısında ramazanın başlamasıyla fiyat artışları, keseleri yakmaya başlayacaktır.

Küresel krizden en çok etkilenen ülke olmamızın nedeni nedir? Son yıllarda İMF, Dünya Bankası,AB ve ABD gibi küresel aktörlerin; baskı, dayatma ve telkinleriyle yerli sanayimizin çökertilmesi, tarımın sabote edilmesidir. Cevizi, bademi, buğdayı,şekeri, mısırı, pirinci, pamuğu... yurtdışından alan bir Türkiye düşünülebilir mi? Kendi topraklarını ektirmeyen, kendi köylüsünü üç kuruşa ve de yabancı ekmeğine muhtaç eden bir hükümet olabilir mi? Böyle bir hükümet Tükiye'nin ulusal hükümeti olabilir mi?

TÜİK rakamlarıyla 2009'un birinci dönemi sabit fiyatlarla GSYH gelişme hızı -13,8 ,cari fiyatlarla GSYH gelişme hızı ise -29. Dünya savaşları döneminde bile olmayacak bir durum. Türkiye ekonomisinde olamaz denilen oluyor. Ekonomi dibe doğru hızla iniyor. Ekonomiyi yönetenler ne yapıyor? Pembe tablo çizmeye, gündem değiştirmeye, feryat eden halkı azarlamaya, suçlamaya devam ediyor. Sanki bizim, Türk halkının yaşadığı ülkeyle onların yönettiği ülke farklı bir yer. Büyük bir vurdumduymazlık var hükümet çevrelerinde.


O zaman ne yapılmalıdır da ekonomik krizden etkilenilmemelidir? Öncelikle gümrük birliğinden çıkılmalı, IMF'nin bizi ekonomi alanında yönetmesine son verilmelidir. AB masalından uyanıp gerçeği görmeliyiz. Böylece AB dayatmalarıyla ekonomik yaşamımızın daha çok zarar görmesini önlemeliyiz. Dış borçlanmaya son verilmeli, öz kaynaklara dayalı yatırımlar desteklenmelidir. Bu arada bölgesel işbirliği artırılmalı, gelişmekte olan ekonomilerle ve BRİC ülkeleriyle (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) iyi ilişkiler kurulmalıdır.

Özelleştirilme denilen ve özgürlük diye halka yutturulan komediye, kamu mallarının yağmalanmasına son verilmelidir. Aksine özelleştirilmeyle elden çıkarılan kurumlar, devletleştirilerek ulusa kazandırılmalıdır. Ulusal ekonomik dinamikler güçlendirilmelidir. Sanayi, turizm, ticaret, tarım ve hayvancılık gibi temel ekonomik etkinliklerin gelişmesi için gerekli altyapı hizmetleri devlet eliyle planlı bir biçimde yapılmalıdır. Ulaşım ve iletişimi ulusal olmayan bir ülke gelişemez, bağımsızlığını koruyamaz.

Sanayide, 1920'lerin bağımsızlıkçı ve ülke çıkarlarını ön planda tutan anlayışı benimsenmelidir. İç piyasanın endüstri malı gereksinmeleri yerli üretimle karşılanmalıdır. Ayrıca dışsatıma yönelik sanayi dallarının gelişimine özel önem verilmelidir. Öz kaynaklarımıza dayalı sanayi kuruluşları dışa bağımlılığı yok edecek, ulusa özgüven kazandıracaktır. Yalın bir anlatımla paramız, yine cebimizde kalacaktır.

Yok edilmek istenen, çökertilen tarımımız ivedi olarak ele alınmalı. Tarımsal üretimin arttırılması için çalışmalar yapılmalıdır. Şu anda topraklarımızın yaklaşık üçte biri kullanılmamaktadır. Bu kullanılmayan arazilerin; tarım, hayvancılık ve ormancılık alanlarında değerlendirilmesine başlanmalıdır. Orman alanlarının çoğaltılması için yapılacak çalışmaya askerler, dinlence dönemlerinde öğrenciler, gönüllü kuruluşlar katılmalıdır. Bu, yurdumuzda büyük bir ulusal heyecanın yaşanmasına da neden olacaktır. Ulusal bütünlük, ortak ulusal amaçlar için yapılacak özverili çalışmalarla sağlanıp pekiştirilir. Hamasi söylevlerle, soyut sözlerle ulusal bütünlük sağlanamaz. Tarımda dış alım durdurulmalıdır. Hem meyvesi hem de kerestesi değerli olan, iyi para getiren ceviz, kiraz, kestane gibi meyvelerin dikimi için öncelikli bir çalışma yapılmalıdır. Fındık, incir, üzüm, zeytin gibi önemli ihraç ürünlerimizin üretimi ve pazarlanması konusunda özel önlemler alınmalıdır.

Tarımın gelişmesi için toprak ve tohum ıslahı, sulama, gübreleme konusunda özel çalışmalar yapılmalıdır. Hibrit tohumlar yüzünden yerli ve genetiğiyle oynanmamış tohumlarımızın yok edilmesine göz yumulmamalıdır.

Hayvancılığın gelişmesi için hayvansal ürünlerin dışalımı yasaklanmalıdır. Yerli hayvan ırklarının ıslahı için sıkı bir çalışma başlatılmalıdır. Sağlıklı bir kuşağın yetişmesi için hayvansal gıdanın önemi göz ardı edilmemelidir.

Tarihsel, kültürel, doğal değerlerimiz iyi korunmalı ve tanıtımlarına özel önem verilmelidir. Tarih, kültür ve doğa yağması durdurulmalıdır. Konaklama tesislerinin yapımı, nitelikli tarım arazilerine zarar vermemelidir. Böylece turizm gelirlerimiz artırılabilir.

Ulusal madencilik konseyi oluşturularak, madenlerimizin ulusal çıkarlarımıza uygun olarak değerlendirilip işlenmesine başlanmalıdır. Ayrıca bu konuda geniş katılımlı Ar-Ge çalışması başlatılmalıdır.

Soygun ve yolsuzluk düzeninin ortadan kaldırılması, ülkemiz kaynaklarının ulusal - toplumsal amaçlar ve gönenç uğruna kullanılması gerekmektedir. Bu, yurttaşlık sorumluluğumuzdur.

Türkiye, emperyalist girdaptan kurtulmak için reçeteyi uzaklarda değil; kendi gerçeğinde, tarihinde, kuruluş ve kurtuluş heyecanında aramalıdır. Geleceğin büyük, onurlu, gönençli Türkiye'sini oluşturmak için ulusal bir ekonomik seferberliğe gereksinim vardır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye'nin milli güvenliğinde ekonomi birinci sıradadır. Bu, büyük bir ulusal sorundur. Ulusal sorunlar da ulusal işbirliğiyle, ulusal çıkarları her şeyden üstün tutarak çözümlenir.

Önümüzdeki günlerde siyasal alanda önemli gelişmelere tanık olacağız. AKP hükümeti zorlanacak. Çünkü türban karın doyurmuyor, popülist hamasi söylevler işsizliğe çare olmuyor, din tacirliğiyle oluşturulan yağma düzeni çöküyor. Yoksulluk inanılmaz boyutlarda. Yurttaş; aş, iş, huzur, güven istiyor. Ülkemizi bu açmazdan kurtaracak olan Atatürkçü, ayakları bu topraklara basan, gözü, yüreği ve aklı Türkiye'de olan siyasal kadrolar göreve gelmelidir. Kurtuluş buradadır.

Adil Hacıömeroğlu
5 Temmuz 2009