ATATÜRK’E SALDIRILAR

Son yıllarda bilinçli bir biçimde Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşı’na saldırılar yapılıyor. Saldırılar sinsice ve planlıdır. Bu nedenle bunlara karşı durmak, her Cumhuriyet yurttaşının başlıca görevidir.

“Atatürk’ün İngilizlerce Samsun’a gönderildiği ve Kurtuluş Savaşı’nın bir düzmece olduğu” yalanı, öteden beri söylenegelir. Ancak son yıllarda yalanların dozunda belirgin bir artış vardır. Önceden Kurtuluş Savaşı'nı evliyaların yaptığını söylerlerdi. Şimdi ise kesin inkâr var; fakat evliya masallarından da vazgeçmiyorlar. Yurtseverler bu yalanlara karşı gerçekleri koyarak mücadele etmelidir.

Saldıranlar kimlerdir? Batı emperyalizminin işbirlikçi liberalleri, irticacılar ve bölücülerdir. Niçin saldırıyorlar? Atatürk’ün devrimlerine karşı oldukları için. Anladık beyler, siz Atatürk’e karşısınız, devrimler kimyanızı bozuyor. Hatta Atatürk karşıtlığı sizi öyle bir noktaya getirdi ki Atatürk’ün dünyada ne kadar düşmanı varsa hepsiyle Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşı ittifak yapabiliyorsunuz. Atatürk düşmanlığıyla karartılan gözleriniz, sizi yok edip yutmak isteyen düşmanlarınızı dahi görmüyor. Yalnızca Türk Ulusunu değil, tüm mazlum uluslara yol göstererek onların kurtuluşunu sağlayan Atatürk düşmanlığınız anlaşılır gibi değil. Dolayısıyla sadece kendi ulusunuza değil, Kurtuluş Savaşımızı örnek almış milyarlarca insana da zarar verip düşmanlık yapıyorsunuz.

Tamam, Atatürk’e saygı duymuyorsunuz, vatanı için canını veren şehitlerimize de mi saygınız yok? Büyük bir özveriyle düşmanı yurttan kovmuş gazilerimize de mi saygınız yok? Günlerce, gece gündüz demeden İnebolu’dan cepheye mermi taşıyan elleri öpülesi kadınlarımıza da mı saygınız yok? Hem Karadeniz'in azgın dalgalarıyla hem de düşman gemileriyle boğuşarak Mehmetçik'e silah taşıyan, türkülerde destanlaşan Karadenizli denizcilere de mi saygınız yok? Hiç kendinize: “Kastamonu’nun Ersizler Köyü’nün adı niye ersizlerdir?” diye sordunuz mu? Afyon’dan, Kütahya’dan, Polatlı’dan, İnönü’den geçerken şehitliklere uğrayıp bir fatiha okudunuz mu?

Büyük Taarruz’da yiyecek bulan süvarilerin yiyeceklerini önce atlarına yedirmelerinin nedenini düşündünüz mü? Bunu düşünmezsiniz, çünkü işinize gelmez, ben söyleyeyim. Atların güçten düşmemesi içindi, çünkü at olmadan süvari de olmaz. Siz çarıklarını ıslatıp yediği için savaşı yalınayak sürdüren askerlere de mi saygı duymuyorsunuz? Siz açlığını bastırmak için çakıltaşı yutan insan gördünüz mü, duydunuz mu? İşte Kurtuluş Savaşımızı öğrenme hevesiniz olsaydı, bu insanların da Mehmetçiklerimiz olduğunu öğrenecektiniz.

Siz dünyanın bütün rekortmen maratoncularını toplasanız, onları Akşehir‘den İzmir’e on dört günde koşturabilir misiniz? İşte, sizin emperyalistlere yağcılık uğruna inkâr ettiğiniz Büyük Taarruz'da böyle bir mucizevî rekorun da sahibidir Mehmetçik. Bu emeğe, bu inanca, bu özveriye, bu vatan aşkına saygı duyun hiç olmazsa.

Siz Nezahat Onbaşı, Şerife Bacı, Erzurumlu Kara Fatma, Hafız Selma İzbeli, Gördesli Makbule Hanım, Çete Emir Ayşe, Tayyar Rahmiye, Tarsuslu Kara Fatma, Kılavuz Hatice, Saime Hanım, Domaniçli Habibe, Yirik Fatma, Nazife Kadın ve burada adlarını yer darlığından sayamayacağım yüzlerce kadınımızın neden tarihe altın harflerle yazıldıklarını merak ettiniz mi? Merak edin, öğrenin, öğrenince de saygı duyarsınız belki!

Emperyalistlerle işbirlikçilik artıkça ulusal değerleri ve tarihsel başarıları küçümseme de artıyor bir kısım zevatta. Özgüven eksikliği, aşağılık duygusu, ideolojik saplantılar ve geçmişten gelen intikam arzusu; onları işbirlikçiliğe yöneltiyor, emperyalizmin kucağına atıyor. Toplumumuza, özellikle de gençlere içten içe bir yabancı hayranlığı, güce tapınma, safsataya inanma, kendi tarihini ve kahramanlarını görmezden gelme duygusu aşılanıyor. Bu da maalesef bizim insanlarımızca yapılıyor. Yani “Ağacın kurdu içinde olur.” atasözü doğrulanıyor.

Nedir bu İngiliz hayranlığı? Siz, İngiliz’e güvenip saygı duyacaksınız, akıl almaz safsatalara inanacaksınız; lakin kendi ulusunuza inanıp saygı duymayacaksınız. Yurdumuzun her köyünde, kasabasında, kentinde binlerce anı vardır Kurtuluş Savaşı'mıza dair. Gidin, dinleyin, bakalım yüreğinizde bir heyecan belirir mi?

Unutmayın ki Mehmetçiğin adı, peygamberin adından gelir. Buna da mı saygınız yok.

İnsanın ve toplumun emeğine saygı duymayan, kendini hep küçük gören, boyun eğmeyi yaşam biçimi olarak benimseyen, hep kişisel çıkar peşinde koşan kişilerden ulusal refleksler beklenemez. Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkmalarının asıl nedeni, Cumhuriyet devrimlerini bir türlü içlerine sindirememeleridir. Kendilerini hala ortaçağın karanlık dehlizlerinde düşünmeleridir. Bilinmelidir ki karanlık mağaralarda yarasalar, aydınlık gökyüzünde ise binlerce kuş kanat çırpar. Hep daha yükseğe, daha büyük özgürlüklere…

Dünyadaki tüm ulusların saygı duyduğu hatta düşmanların bile şapka çıkardığı Mustafa Kemal’e saygı duymak yurttaşlarımızın tümünün görevi olmalıdır. Kahramanlarına saygı göstermeyen, onlara sahip çıkmayan toplumlar ayakta duramazlar. Türk Ulusu, bugüne kadar binlerce kahramanlık destanı yazmıştır; bundan sonra da yazabilecek güçtedir. Kısacası, su yatağını bulacaktır.

Adil Hacıömeroğlu
30 Ağustos 2009

MÜTAREKE YILLARI

Bu yazımda işgal İstanbul’undan bazı olayları paylaşayım dedim. Belki günümüze ışık tutar diye.

Yunus Nadi’nin Yeni Gün, Celal Nuri İleri’nin İleri, Necmettin Sadak’ın Akşam, Ahmet Emin Yalman’ın Vakit gazeteleri yurdun işgaline karşı çıkıyor, ulusal direnişi destekliyorlardı.

Türkçe İstanbul Gazetesi, Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal, Alemdar yazarı Refi Cevat Ulunay, Alemdar ve Sabah gazetelerinin yazarı Refik Halit Karay ise işgal güçlerine övgüler düzerken ulusalcılara sövgü yağdırıyorlardı.

İstanbul’da yayımlanan bazı gazeteler ise işgalcilerle ulusalcılar arasında denge kurmayı yeğlemişlerdir.

Minber Gazetesinin kurucuları ise Ali Fethi Okyar, Dr. Rasim Ferit Talay ve Mustafa Kemal’dir. Halkı, işgallere ulusal direnişe hazırlamak için yayımlandı. İlk kez “sansür” sözcüğünün kullanıldığı gazetedir. Aralık 1919’da basılan 11, 13 ve 17. sayıları sansüre uğradığı için genellikle beyaz çıkmıştır. Borç harç çıkarılan Minber; sansür, siyasal baskılar yüzünden dağıtımının aksaması ve ekonomik sıkıntılar yüzünden kapanmıştır. Yayın hayatı bir ay yirmi gündür.

Kasım 1918’de Zübeyde Hanım’ın Makbule Hanım’la kaldığı, Mustafa Kemal’in de kısa bir süre ikamet ettiği ev, İtalyan devriye askerlerince basılır. Amaç Osmanlının yenilmez Paşa’sını yıldırmaktır. Mustafa Kemal bu haksızlığa direnir, tartışır, karşı çıkar. Zübeyde Hanım bayılır. Makbule ne yapacağını bilemez, ağlar. Birkaç gün sonra İngilizler Mustafa Kemal’in olmadığı bir sırada evi basıp her yanını dağıtıp ararlar. Zübeyde Hanım’la Makbule yine perişandır.

Kürt Teali Cemiyeti itilaf devletleriyle işbirliği yaparak Doğu’da özerk bir Kürdistan’ın kurulması için uğraşıyor ve Milli Mücadele’ye karşı. İngilizler, Mondros’tan sonra işgal ettikleri Irak’ın kuzeyinde Şeyh Mahmut’a özerk bir yönetim kurduruyorlar.

İngiliz Muhipler (Dostları) Cemiyeti’nin üyelerinden bazıları: İngiliz rahip Frew, Sultan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Sait Molla, Ali Kemal, filozof şair Rıza Tevfik… Amaçları İngiliz mandasını gerçekleştirmek ve ulusal direnişi engellemekti.

1. dalga tutuklamalar: İngilizlerin Osmanlı hükümetine verdikleri listeden yirmi yedisi, 29-30 Ocak (1919) gecesi tutuklanıyor. Tutuklananlardan bazıları: Ziya Gökalp (düşünür), Dr. Tevfik Rüştü Aras, Hüseyin Cahit Yalçın (gazeteci), İsmail Canbulat (eski içişleri bakanı), Hüseyin Kadri, Kara Kemal, Hamallar Kâhyası Ferit … Tutuklananların ortak özelliği ulusalcılık.

Alemdar Gazetesi’nde Refi Cevat tutuklamaları destekliyor, ama az buluyordu.

Yeni Gün’de Yunus Nadi ise tutuklamaların siyasal olduğunu belirtip hükümetin adaletten ayrılmamasını istiyordu.

2. dalgada ulusalcı gazeteci Süleyman Nazif, işgale karşı yazdığı yazıdan ötürü kurşuna dizilmek üzere tutuklanıyor. Kurşuna dizilmekten kurtuluyor, ancak Bekirağa Zindanlarına atılmaktan kurtulamıyor.

Bu arada Fransız Mareşal D’Esperey: Eski Sadrazam Sait Halim Paşa, eski Maliye Bakanı Cavit Bey, Meclis Başkanı Halil Menteşe, Şeyhülislam Hayri Efendi, gazeteci Yunus Nadi ve daha birçok kişinin tutuklanmasını istiyor.

3. dalgada askerini Irak’tan çekmek istemeyen ve sonrasında görevinden alınan 6. Ordu komutanı Ali İhsan Paşa Haydarpaşa’da trenden iner inmez tutuklanıyor. Suçu: İngiliz isteklerine karşı çıkmak.

Mustafa Kemal’in yaveri ve otomobili alınıp ödeneği kesiliyor. Bu kez İngilizler hükümete bir liste veriyor ve listedekilerin tutuklanmalarını istiyorlar. Kimler var listede? Mustafa Kemal ve yaveri Cevat Abbas, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Halil Paşa, Albay Ali Çetinkaya.

4. dalgada 9 Mart 1919’da eski Sadrazam Sait Halim Paşa, Meclis Başkanı Halil Menteşe, Ayan Reisi Rıfat Bey, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, eski Maarif Bakanı Şükrü Bey, eski Adalet Bakanı İbrahim Bey, eski Dışişleri Bakanı Ahmet Nesimi Bey ve eski İçişleri Bakanı Fethi Okyar tutuklanıyor.

Yeni Gazete 14 Mart 1919 günü Mustafa Kemal’in tutuklandığını yazıyor. İleri Gazetesi bu haberi bir gün sonra yalanlıyor.

26 Mart 1919’da Yeni Gün Gazetesi 203. sayısını çıkardığı gün kapatılıyor.

“Ben buradayken İzmir’e kimse giremez.” diyen İzmir Vali Vekili ve Kolordu Komutanı Nurettin Paşa görevden alınıp komutanlığa Selanik’i düşmana teslim eden Ali Nadir Paşa atanıyor. Valilik görevine ise İngiliz işbirlikçisi Ahmet İzzet Bey getiriliyor. Tarih: 19 Mart 1919.

Hukuk-i Beşer Gazetesinde Mevlanzade Rıfat, cepheden cepheye koşup kahramanca savaşan Türk subaylarına ağır hakaretlerde bulunuyor. Mustafa Kemal bu duruma sert tepki göstererek bu kişiyi Harbiye Bakanlığına şikâyet ediyor. Bakanlıktan çıt yok. Mustafa Kemal’in bakanlığa yazdığı yazıyı birkaç gazete yayımlıyor. Yayından sonra Mevlanzade, Mustafa Kemal’i kendisine hakaret ettiği için dava ediyor. Dava uzamasa Kemal Paşa da tutuklanacak.

Yukarıda tarihimizden bir kesit sunmaya çalıştım. Bu yazıyı bugüne uyarlamak sizden. Acaba tarih tekerrür mü ediyor?

Adil Hacıömeroğlu
29 Ağustos 2009

AÇILIM, AMA NEREYE?

“Demokratik Açılım”ın yarattığı siyasal gerginlik hızla tırmanıyor. AKP sözcüleri şaşkınlık içinde saldırgan bir tavırla bağırıp çağırıyorlar. CHP ve MHP son yılların en keskin muhalefetini yapıyor. Ayrıca demokratik kitle örgütlerinin birçoğu ve Atatürkçü aydınlar ülkenin bütünlüğünü, ulusun birliğini tehlikeye düşürecek bu “açılım”a sert tepki gösteriyorlar. Bu konuda muhalefet, AKP’yi şaşkına çeviriyor.

AKP sözcülerinin bu kadar saldırgan olmalarının nedeni ne? Her şeyde olduğu gibi, bu konuyu da “oldu, bitti” ye getirmek istiyorlardı. Olmadı. Bölücüleri meşrulaştırma mızrağı, demokrasi çuvalına sığmadı. Okyanus ötesinden gelen dayatmalar, 19 Mayıs ruhunun ördüğü duvara çarptı. (Ah,Şu Çılgın Türkler...)

Peki, bu “açılım” Güneydoğu sorununu çözer mi? İçeriği bilinmeyen “demokratik açılım”ın kimlere yararı, kimlere zararı dokunacak? Burada amaçlanan nedir? Bana göre bu “açılım”, eğer gerçekleşirse, sorun eskisinden daha karmaşık ve trajik hale gelecektir. Bu açılımdan en çok zarara uğrayacak olanlar da Kürtler olacaktır.

Yirmi beş yıldır her ilimize onlarca şehit cenazesi gitti. Birçok askerimiz iş göremez bir biçimde yaralandı. PKK, sivillere yönelik birçok bombalı eylemlerde bulundu. Yine terör yüzünden milyarlarca liramız heba oldu. Halkın huzuru bozuldu. Bütün bu olanlara karşın Türklerle Kürtlerin birlikte yaşama isteği sürdü. Türk halkı, teröristlerle Kürtleri hep ayrı tuttu. Türkiye’nin batısında ve güneyinde yaşayan Kürtlere karşı olumsuz bir davranışta bulunulmadı.

Bunca verilen şehide karşın, Türk halkı olağanüstü bir basiret, metanet, hoşgörü, sabır ve sağduyu gösterdi. Acısını yüreğine gömüp umutla terörün bitmesini bekledi. İşte, son gelişmelerle insanımızın damarına basıldı. Demokratik açılımın yol haritasının olmaması ve bölücü başının İmralı’dan vereceği yol haritasının beklenmesi kamuoyunu çileden çıkarmaya başladı. Ayrıca, AB ve ABD yetkililerinin konuyla ilgili açıklamaları olaya tuz biber ekti. Açılımın yol haritasının olmaması ve hükümet kanadının şaşkın bir telaş içine girmesi inisiyatifin çok uzaklarda olduğunu gösteriyor. BOP kapsamında Türkiye’nin bölgesel gücü kırılmak isteniyor.

Ülkemizdeki tehlike, Kürtlerin ayrılmak istemesi değildir. Asıl tehlike, Türklerin ayrılmak istemesidir. Birlikte yaşamak isteği bu noktada çatladığında bunun önüne geçmek olanaksızdır ve bu gerçek bir felakettir. Anayasamızın değiştirilemez maddelerinin tartışmaya açılması, bölücü başını affetmeye gidecek bir sürecin başlatılması; hatta devletin adının bile söz konusu edilmesi bardağı taşırıyor. Bütün bunlar ulusun geleceğinin, duyarlılıklarının, tarihsel kalıtının yok edilmesi anlamına gelir. Ulusun, böylesine yaşamsal bir konuda sessiz kalması da beklenemez. Türk tarafı, “Biz Kürtlerle yaşamak istemiyoruz.” Derse, ne olur? Bunu düşüneniniz var mı? AB ve ABD’nin yapmaya çalıştığı budur. Yani, bıçağı kemiğe dayatmak... Ortadoğu coğrafyasını daha çok bölmek, burayı yaşanmaz bir hale getirmek…

Özellikle Kürt aydınlarını ve siyasetçilerini uyarıyorum. Böylesine açık bir emperyalist manevraya karşı uyanık olsunlar. Tahrik edici, gerilimi tırmandırıcı tavırlardan kaçınsınlar. İyi bilmelidirler ki, ABD’nin bölgede sevdiği ve ilgilendiği tek şey petroldür. Bölgeyi rahatça sömürebilmek için küçük, güçsüz, kukla devletçiklere gereksinimleri vardır emperyalistlerin. Saygı bekleyen, öncelikle yaşadığı ülkenin ulusal değerlerine saygı göstermelidir, bu unutulmamalıdır.

İmralı’yı çözümün bir parçası olarak görmek ya da göstermek teröre prim vermektir. Onun döktüğü kanı haklı çıkarmaktır. Böylece yeni terör örgütlerinin oluşmasına zemin hazırlamaktır. DTP Kürtlerin lehine bir şeyler yapmak istiyorsa terör örgütüyle arasına sınırı çizebilmelidir. Türkleri kışkırtmaya yönelik söylemler, Kürtlere yarar getirmez.

Son günlerde başbakanın bir söylemini son derece tehlikeli ve yanlış buluyorum. “Demokratik açılım”la ilgili konuşmaya başladığında “Türkler, Kürtler, Lazlar, Gürcüler, Çerkezler…” diyerek Türk Ulusu'nu oluşturan etnik grupları sayması yanlıştır. Sayılanların hepsi kendini Türk Ulusu’nun bir parçası sayıyor. Kimsenin etnik milliyetçilik yapma niyeti yok. Bu söylem, ulusal bütünlüğümüze zarar verir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan anayasanın değişmez maddelerinin tartışılması, sonu bilinmeyen bir maceraya, felakete sürükler bizi. Sağduyulu herkesin bundan kaçınması gerekir. Bin yılı aşkındır birlikte yaşayan halkı bölmek, bu ülkede yaşayan kimseye yarar getirmez.

Unutmamak gerekir ki, emperyalizmin dolmuşuna binen tez iner. Hatta inmez aşağıya itilir. Yirminci yüzyıl bunun örnekleriyle doludur. Son yüzyılda bölgemizde ve dünyadaki yaşananlara baktığımızda bu gerçeği görürüz. Emperyalizmin tarihi, kullanılıp çöpe atılan binlerce kişiyle doludur.

Şu an ülkemizin ve ulusumuzun karşı karşıya olduğu koşullar, 1919’daki gibidir. Şer odakları eskisinden daha güçlü ve deneyimli olarak ülkemizi kuşatıyorlar. İçimize, yüreğimizin tam orta yerine zehirli bir kama saplıyorlar. Gelin hep birlikte bu kamayı emperyalizmin bağrına saplayalım. Hem kendimizi hem de bölge ülkelerini felaketten kurtaralım.

Adil Hacıömeroğlu
25 Ağustos 2009
12 Ekim 2009 tarihli Ulus Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

3.BOĞAZ KÖPRÜSÜ 1

Uzun süredir konuşulan 3.boğaz köprüsünün nereye yapılacağı en sonunda belli oldu. Tarabya - Beykoz arasında yapılacak köprü, yeni bir doğa katliamını da beraberinde getirecek. Her geçen gün yok olan orman alanlarımıza yenileri eklenecek.

3.Boğaz köprüsünün bağlantı yolları Belgrat Ormanı ile Polonezköy’den geçecek, yani iki doğa cennetinden. İstanbul’un su havzalarının büyük bir bölümünün bulunduğu yerler buralar. Ayrıca bitmez tükenmez enerji kaynakları. Bitki ve hayvan yaşamı için vazgeçilmez bir doğal alan. Fırsat buldukça her mevsimde yürüyüşe gideriz Belgrat Ormanı’na. Altı kilometrelik parkuru zevkle yürürüz. Hem de birkaç kez. Bizi farklı duygu ve düşüncelere sevk eder bu yürüyüşler. Hele parkuru kan ter içinde bitirip Neşet suyundan su içip el yüz yıkamak mutluluğun perçinlendiği andır.

Yetmiş bir farklı kuş türünün yaşadığı ormanda kulaklarınız müziğe doyar, ruhunuz gıdasını alır. On sekiz çeşit memeli hayvan yaşar bu cennette. Bu cenneti paylaşan böcek ve sürüngenler ise bir başkadır burada. Bunca dilsiz hayvanın yuvasını bozmanın, yaşam alanlarını yok etmenin günahından nasıl kurtulacaksınız baylar?

Belgrat Ormanı’nda sayısız ağaç, çalı ve otsu bitki yaşam bulur. Ormanın dörtte üçünü meşeler oluşturur. Meşe deyip de geçmeyelim. Yeryüzünde en çok oksijen üreten ve toz yutan ağaçların başında gelir meşe. Kerestesi de sağlamdır kullanışlıdır. Kayın, gürgen, kestane ise ormanda ilgi çeken diğer ağaçlardır. Baharda yeşilin her tonunu görürsünüz. Yaprakların açık yeşilden koyu yeşile dönüşümü insanı büyüler, bir başka âleme götürür. Yazın serinliktir hem bedene hem de ruha. Sonbaharda bir başka olur orman. Bir renk armonisi çıkar karşınıza. Binlerce ressamın fırça salladığı bir tablodur karşımızdaki. İnsan ruhunun erişilmez dinginliğini yaşarsınız burada. Yapraklardaki yeşilin kızıla, kahverenginin ve sarının her tonuna dönüşünü hayretle görürsünüz. Kışı yaşamak, karla oynamak, çocukluğun tatlı ve huzur verici anlarına dönmek için en uygun yerdir burası. Ormanın her yanı gerçek mucizelerle doludur.

Belgrat Ormanı bentleriyle de ünlüdür. Kanuni döneminden itibaren İstanbul’un su gereksinmesini karşılayan önemli bir kaynaktır burası. Büyük Bent 1719’da yapılmış. Yani burası yalnızca bir doğal alan değil, aynı zamanda bir tarihsel alandır. Böyle bir proje hem tarihe hem de doğaya vurulacak bir darbedir.

Toplu taşımı ve yerli enerjiyle çalışan ulaşım modelini niye benimsemiyoruz? Yapılacak köprünün karayolu ulaşımını teşvik edeceği aşikârdır. Bu da daha fazla kirlilik, daha fazla karbondioksit, daha çok küresel ısınma, daha çok dışalım ve daha çok bütçe açığı değil midir? Her şeyi dışa bağımlı hale getirmek ülkemizin yararına olur mu?

Gelelim ormanın adına. 1521’de Kanuni’nin Sırbistan seferinden sonra bu adı almış. Kısaca Belgrat’ın fethinin anısı yaşar burada. Böylesine önemli tarihsel ve doğal bir değeri tahrip etmek hangi aklın işidir? İş yapar görünerek ve ucuz halkçılık yaparak ülkenin geleceğini karartmanın gereği var mıdır? Bu işin birkaç fırsatçıya çıkar sağlayacağı muhakkaktır. Ancak ülke çıkarını düşünenler, fırsatçıya fırsat yaratmak yerine toplumun çıkarını ön plana almalıdırlar. İstanbul ulaşımında Marmaray temel alınarak yeraltı treni sistemi kurulmalıdır.

Her söyleminde “Ecdat, ecdat!” diyenler, ecdat yadigârı bir doğal ve tarihsel değeri yok ediyorlar. Yoksa bunu da mı AB istedi?

Adil Hacıömeroğlu
20 Ağustos 2009

Not: Yazıyı uzatmamak için yalnızca Belgrat Ormanı’na odaklandım. Polonezköy ve Şile ormanları ayrı bir yazı konusudur. Polonezköy de önemli bir doğal ve tarihsel değerdir.
5 Nisan 2010 tarihli Kent Yaşam Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

DEPREM

17 Ağustos depreminin onunca yılında deprem mağdurlarını üzüntüyle andık. Üzüntümüz git gide de artıyor. Çünkü zaman geçtikçe binlerce insanımızı nasıl pisi pisine ölüme götürdüğümüzü düşünüp kahroluyoruz.

17 Ağustos 1999’da depreme kitap okurken, yani uyanıkken yakalandım. Depremi başından sonuna kadar salim bir kafayla izlemek durumunda kaldım. Felaketin gerçek yüzüyle ise saat yedi sularında karşılaştım. Avcılar’a birkaç arkadaşımla gittiğimizde enkaz altındaki çaresiz insanların çığlıklarıyla yüreğim bin parçaya bölündü. Gün sonunda Gölcük’teydim. Gölcük’teki görünüm ise tam bir felaketti. Depremin ilk günlerinde görüp yaşadıklarım ayrı bir yazının konusudur. Bir gün yüreğim dayanırsa bunları yazacağım. Gelelim konumuza…

Depremden sonra saatlerce devlet erkleri dahil; hiç kimse felaketin yeri, niteliği, sonuçları hakkında bilgi sahibi olamadı. Bu durum, devlet kurumları arasında ve yurt genelindeki iletişimin ne kadar yetersiz olduğunun bir göstergesiydi. Böylesine büyük bir olumsuzluğu yaşamamıza karşın, iletişim kurumlarımızın özelleştirme kapsamında yabancılara satılması ise tam bir aymazlıktır. İletişimin çok önemli olduğu günümüzde böyle bir durumun ülkemize nasıl faturalar çıkaracağı da açıktır. Ülkemizin ulusal savunması söz konusu olursa böyle bir iletişim sisteminin ulusumuza yaşatacağı vahameti düşünmek bile istemiyorum.

Ülkemiz insanının doğal felaketler karşısında çaresizliğinin nedeni nedir? Depremde, selde, heyelanda, çığda, kuraklıkta, fırtınalarda insanımız hep çaresiz kalıyor. Her doğal afetten sonra bir suçlu buluyoruz: Doğa… Bu coğrafyada yaşamak bizim yazgımızı belirliyor. Yazgıya boyun eğmek ilkel bir yaşamın göstergesi değil midir? Yüzyıllardır felaketlere karşı önlem almayan kafalar çağdaş olabilir mi?

Yüzlerce yapı, karton kutular gibi yerlere yere serildi. Yapıların bu denli dayanıksız olmasının nedeni nedir? Birinci neden, denetimin eksik olmasıdır. Yapıları denetlemekle görevli belediyeler ne yazık ki görevlerini türlü nedenlerle yapmamıştır. Yönetimsel savsaklama ve kenti rant aracı gören zihniyetlerin felaketlerdeki sorumlulukları yadsınamaz. Belediyeler, yönettikleri kentin, kasabanın yapılaşmasından birinci derecede sorumludurlar. Sorumluluğun ihmali, telafisi zor can ve mal kayıplarına yol açıyor. Peki, görevini ihmal edenler bir yaptırımla karşılaşıyor mu? Maalesef hayır. Her olaydan sonra bir günah keçisi bulunuyor ve her şey zamanla unutuluyor. Neden hesap sorulamıyor? Ülkemizde oynan demokrasicilikten ötürü, Çünkü demokrasi denince, başta siyasiler olmak üzere, hemen hemen herkesin aklına seçim geliyor. Kuvvetler ayrımından söz eden yok. Demokrasinin bir de yargı ayağı vardır, diye düşünülmüyor. Son günlerde yargıya karşı uygulanan sistemli popülist davranışlar ise cabası.

Kenti, doğayı bir yaşam alanı olarak görmeyen; bencil kazançların edinilebileceği talan alanı olarak gören bir anlayışın erk sahibi olması halkımızın karşılaşacağı doğal felaketler açısından en büyük felakettir. Kente ve doğaya, yağmalanacak alanlar olarak bakan anlayış yönetimde olduğu sürece doğal afetler karşısında acılarımız hep yinelenecektir.

Yapıların dayanaksızlığında diğer sorumlu ise yapsatçılardır. 1950’den sonra köyünde üç beş kuruş biriktiren birçok kişi, kentlere gelerek yapsatçı oldular. Kar oranı yüksek bu iş, önemli bir cazibe yarattı. Üstelik bu iş diploma da gerektirmiyordu. Denetimin yok olduğu, herkesin bir şekilde işini yoluna koyduğu ülkemizde demiri, çimentosu olmayan inşaatlar yükselmeye başladı. İşini iyi yapanlar yok mu? Tabi ki var; ama “Bir baş soğan bir kazanı kokutur.” atasözünde olduğu gibi onlar da arada kaynayıp gittiler.

Büyük deprem felaketinden on yıl sonra durum nasıldır? Ulus olarak gerekli dersleri çıkarabildik mi bu afetten? Ne yazık ki bu sorulara olumlu bir yanıt veremeyeceğim. Yine akarsu vadilerine, alüvyonlu arazilere binalar yapılıyor. Son yıllarda birçok belediye imar değişikliği yapmaktan başka bir işe fırsat bulamıyor. Öyle mahalleler oluştu ki afet sonrası halkın can güvenliğini sağlamak için sığınacağı en küçük boş bir alan dahi yok. Hızla büyüyen ve deprem olma olasılığı yüksek olan İstanbul’da, yeşil alanların imara açılması büyük bir kentsel felakettir. Depreme dayanıksızlığı kanıtlanmış binlerce yapının ıslahı için on yıldır hiçbir şeyin yapılmaması ise tam anlamıyla vahimdir.

Yerel ya da merkezi yöneticilerin hangisini dinleseniz, hepsi şikâyetçi. Sanki sorumluk başkasında, kendileri de mağduriyet içindeki garibanlar. Arada sırada toplantılar düzenleyip depremle ilgili konuşmalar yapıyorlar. Bu toplantılar abartılarak halka anlatılıyor. Böylece görevlerini yaptıklarını sanıyorlar. Öncelikli görev, depremde kimsenin burnunun kanamamasıdır. Bu da sağlıklı, dayanıklı konutların yapımıyla olur. İkincil görev ise deprem sırasında ve sonrasında yapılacaklardır. Bu konulardaki bilgilendirme çalışmaları ivedi olarak yapılmalıdır. Deprem sonrası arama, kurtarma çalışmaları için şimdiden önlemler alınmalıdır.

Şu unutulmamalıdır ki öngörülen İstanbul depremi, ülkemize çok büyük zararlar verecektir. Bu zararları telafi etmek ise olanaksızdır. Böyle bir yıkımdan sonra olacak can ve mal kayıpları ülkemizin ekonomik yaşamını perişan edecektir. Bu durum, bizi uluslararası arenada da zor durumda bırakacaktır. Doğal afetleri, ulusal güvenlik açısından da değerlendirmek gerekir.

Çağdaş insan, tehlikeler karşısında önlem alır. Olayları yazgısal bir teslimiyete dönüştürmez. Aklın ve bilimin gereklerine göre davranır. Olumsuzlukları rastlantısal nedenlere bağlamaz.

Kentine, doğasına sahip çıkmayan yöneticilerin aymazlıktan kurtulması en büyük dileğimizdir. Üç beş kişiyi zengin edeceğiz diye bir ülkeyi, bir ulusu mahvetmenin büyük bir ihanet olduğu da bilinmelidir. Bu nedenle yöneten ve yönetilen tüm yurttaşlarımıza büyük sorumluluk düşmektedir. Kapımıza dayanan felakete karşı önlemler almak için kamuoyu oluşturulmalıdır. Bu konuda ulusal bir seferberlik yapılmalıdır.

İnanın ki deprem ülkemiz gündemine oturan birçok yapay gündemden daha önemlidir, daha yaşamsaldır.

Adil Hacıömeroğlu
17 Ağustos 2009

DEMOKRATİK AÇILIMI BEKLERKEN

Günlerdir Türkiye kamuoyu “demokratik açılım”a kilitlendi. Bu açılımın yıllardır süren terörü bitireceğine birçok kişi inanmaya başladı. Herkesin 15 Ağustos’ta Öcalan’ın yapacağı açıklamaya kilitlenmesi ise işin en ilginç yanı.

Açılımın sihirli cümlesi: “Anaların gözyaşları dursun.” sözüdür. Bu söze kim itiraz edebilir? Kim ülkesinin kan ve gözyaşına boğulmasını ister ki? Dünyanın neresinde olursa olsun gözyaşı döken bir anneden etkilenmemek mümkün müdür? O gözyaşlarının içimizi nasıl kavurup yaktığını bilmez miyiz? Duygusal yaklaşımları fazla abartmak, akılcı yaklaşımları, mantıksal çözümlemeleri engeller.

Bir sorunu çözmek için, o sorunun neden-sonuç ilişkisine iyi bakmak gerekir. Herkes, şu soruları sorup yanıtlarını bulmalıdır: Türk ve Kürt analarını kan ve gözyaşına boğan teröristler dağa neden çıkmıştır? Terörü kimler, hangi amaçlarla desteklemiştir? Terörden içeride ve dışarıda kazanç sağlayanlar kimlerdir? Terörün ortaya çıkmasındaki toplumsal ve siyasal koşullar nelerdir? Bu soruları daha da artırabiliriz. Önce bu işin nedenlerini görmek için biraz eskilere gitmek gerekir.

Kurtuluş Savaşı’nı engellemek isteyen emperyalistler, temel olarak üç işbirlikçi grubundan yaralanmışlardır. Bunlardan birincisi çoğunluğu liberal çizgide olan mütareke basınıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına akıl almaz saldırılarda, ipe sapa gelmez karalamalarda bulundular. Amaçları kurtuluş mücadelesini engellemekti.

Bu grupların ikincisi, işgal kuvvetlerinden medet uman din bezirgânlarıydı. Bunlar Kurtuluş Savaşı’nda “Din elden gidiyor!” diye haykırarak Haçlı planlarına destek oluyorlardı. Cumhuriyet döneminde birçok kalkışmayla da modern Türkiye’nin oluşmasına ket vurmak istediler.

Üçüncüsü ise genellikle İngilizlerin desteğiyle ve kışkırtmasıyla isyanlar çıkaran bazı Kürt aşiretleridir. Sakarya Savaşı sırasında Koçgiri ayaklanmasının olması; Musul sorunu tam halledilecekken Şeyh Sait, Hatay’ın anavatana katılmasından hemen önce Dersim isyanlarının çıkması rastlantı mıdır? Bu ve benzer ayaklanmaların nedenleri haklı gerekçelere bağlanabilir mi?

12 Eylül darbesi ülkemizde iki büyük sorun yarattı. İlki ılımlı İslam çizgisinde palazlanan tarikatçı örgütlenmelerdir. 12 Eylül’le iktidara gelen Özalcı liberaller toplumu değiştirip dönüştürdüler. Bu değişim, olumsuz yönde oldu. Toplumsal değerlere hızlı bir saldırı başladı. Değer sisteminin gevşemesi toplumsal yozlaşmayı getirdi. Özgür bireyin yerini cemaatler aldı.

12 Eylül’ün yarattığı diğer sorun ise PKK’dır. Diyarbakır cezaevinde yaratılan olumsuz koşullar, terör örgütüne adeta bilinçli bir biçimde militan kazandırmıştır. Yine Kürtçenin yasaklanması ise 12 Eylülcülerin dâhiyane bir buluşudur.

Peki, amacı neydi 12 Eylülcülerin? Amaç, antiemperyalist çizgide gelişip güçlenen solun önünü kesmekti. Baskılar ve toplumu dönüştürme çalışmaları sonucunda sol, gittikçe güçsüzleşti. Güçsüzleşen sol kısır döngü içine girdi ve siyasal, düşünsel, kültürel alandaki yaratıcılığını yitirdi. Siyasal İslam’ın ve PKK’nın gelişmesi ülkemizi hızla sağcılaştırdı. Sağcılaşan ve solu tükenmekte olan Türkiye; emperyalist yaptırımlara, dayatmalara direnemez duruma geldi.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki KİT’ler özeleştirme politikaları sonucu satıldı. Böylece kısıtlı iş olanakları da yok oldu. Toprak reformunun yapılmaması bölgesel yoksullaşmayı artırdı. Sağlık ve eğitim hizmetlerinin aksaması bilinçsiz, kontrolsüz nüfus artışına neden oldu. Yoksulluk, cehalet ve feodalitenin baskıcı ortamı terör örgütünün hızla gelişip palazlanmasına neden oldu.

Sorunun çözümünü kendi tarihsel geçmişimizde aramalıyız. Öncelikle devlete, sosyal devlet olma özelliği yeniden kazandırılmalıdır. Sosyal yardımlaşmayı cemaatler eliyle çözmek büyük bir aymazlıktır. Bölgede toprak reformu ivedilikle yaşama geçirilmelidir. Özelleştirilen KİT’ler geri alınarak etkin hale getirilmelidir. Bölgesel yatırımlar özel sektöre bırakılmamalı, devlet eliyle yapılmalıdır. Yatılı okullar yapılmalı ve bu okullarda yoksul öğrencilere eğitim olanakları verilmelidir. Kürtçenin öğrenilmesi engellenmemeli, ancak öğrenim dili Türkçe olmalıdır. Eğitim ve sağlık hizmetleri yaygınlaştırılarak aile planlaması için halk bilinçlendirilmelidir. Bu önerilerimiz çoğaltılabilir. Fakat bunları hayata geçirebilecek bir siyasal irade mevcut mudur? Bence Hayır!

Peki, AKP’nin demokratik açılımı başarılı olabilir mi? Yani terör biter mi? A.Öcalan yargılanması sırasında “Şeyh Sait’in devamı olduğunu ve kullanıldığını” söylemişti Ne yazık ki demokratik açılımcıların tek umudu, kullanıldığını söyleyen bölücü başının ağzından çıkacak bir çift lafı beklemeleridir.

Bölücü örgütü yıllarca kollayıp destekleyen ABD (Çekiç gücün İncirlik üssünden PKK’ya lojistik destek sağladığı bazı devlet görevlilerimizce açıklanmıştır.) ve diğer emperyalist ülkeler çözüm istiyorlar mı acaba? Emperyalizmin en büyük marifetlerinden biri bölgesel sorunlar yaratmaktır. Sonra bu sorunları güya çözmeye kalkarlar, ama hiçbir zaman da çözmezler. Böylelikle de sorun gittikçe karmaşık bir hal alır. Karmaşık, çözümsüz sorunların olduğu bölgeler ise emperyalizmin kolay sömürü ve yönetim alanları olur. Bu sorun küresel güçlere teslim olarak ve yine onların reçeteleriyle çözümlenemez. Daha da karmaşıklaşır, içinden çıkılmaz bir duruma gelir.

Bir ülkede toplumsal barış, farklılıkların körüklenmesiyle değil; ortaklıkların güçlendirilmesiyle olur. Bizim üniter devlet biçimimiz ortaklıklar üzerine kuruludur. Farklılıklar üzerine kurulan Yugoslavya ve SSCB’nin dağılma sürecini hepimiz gördük. Halkların bitmez tükenmez düşmanlıkları, savaşları, kıyımları engellenebildi mi?

Kurtuluş Savaşı sırasındaki kutsal ittifak, yeni bir Haçlı seferi mi düzenliyor? Tabloya baktığımızda: emperyalistler, işbirlikçi liberaller, siyasal İslamcılar ve bölücüler Cumhuriyet’imizin başına çorap örmeye çalışıyorlar. Onlarca yıldır emperyalist vampirler kana doymadılar. Bu topraklarda hiçbir ananın gözyaşı dökmemesi için çözümü kendi içimizde aramalıyız. Şunu herkes bilmelidir ki, bizim yüreğimizdeki yangını ancak biz söndürebiliriz.

Adil Hacıömeroğlu
14 Ağustos 2009

DEMOKRATİK AÇILIM (!)

Günlerdir bir "demokratik açılım" sözüdür, alıp yürüyor. Türkiye bütün sorunlarını unutmuş, "demokratik açılım"a kilitlenmiş durumda. Gerçekten ülkemizde bir demokratik "devrim" yapılıyor da bizim mi haberimiz yok.

Bugün Abdullah Gül Bitlis'te "Başımızı kuma gömmeyelim. Bugün Türkiye'nin en önemli meselesi budur. Bunu bilerek hareket ediyorum." diyor. Neymiş Türkiye'nin en önemli meselesi? "Kürt sorunu..." Başka? Yer adlarının Türkçeleştirilmesi.

Peki; ülkemizde işsizliğin çığ gibi büyümesi, iş yerlerinin art arda kapanması, insanlarımızın çöpten yiyecek toplayarak karnını doyurması, ülkemizi saran ateş çemberi ... gibi konuların hiç mi önceliği yok? Türkiye'nin, son yıllarda izlenen yanlış politikalar yüzünden nasıl bir çözümsüzlüğün içine sürüklendiğini görmezden gelebilir miyiz? Güneydoğu sorununun temelinde yatan katı, sistematik feodalizmi ortadan kaldırmadan sorunun çözümü olanaklı mıdır? Şu da iyi bilinmelidir ki feodal derebeylere dayanarak, onlardan destek alarak feodalizm ortadan kaldırılamaz. Evet, Türkiye'nin gündeminde çözmesi gereken önemli, çözümü çok gecikmiş bir sorun var: Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki feodalizm.

AKP Hükümeti'nin ve AKP'li Cumhurbaşkanı'nın bunca acelesi nedendir? "Demokratik açılım"ı ivedi kılan nedir? Bizce bunun iki nedeni var. Birincisi, Obama'nın ülkemize ziyareti. Diğeri ise gündem değiştirerek ekonomik yıkıntıyı unutturmak.

Kim bu Obama? Dünyayı büyük bir sömürge haline getirmek isteyen ve Lozan Antlaşması'nı tanımayan ABD'nin başkanı. Peki, Obama nerede konuşup isteklerini bildiriyor? Dünyada emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını vermek için kurulmuş ve bu savaşı da kazanmış TBMM'de. Yani büyük kahraman Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu mecliste.

Gelelim Obama'nın isteklerine: Kürt sorununun çözümü, Ermenistan sınırının ve ruhban okulunun açılması, Kıbrıs'ın halli... En önemlisi ve kamuoyunun tartışmadığı ise Irak sorunu. Obama, Irak'tan çekileceklerini söyleyince bizim "barış güvercinleri" neredeyse göbek atacaklar. Obama'nın ABD'yi nasıl değiştireceğinden, artık dünyaya barış geleceğinden, bu nedenle de Obama'ya destek verilmesi gerektiğinden dem vuranlar oldu. Amaç, yeni ABD politikaları için zemin oluşturmak.

Evet, Amerika Irak'tan çıkacak; ama ya sonrası? İşte felaket burada. İşbirlikçi Barzani'yi kim koruyacak? PKK'nın durumu ne olacak? Obama, Irak'taki alev toplarını bizim kucağımıza bırakıyor, farkında değiliz. İşte, burada bölücübaşının 15 Ağustos'ta açıklama yapacağı gündeme düşüyor. Herkes 15 Ağustos'a kilitleniyor. Kimse niye 15 Ağustos, diye sormuyor. Bölücübaşı aba altından değnek gösteriyor. Çünkü 15 Ağustos, Eruh baskınının yirmi beşinci yılı. Yani PKK'nın devlete, ulusa meydan okuduğu ilk eyleminin yıldönümü. AKP'li kurmaylar ve onların destekçisi medya organları günlerdir kamuoyunu alıştırıyorlar bu duruma. Bölücübaşını ve ona bağlı militanları masum ve mağdur göstermek için demokrasi kullanılıyor. Biz, masumiyet ve mağduriyet politikalarıyla iktidara taşınanları gördük.

İnceden inceye PKK'ya affın temelleri atılıyor. Neymiş, dağdakilerin onuru kırılmaması gerekiyormuş(!). Onlara iş, toprak, hatta siyaset yapma hakkı tanınmalıymış. Yıllardır dağda bulunan, teröristlikten başka bir şey bilmeyen kişi, toprakta çalışıp tarım yapacak öyle mi? Peki, devletin, ulusun, ulusun bağrından çıkan ordumuzun onuru ne olacak? Şu anda PKK bitmek üzere. Dağılma ve çökme sürecine girdiği iyi bilinmelidir. Önlemler bu gerçekten hareketle alınmalıdır. Politikalar böyle oluşturulmalıdır.

PKK ile dağda bayırda savaşan, ABD'nin BOP'una karşı çıkan subaylarımız bir bir tutuklanıp yargılanırken bölücübaşının gündem belirlemesinden daha doğal ne olabilir ki? Halk deyimiyle taşlar bağlanmıştır... Yani Cumhuriyet'in köşe taşları... Cumhuriyet dağının kayalarını bağlamak mümkün müdür?
Adil Hacıömeroğlu
10 Ağustos 2009