BÖYLE BAYRAM MI OLUR?


Dini ve milli bayramlar tüm ulusların yaşamında önemlidir. Ulusal birliğin sağlanmasında, dayanışma duygusunun geliştirilmesinde, toplumların psikolojik motivasyonunda bayramların önemi yadsınamaz. Dünyanın her yerinde, inancı ve etnik kökeni ne olursa olsun her toplumun muhakkak bir bayramı vardır. Bayramsız bir toplum düşünülemez; çünkü bayramlar insanlığın moral değerleridir.

Çocukluğumdan beri ulusal olsun, dini olsun her bayram bana heyecan verir. Ulusal bayramlar tarihsel belleğin tazelenmesi açısından önemlidir. Tarihteki olumlu ya da olumsuz olayların ayrımına vararak, onlardan ders almak her yurttaşın görevi olmalıdır. Ulusal bütünlüğün sağlanması ve ortak bir toplumsal ruha sahip olmak için ulusal bayramlar vazgeçilmezlerimizdendir. Ancak bu yazımızdaki konumuz, dini bayramlarımızdır.

Bayramlarda dinlenceye gidenlerden değilim. Yaşamım boyunca tüm dini bayramları ailemle geçirmek beni hep mutlu etmiştir. Geniş aile bireyleriyle yılda birkaç defa bayram nedeniyle de olsa sofraya birlikte oturup yemek yemek, acı ve tatlı olayları yad etmek doyumsuz bir andır benim için. Ayrıca mezarlık ziyaretleriyle vefa duygusunu yaşamak iç huzurumuz açısından da gereklidir. Akraba, komşu ve eş dost ziyaretlerinin sosyal doyumunu nereden alabiliriz ki? Dizilere teslim olmuş, televizyonların koşullandırıcı yayınlarıyla monotonluğun kısırdöngüsünde uyuşmuş, kent yaşamının zorluklarıyla yalnızlaşmış, ekonomik ve sosyal sıkıntılarla bunalmış halkımız için bayramlar daha da önemli duruma gelmiştir. Bu nedenle bayramları bayram gibi kutlamanın güzelliğini de bilmemiz gerekir.

Bu kurban bayramında da diğer bayramlarda olduğu gibi İstanbul’dan Ankara’ya geldik. Adetten olduğu üzere bayramlarda ailenin en büyüğünün yanında toplanılır, biz de öyle yaptık. Gece yarısı bindiğimiz otobüs, sabahın altısında Ankara’daydı. Fakat o da ne? Otobüs terminali dışında otobüs yazıhanelerinde yolcu indirmek yasak. Başkentimizde otobüs firmalarının servis araçları belediyece üç beş yıldır yasaklanmıştı. Servis aracı yok, taksi fiyatları el yakıyor. Mesafe de uzak. Tek çözüm dolmuş bekleyip binmek. Sıcaklık iki derece, sert bir ayaz ve biz de binlerce yurttaşımız gibi bekliyoruz. Biz elli dakika bekledik, diğerlerinin ne kadar beklediğini bilemem. Yani ilk dakikada bayram ziyaretinde çile başlıyor. Şehirlerarası yolculukta çekmediğiniz çileyi, şehir içinde çekiyorsunuz. Türkiye’nin hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir keyfi uygulamayla Ankara ziyaretleri eziyete dönüşüyor.

Bugün bayram ve hiçbir şey benim moralimi bozamaz. Yüreğimde kine, öfkeye yer yok bugün. Güzellikler, mutluluklar ön planda olmalı. Eve gelip kapıyı çalıyorum. Annemin güleç, mutlu gülümsemesiyle karşılaşıyorum. Ne güzel, ne kadar güzel; bir ömre değen an, bu an değil mi? Gözlerinden gece boyunca uyumadığını anlıyorum, ben de uyumadım. Anne yüreği böyledir, kaç yaşında olursan ol, sen hala küçük bir çocuksun onun gözünde. Yolculuğun bitene kadar onun camdan bakan hasret gözyaşları da bitmez. Bunun içindir ki çoğu kere ziyaretlerimin saatlerini söylemem, birden çalıveririm anacığımın kapısını. Babam sağken birlikte beklerlerdi, şimdi iki kişilik bekliyor.

Herkes toplanıyor, bayramlaşıyoruz, armağanlar, harçlıklar… Artık mükemmel bir kahvaltıda sıra. Sonra bayramda eksik olan yanımızı tamamlamaya… On binler Karşıyaka mezarlığına akıyor. Dualar, çiçekler, mezarlara dökülen can suları… Derin ve bitmeyecek özlemler mezar taşlarında, mermerlerde sonsuz öpüşlere, gözyaşlarına dönüşüyor; dalgın ve içten ağlayışların hüznü ise vuslata. Bir yanımızı geride bırakarak eve dönüyoruz. Uzun bir sessizliği çocukların cıvıltısı bozuyor. İşte hayat, işte gelecek... Az sonra konukların da geleceği düşüncesiyle toparlanılıyor.

Mezarlık dönüşü hazin kurban manzaraları… Çoluk çocuk kurbanların başına üşüşmüş insanlar… Herkes kurbanın bir yanından çekiştiriyor. Hijyen hak getire… Akşamleyin haberleri izliyorum, yurt genelinde kurban görüntülerini. İçim kararıyor vahşet karşısında. Sokak ortasında, kurbanlıklara sopa, bıçak, zincir, satır, balta, tabancalarla saldırılıyor. Sanki düşman işgallerine karşı direnen milis kuvvetleri. Kaçan hayvanın arkadan bacak liflerini keserek, onu cadde ortasına çökerten zalim bir ruhun kameralara bakışı unutulur mu? Hepsi Çin işkencesi gibi. Hangi vahşeti anlatalım ki? Din bilginleri istediği kadar “Kurbanlık hayvanlara eziyet edilmemeli, bu günahtır.” desin. Dinleyen kim, anlayan kim? İçimizdeki zalimliği, hayvanlardan çıkarıyoruz. Nasıl vatandaşı soymak, ılımlı İslamcılığın Allah’la aldatıcılığıyla yapılıyorsa; zalimlik de dini bir görevi yerine getirme bahanesiyle hayat buluyor kimi zavallı bedenlerde.

Kurban kesimi sonucunda birinci günün tablosu: 2 ölü, 1954 yaralı. Gözü çıkan, parmağı kopan, kolu, bacağı ve vücudunun muhtelif bölgelerinden yaralananlar var. Bir savaş tablosu sanki.

Televizyonlardaki ikinci önemli bayram haberi ise, türbe ziyaretleri. Kutsal kabul edilen kişilerin türbelerini yurttaşlarımız akın akın ziyaret ediyorlar. Yoksullar, hastalar, dertliler… çözümü türbeleri “tavaf” etmekte buluyorlar. Bedenlerinin ağrıyan, hasta olan bölümlerini türbe taşlarına sürerek çare arıyor, çaresiz yurttaş. Türbe topraklarını alarak evin yolunu tutuyor kimi insanlar, ilaç olur diye.

Merak edenlerin olduğunu biliyorum, söyleyeyim. Geçen yıllarda olduğu gibi kurbanımı Mehmetçik Vakfı’na bağışladım, ancak yüreğimin bir yanı LÖSEV’de kalarak. Bayramlarda sevdiklerimize ve gereksinimi olanlara armağan almak kadar güzel bir davranış yoktur bence. Tabi ki armağan usulen olmamalı, bir eksiği giderici olmalıdır. Yine armağan verirken insanların gururu incitilmemelidir. İnsanlara açıktan para vermeyi hep onur kırıcı bulmuşumdur.

Bayramların ve geleneklerimizin hurafeye, vahşete dönüşmeyeceği nice güzellik , mutluluk ve huzur dolu bayramlar diliyorum ulusumuza.

Adil Hacıömeroğlu
27 Kasım 2009

24 KASIM'IN ÖNEMİ


1981’den beri kutlanan “Öğretmenler Günü”nün anlamı nedir? Neden 24 Kasım günü seçilmiştir? Bugünün tarihsel önemi nereden gelmektedir? Bu soruları yanıtlamadan 24 Kasım’ı anlamak olanaksızdır.

29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edildiğinde, ülkemiz acı bir gerçekle de karşı karşıya idi. Bu, ulusu saran cehaletti. Okuma yazma bilmeyen ve etkin bir kültürel yaşama katılamayan bir toplumun ayakta durması çok zordu. Bu nedenle Atatürk, toplumu değiştirip çağdaşlaştırmanın biricik yolunun eğitim olduğunu görerek büyük bir eğitim seferberliğine girişmiştir. Eğitimin, feodalizmi çökertecek en büyük güç olduğu da Cumhuriyet kurucuları tarafından bilinmektedir. Ayrıca kalkınmanın temelinde de eğitim vardır. Okullaşma oranın çok düşük olduğu bu dönemde, köktenci önlemler almak da zorunluydu. Çünkü yüz yıllardır yerleşen gelenekleri ortadan kaldırmak sanıldığı kadar kolay değildi.

Önce işe Latin harflerinin kabulüyle başlamak gerekiyordu. Bunun için çalışmalara başlandı. Çünkü asıl amaç, yeni abecenin kolaylığı ile yurttaşların tümüne okuma yazma öğretmekti. 1 Kasım 1928’de Harf Devrimi yapıldı. 22 Eylül 1928 günü millet mekteplerinin kuruluşu kararlaştırıldı. Kuruluş kararında bu okulların kuruluş ereği şöyle açıklanıyordu: “Türkiye halkını okuyup yazmaya muktedir bir hale getirmek ve ona hayat ve maişetinin istilzam ettiği ana bilgileri kazandırmak maksadıyla millet mektepleri teşkilatı vücuda getirilmiştir.” İşte, bu ulusal eğitim devriminin dayandığı temel anlayıştı. Bu işin başında da unutulmaz bakanlarımızdan Mustafa Necati vardı. Ne yazık ki milli eğitimimizin öncü ve devrimci bakanı Mustafa Necati, millet mekteplerinin açıldığı, yani öğretime başladığı 1 Kasım 1929 günü aramızdan ayrılmıştır.

Bakanlar kurulu, 11 Kasım 1928’de Mustafa Kemal’e millet mektepleri başöğretmenliği unvanını verdi. Atatürk, 24 Kasım’da başöğretmenliği kabul etti. Bu nedenle bugün, öğretmenler günü olarak seçilmiştir. Millet mektepleri köy enstitülerine giden yolun başlangıcıdır. Türk toplumunun tarihi boyunca yaptığı en büyük eğitim devrimidir. Türk aydınlanması açısından çok önemlidir. Her kesimden yurttaşın okula gitme fırsatını yakaladığı sürecin kilometre taşıdır. Çağdaşlaşmanın itici gücü eğitimdir. Bilimin, kültürün, sanatın egemen olmadığı hurafelerin egemen olduğu bir toplumun çağdaşlaşması, kalkınması olanaksızdır. Atatürk’ün başöğretmenliği kabulü, bu işin önemini belirtmek açısında önemlidir. Dünyada başka örneği de yoktur.

24 Kasım ruhu, çok kısa sürede bozkırları vahaya çevirmiş; yurdumuzun dört bir yanında Cumhuriyet coşkusuyla büyük bir aydınlanma yaşanmıştır. Millet mektepleriyle başlayan eğitimle aydınlanma süreci, köy enstitüleriyle doruğa ulaşmıştır. Cumhuriyet’in bu hızlı aydınlanması, ışıktan gözleri kamaşan yarasaları rahatsız etti. Ortaçağ karanlığında beslenip büyümüş yarasalar, ulusumuzun en büyük aydınlanmasını sona erdirmek ve Cumhuriyet güneşinin ışığını söndürmek için var güçleriyle savaştılar bu çağdaş eğitim sistemimizle. Bu savaşlarında, çıkarları bozulan ve Kurtuluş Savaşı’nın öcünü almak için yanıp tutuşan emperyalist güçlerin desteğini aldılar. Köy enstitülerinin ortadan kaldırılması için amansız bir mücadele verdiler ve ne yazık ki bunda da başarılı oldular.

Her rejimin kendi felsefesine göre kuşaklar yetiştirmesi olağandır. Cumhuriyet de bunu yapmaya çalıştı. Örnek bir çağdaş modeli yaşama geçirdi. Toplumsal çıkarı ve idealizmi ön planda tutan bir eğitim modeli yarattı. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum, yurttaşlarına tüm olanaksızlıklara karşın bu kadar kısa sürede, okuma yazma öğretememiştir. İşte bunun adı Türk mucizesidir. Bunu da Cumhuriyet’imiz başarmıştır. İşte Cumhuriyet’in erdemi de buradadır.

Cumhuriyet’imizin tartışmaya açıldığı, ulusal değerlerimizin görmezden gelindiği, eğitimimizin tarikatlara ve bir kısım varsıllara terk edildiği bu dönemde, 24 Kasım ruhuna çok büyük gereksinmemiz vardır. Ulusumuzun küresel güçlerin hedef tahtasına konduğu günümüzde, 19 Mayıs’ın bağımsızlıkçı ruhundan filizlenen 24 Kasım anlayışı toplumumuzun umarı olacaktır. Unutmamak gerekir ki toplumsal dinamizmi harekete geçirecek olan ulusal, bilimsel, idealist eğitim sistemidir. Bu da 24 Kasım’dadır.

Evet, bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü. Cumhuriyet güneşinin ışığıyla yurdun dört bir yanını aydınlatan öğretmenlerimize selam olsun. Gününüz kutlu olsun öğretmenlerim.

Adil Hacıömeroğlu
24 Kasım 2009

DEMOKRASİ Mİ, OTOKRASİ Mİ?


Son günlerde “Bu kadarı da olmaz.” dedirten olaylar ardı sıra yaşanıyor. O kadar çabuk gündem değişiyor ki, kamuoyu değişiklikleri izlemekte zorluk çekiyor. Halkın gündem sarhoşu olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte AKP yöneticilerinin azarlama alışkanlığı artarak sürüyor. Hatta en yakın “dava” arkadaşlarını bile kamuoyu önünde azarlamaktan çekinmiyorlar.

Biz; başbakanın işsizi, işçiyi, çiftçiyi, özürlüyü, hatta şehit anasını azarlamasını görmüştük de “dava” arkadaşlarını azarlamasına yeni yeni tanık oluyoruz.

RTE geçen günlerde kabine arkadaşı sağlık bakanını, herkesin gözü önünde feci biçimde azarlayıp arkasını döndü gitti. Oysa Bakan Bey, hükümetin en önemli ve gündem değişikliğine en uygun projesini halka tanıtmanın heyecanı içindeydi. Çünkü domuz gribi, açılımlarla kan kaybeden AKP yönetimine can simidi olmuştu. Peşinden gelen aşı tartışmaları ise “açılım” denizinde batmakta olan AKP gemisini kurtarmıştı. Doğaldır ki böyle bir durum karşısında Sağlık Bakanı’nın takdir beklemesi hakkıdır. Övgü beklemekte olan Bakan Bey, ansızın terslenince neye uğradığını şaşırdı.

Başbakan, son olarak TBMM başkanı ve kadim arkadaşı M. Ali Şahin’i fırçaladı. Nedeni ise “açılım” görüşmeleri sırasında Şahin’in muhalefetin sesini kısmamasıydı. En küçük eleştiriye bile tahammülsüzlüğün nedeni ne olabilir ki? Bir yandan demokratikleşme nutukları atacaksın, bir yandan da muhalefetin sesini kısmak için her türlü yolu deneyeceksin. Zaten parlamento dışı muhalefet konuşamıyor. Demokratik kitle örgütleri ve sendikaların baskı sonucu sesleri kısılmış. Basın kuruluşlarının iktidarı eleştirmeleri olanaksız. Eleştiren, akıl almaz baskılara uğruyor. Tüm toplum katmanlarında inanılmaz bir korku var. Askeri diktatörlüklerde bile görülemeyecek uygulamaları, ne yazık ki halkın oyuyla seçilmiş bir iktidarın döneminde görüyoruz. Bayramlarda bazı yurttaşlarımız “Ergenekoncu” damgası yememek için evlerinin camına, balkonuna Türk Bayrağı bile asamıyor. İnsanlar, Atatürk’ün adını ağızlarına almaktan korkuyor. Bu durum bile iktidarı memnun etmiyor. Meclis’te yapılan eleştiriler çıldırtıyor başbakanı ve kabak kadim arkadaşının başına patlıyor. Yani yürütmenin başı, yasamanın başını paylıyor. Bu ne demektir? Bu yürütmenin başının, her şeye egemen olması demektir. Demokratik sorumluluk sınırların nasıl da işe yaramadığının göstergesidir bu.

Fırçayı yiyen kişilerin, bu fırçaları sineye çekmeleri bizim konumuz değil. O, tamamen kendilerini ilgilendirir. Halkı ilgilendiren ise, işgal edilen orunların (makamların) düştüğü acıklı durumdur. Başbakan var olan sisteme uygun davranıyor. “Hepinizi ben seçtirdim, bulunduğunuz yerlere ben getirdim, o halde istediğim gibi de davranırım” demek istiyor. İşte demokratik Türkiye’nin demokratları…

Şimdi gelelim yargı cephesine. Geçen haftanın bombası ise savcı ve yargıçların dinlenmesiydi. Memur amirini, amir memurunu dinliyor. Devlette kimin, kimi dinlediği belli değil. Belli olan bir şey var. O da bir dinleme terörü yaratılıyor. İnsanlar eşleriyle bile konuşamaz duruma geldiler. Sıradan kişiler bile telefonlarının dinlendiği kuşkusuna kapılıyor. Dinlenme korkusu, toplumu sindiriyor. Sindirilen toplum da en yaşamsal konularda bile sesini çıkartamıyor. Ulusun geleceğini ilgilendiren kararlar karşısında tırsıp kalıyor. Akşam eve ekmek götüremeyen adam, niye ekmek götüremediğini sorgulayamıyor. Büyüyen işsiz ordusunun eğitimli gençleri, işsizliklerinin nedenini düşünemiyor.

Yargı, dünyanın hiçbir ülkesinde böylesine bir baskı görmemektedir. Buna diktatörlükler, krallıklar, teokratik yönetimler dâhildir. Adaletin olmadığı yerde dirlik düzen de olmaz. Toplumdaki adalet duygusu yaralandığında her şey şirazesinden çıkar. Toplumun güven duygusu yara alır. Kişiler, hukuku başka yerlerde arar. Bu da toplumu anarşiye götürür.

RTE’nin 13 Kasım günü, TBMM’de yaptığı konuşmada bir ayrıntı dikkatimi çekti. Sürekli olarak liderlere ve milletvekillerine ikinci tekil kişili hitap etmesidir. Yani “sen” diye seslenmesidir. Mahalle üslubunun meclise taşınmasına tanık olduk. Nezaketin ve zarafetin önemli bir toplumsal kural olduğu unutulmamalıdır. Her ne pahasına olursa olsun, karşıtımıza da saygı göstermek demokratik görgü kuralıdır.

Yargının, yasamanın, yürütmenin özgür ve şeffaf bir biçimde, birbirinden bağımsız olarak çalışamadığı ortamda demokrasiden söz edilebilir mi? Toplumsal korku, kaygı ve şüphelerin egemen olduğu yerlerde demokrasi ağacı kök salabilir mi? Düşünme ve söz özgürlüğünün olmadığı yerlerde demokratik yarış olabilir mi? Böylesine keyfiyetle yönetilen bir yerdeki rejimin adı demokrasi mi, yoksa otokrasi mi olur?

Peki, bir yöneticinin, en yakınlarını bile toplum önünde terslemekten çekinmemesinin anlamı nedir? Bu, kaybedeceğini anlayan bir insanın telaşıdır. Ne yapacağını bilmeme durumudur. Demokrasiyi araç olarak gören birisinin, kaybetme korkusudur, demokratik kurallara alışamama tavrıdır. Dünyanın her yerinde diktatörler ve diktatörlük heveslileri, iktidardan düşeceklerini anladıklarında daha asabi olurlar. Herkese saldırarak durumlarını koruyabileceklerini sanırlar. İşte, son günlerde gördüğümüz manzaranın nedeni budur.

Cumhuriyet’imiz büyük bir tehlikeden kurtulma şansını yakalamıştır. Demokratik yollarla iktidarın değişmesi yakındır. Gelecek seçim, bu nedenle ulusumuz açısından önemlidir. Muhalefet partileri, ulusumuz ve Cumhuriyet’imiz bakımından böylesine önemli bir dönemde çok akılcı ve titiz davranmalıdır. Ülke çıkarlarını parti ve grup çıkarlarından üstün tutmalıdırlar. AKP’nin iktidara taşındığı süreci iyi anlayıp değerlendirmelidirler. Tüm bu olanlara karşın, eğer AKP bir seçim daha kazanırsa, sonucunu düşünmek bile istemiyorum. Böyle bir durumun vebali kimin ya da kimlerin olur? İşte, bu vebalin altından kalkmak zordur.

AKP kaybettiği takdirde, 2011 seçimlerinden sonra iktidara gelecek siyasal kadroların sorumluluğu çok ağırdır. Devlet kurumlarını yeniden derleyip toparlamak, akılcı çalışmalar gerektirmektedir. Hatır gönülle göreve getirilecek eş dostla AKP’nin enkazı temizlenemez. Bu aşamada ortak aklın kullanılması önemlidir. “Hakikatin hatırı, dostun hatırından üstündür (Hz. Ali).” sözü muhalefet partilerince ilke edinilmelidir. Büyük önderimiz Atatürk de bu anlayışla Cumhuriyet’imizi kurmadı mı?

Adil Hacıömeroğlu
16 Kasım 2009
Not: 23 Kasım 2009 tarihli Ulus Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

BÜYÜK OYUN


CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, 10 Kasım 2009 günü TBMM’de başlayan “Kürt Açılımı” görüşmesinde partisinin görüşlerini açıkladı. Açılımın meclisteki ilk günü, 10 Kasım’ın tarihsel anlamı nedeniyle gergin tartışmalarla geçti. Onur Öymen’in konuşması o gün fazla eleştirilmedi. Birkaç gün sonra konuşmadan bir cümle alınarak kamuoyunda büyük tartışmalar başladı.

Tartışmalarda Sayın Öymen’in şahsında CHP sorgulanırken CHP’nin kurucu kimliği üzerinden, Atatürk dönemi uygulamalarına karşı birçok cepheden saldırılar gelmeye başladı. Sağduyu sahibi ve okuduklarıyla dinlediklerini anlayabilen çok sayıda yurttaşımız bu oyunu hemen fark etti ve CHP’nin yanında yer aldı.

Öncelikle Sayın Öymen’in tartışmaya neden olan sözlerini birlikte, konu bütünlüğünü bozmadan okuyalım:

“Değerli arkadaşlarım “Analar ağlamasın.” diyorlar. Maalesef, bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da “Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim.” demedi. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Kimse çıkıp da “Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşalım.” dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da “Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım.” dedi mi? Dünyada diyen var mı? Amerika’da bir saat içinde 3 bin kişiyi öldürdü teröristler. Bir Amerikalı devlet adamı çıkıp da “Aman, analar ağlamasın. Şu teröristlerle bir uzlaşalım.” dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü, terörle mücadele cesaretiniz yok. Sizden önceki bütün hükûmetlerin gösterdiği cesareti siz gösteremiyorsunuz.” (TBMM zabıtları 10.11.2009)

Yukarıdaki alıntı, konuşmanın tartışılan bölümüdür. Burada ve konuşmanın bütününde vurgulanmak istenen, teröre karşı hükümetin uzlaşmacı tavrının yanlışlığıdır. Yine ulusal çıkarlar için teröre taviz verilmemesinin gerekliliği yazının ana düşüncesini oluşturuyor. Konuşmada daha önce de sözü edilen konulara atıfta bulunuluyor. Ancak AKP ve DTP milletvekillerinin laf atmaları yüzünden konu bütünlüğü dağılmıştır. Eğer bu konuşmadan, Dersim konusunda olduğu gibi olumsuz anlamlar çıkarmak istersek; Çanakkale Savaşıyla, Kurtuluş Savaşıyla, Şeyh Sait isyanıyla, Kıbrıs’la ilgili de benzerlikler kurulabilir. O zaman neden yalnızca Dersim?

Cumhuriyet’e karşı yapılan tüm ayaklanmalara karşı, Atatürk ve arkadaşlarının tavrı aynı olmuştur. Menemen’deki tavırla Dersim’deki tavır arasında bir fark yoktur. Cumhuriyet’e karşı ayaklananlarla ilgili etnik ve inanç bağlamında bir davranış farklılığı da olmamıştır. Zor bir savaştan sonra kurulan bir rejimin, kendini savunma refleksi doğru algılanmalıdır. Bugünkü koşullardan hareketle 1920’leri, 1930’ları değerlendirmek, büyük bir haksızlık olduğu gibi önemli bir yanlıştır. Her olayı, o günkü koşullar çerçevesinde değerlendirmek akılcılıktır. Şimdi o günlere bir dönelim. Cumhuriyet yeni kurulmuş, Feodalizmin tasfiyesi en önemli amaç. Bunun yolunun da eğitim ve sanayileşmeden geçtiği belirlenmiş. Büyük bir kalkınma hamlesi başlatılmış. Bunun yanı sıra eğitimde harikalar yaratılıyor. Bunlarla birlikte sosyal alandaki devrimler, baş döndürüyor. Türk tarihinin mucizevî dönüşümü yaşama geçiriliyor. Ulus, heyecanla her işe dört elle sarılıyor. 1923’te on olan sanayi kuruluşu sayısı, on yıl içinde bini aşıyor. O günün dünya koşullarında devasa diyebileceğimiz endüstri kuruluşları kuruluyor. Yurdun dört bir yanında bacalar tütüyor. Semalarımızda bizim ürettiğimiz uçaklar uçuyor. Ulaşım, iletişim alanlarında olağanüstü çalışmalar yapılıyor. Denizlerinde kabotaj hakkını kazanan bir Türkiye var. Madencilikte büyük başarılara imza atılıyor. Yüz yıllardır sömrülen, horlanan, yoksulluk ve eğitimsizliğin kör karanlığında debelendiği için özgüvenini yitirmiş bir ulus; diriliyor, ayağa kalkıyor ve uygarlık yolunda büyük bir güven duygusuyla hızla koşmaya başlıyor.

Ulusumuzun uygarlık alanındaki bu koşusu, çıkarları zedelenen bir takım grupları rahatsız ediyor. Bunlar, işbirliği yaparak çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak için koşmakta olan Türkiye’ye çelme atmaya başlıyorlar. Peki, çıkarları bozulanlar kimlerdi? En başta batılı sömürgeci güçler geliyor. Yıllarca topraklarımızın tüm zenginlik kaynaklarını hunharca sömürenler, yurdumuzdan kovulunca Kemalist devleti hedef seçtiler. Halkın bilgisizliğinden yararlanarak acımasız bir sömürü düzeni kuran toprak ağaları, din bezirgânları, karaborsacı tüccar takımı, birtakım aşiret reisleri ve şeyhler ülkemizin modernleşmesine karşı çıktılar. Çağdaşlaşma savaşını engellemek için, batılı emperyalist güçlerin desteğiyle birçok ayaklanma çıkardılar. Cumhuriyet’in kurucuları, bu gerici ve yıkıcı hareketleri bastırdı. Bu durum karşısında ne yapsaydı o zamanki yönetim? “Kurtuluş Savaşıyla kovduğumuz sömürgeci güçlere ülkeyi teslim edelim. Feodal derebeylerinin sömürü çarkı sürsün. Ülke aydınlanmasın, endüstri neyimize, bize ilkel tarım yöntemleri yeter…” demesini mi bekliyordunuz Cumhuriyet kurucularının? Ayaklananlar; daha çağdaş, daha gönençli, daha laik, daha eğitimli bir Türkiye’nin oluşması için mi baş kaldırdılar?

Alevi yurttaşlarımızın Cumhuriyet’e ve devrimlere bağlılığı tartışılamaz. Dersim olaylarının, Aleviliğe karşı bir hareket olmadığı iyi bilinmelidir. Sayın Öymen’in konuşmasının böyle bir zemine çekilmesi son derece tehlikelidir. Zamanlama açısından da dikkat çekicidir. Son yıllarda AB çevreleri, Alevilerin azınlık olduğunu söyleyip duruyorlar. Bu konuşmadaki bir cümlenin fırtına yaratması manidar değil midir? Onur Öymen’e ilk tepkilerin AKP güdümlü basından gelmesi çok anlamlı ve ilginçtir.Yandaş basın adeta Onur Öymen’e karşı bir linç kampanyası başlattı. Daha sonra PKK çevrelerinin, bu işe dört elle sarılması ne anlama gelmektedir? Öymen’e saldırıların örgütlü biçimde artarak CHP’yi hedef alması nasıl açıklanabilir? Giderek Atatürk döneminin sorgulanmasına uzayan bu linç kampanyasının amacı, Cumhuriyet’e önemli ve öldürücü bir darbe indirmektir.

Bazı Alevi yurttaşlarımızın, Dersim konusunda duygusal davranması doğru değildir. “Bizimkiler ayaklanırsa doğru, başkaları ayaklanırsa yanlış düşüncesi” anlaşılır gibi değil. Bu düşüncenin; “Müslüman soykırım yapmaz.” ve “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” Anlayışından bir farkı var mıdır? Hz. Ali, “Hakikatin hatırı, dostun hatırından üstündür.” diyerek duygusallığın yerine, akılcılığı koymamızı öğütlüyor yüzyıllar öncesinden.

Zamanlama ilginçtir, neden? 19 Kasım 2009 günü Avrupa Parlamentosu salonunda ikinci Dersim konferansı toplanacak. Hiç sorduk mu kendimize, bu Avrupalıların Dersim aşkı durup dururken niçin nüksetti? Konferans DTP ağırlıklı ve birtakım Ermeni kuruluşlarının temsilcileri de (geçen yıl olduğu gibi bu yıl da) katılacaklar buraya. DTP’liler, geçen yıl konferansa katılan ve kendini Batı Ermenistan temsilcisi olarak tanıtan kişiye, Batı Ermenistan’ın neresi olduğunu sorsunlar bari. Geçen yıl heyecandan unutmuş olmalılar. Sorunun doğru yanıtı alınınca gerçekler de birazcık olsun anlaşılır.

Neden CHP? Çünkü CHP’nin oyları tüm kamuoyu yoklamalarında yükseliyor. AKP ise çöküşe doğru gidiyor. CHP, AKP’nin “tüm açılım” planlarına karşı duruyor, engelliyor. Halk da CHP’nin bu politikalarını onaylıyor, destek veriyor. İşte, bu noktada Alevi seçmen tabanıyla arasına nifak sokulmaya çalışılıyor. Bilinçli Alevi seçmen bu numarayı yer mi? Yemez; çünkü bu durum, laik Cumhuriyet’e zarar verir.

Burada bir anımsatma yapmak istiyorum. Kardak krizinin olduğu günlerde, dış işleri görevlisi Onur Öymen, Kardak Adası’nın Milas’ın tapu kayıtlarında yer aldığını söylüyor ve Türkiye haklılık kazanıyor. Öymen, ulusal çıkarları ödünsüz savunmanın bedelini mi ödüyor yoksa?

“Çayın taşıyla çayın kuşunu vurmak” oyunu bozulmalıdır. Başta CHP’liler olmak üzere tüm ulus; CHP’ye sahip çıkmalı, bu küresel tezgâhı boşa çıkarmalıdırlar. Yoksa ülkemizde otokratik bir yönetim kurmak isteyenlerin önündeki önemli bir güç saf dışı kalır. Demokratik, laik, hukuk düzenimiz geri dönülmez bir girdabın içine girer.

Adil Hacıömeroğlu
18 Kasım 2009

Not: Yazılarımın tümüne http//adiladalet.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.

SOYKIRIM YAPAN MÜSLÜMAN OLUR MU?

Başbakan RTE, “Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine teslim olmuş biri, asla soykırım yapamaz.” diyerek önemli bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Basın yayın kuruluşları bu konuyu gereği kadar tartışamadı. Kamuoyu söylenen sözün içeriğini yeteri kadar anlayamadı. Çünkü gündem yeniden açılıma kilitlendi. 10 Kasım günü TBMM’ye gelen açılım önergesi yine gündem sapmasına neden oldu.

Uluslararası Ceza Mahkemelerinin katliam suçlusu ilan ettiği bir devlet başkanını böylesine savunmak, çağdaş bir ülkenin yöneticisine yakışmaz. Din ve inanç insanla Tanrı arasında oluşan bir ilişkidir. Bunun derecesini, içtenliğini ölçebilecek bir alet henüz icat edilmedi. “Müslüman olan suç işlemez.” düşüncesi son derece sakıncalıdır. Bu genelleme bizi iki önemli hataya yöneltir. Birincisi, suçları Müslüman olmayanların işleyebileceği iması olur. İkincisi ise çağdaş hukuk adına ne varsa reddetmeye götürür ki bu da açıkça hukuk devletini ve uluslararası hukuk kurallarını inkâr etmemiz anlamına gelir. Böyle bir durum da toplumsal anarşinin çıkmasına neden olur.

Şimdi biraz da ülkemizde konuk edilmesi düşünülen Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’i tanıyalım. El Beşir, 1989 yılında halkoyuyla seçilen Sudan Devlet Başkanı Sadık El Mehdi’yi darbeyle devirip yerine geçen bir diktatör. Hükümetimiz bir yandan Türkiye’deki “darbecileri(!)” tutuklarken, bir yandan da darbeci bir devlet başkanını konuk etme heyecanını hangi “demokrasi aşkıyla” açıklayacak. Demokrasi, tüm dünyaya yerleştiğinde insanlık için anlam kazanır. Bu davranış, AKP’nin demokratik içtenliğinin sorgulanması, anlaşılması açısından önemlidir.

El Beşir niçin suçlanmaktadır? Sudan’ın batısında yer alan Darfur’da, Arap olmayan yurttaşlarına katliam yapmakla. Peki, başka neler yapılmış Darfur’da? Dört buçuk yılda en az iki yüz bin kişi öldürülmüş. Dört milyon kişi insani yardıma muhtaç, iki buçuk milyon kişi de kaçmak zorunda kalmış. Erkekler öldürülürken, kadınlara da tecavüz edilmiş. Yani siyah Afrika’nın susuz, kurak çölleri; yoksul, açlığa mahkûm kupkuru bedenli Darfurluların gözyaşları ve al kanlarıyla sulanmış. Bunu yapan kim? El Beşir. RTE’nin aklamaya çalıştığı diktatör. Oysa Darfur, 1640’tan 22 Mayıs 1916’ya kadar iki yüz yetmiş altı yıl Osmanlı Devleti’ne bağlı olarak yaşamış. Kimsenin inancına, etnik kimliğine karışılmadan.

Yine RTE, “Ben Darfur’u gördüm.” diyerek katliamın olmadığını söylemek istiyor. Yani siz ordayken sizin gözünüzün önünde mi katliam yapılacaktı?

RTE, El Beşir’e sahip çıkar da Cumhurbaşkanı Gül sessiz kalır mı? AB ve ABD’nin El Beşir konusundaki uyarılarına Gül: “Onlar ne karışırmış ki?” diyerek görüşünü açıkladı. Yalnız bu kararlılık ve meydan okuma, birkaç gün sonra terk edildi. İstanbul’da yapılan İSEDAK toplantısına El Beşir, ülkesindeki işleri bahane göstererek(!) katılmadı. Böylece Türkiye, büyük bir skandalın eşiğinden döndü.

Gül ve Erdoğan’ın El Beşir’i ülkemizde ağırlamak için böylesine hevesli olmalarının nedeni nedir? Neden, çok açıktır: İslami ideolojik kardeşlik. İnsanoğlu, kendini ideolojik saplantılara bir kaptırdı mı, her şeye o pencereden bakar. Dünyayı siyah beyaz görür, farklılıkları anlamakta zorluk çeker. Farklı görüşlere hoşgörü ve saygı göstermek de zordur bu kişiler için. Her şeye dinsel açıdan bakma anlayışı, tüm hukuk kurallarını ve demokratik değerleri ortadan kaldırır. Çağdaş ufukları yok ederek toplumların, ortaçağın karanlık dehlizlerinde yol almalarına neden olur.

Sudan’da milyonlarca insanın açlıktan, susuzluktan, sağlık koşullarının yetersizliğinden ölmesi, ölmeyenlerin ise ölmekten beter yaşaması hangi insanlık anlayışıyla bağdaşır? Yine böylesine bir insanlık felaketi, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyen Hazreti Muhammed’in Müslümanlık anlayışının neresinde vardır?

Yıllar önce dini kullanarak siyaset yapan ve ılımlı İslam düşüncesinin “bir bileni” kabul edilen eski bir bakana, hızla zengin olması ve vergi verip vermediği konusunda sorular yöneltilir. O da bunun hesabını ancak Allah’a verebileceğini söyler. Ne güzel değil mi? Sen vergini vermeyeceksin, sorulunca da “Allah’a hesap veririm.” diyeceksin, ondan sonra da “bir bilen” olarak ılımlı İslam partisinin akıl hocalığını yapacaksın. Atalarımız ne güzel söylemiş: “Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider.” diye.

Deniz Feneri davasının niye savsaklandığı, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Yukarıda belirttiğim bakış açısıyla bakıldığı için Deniz Feneri yöneticileri suçsuz görülmektedir. Yani “Müslüman adam yolsuzluk yapmaz.” anlayışıdır bu. Yoksul yurttaşın bağışladığı kurbanı, gurbetçinin dişiyle tırnağıyla kazanıp biriktirdiği parayı iç edeceksin, ondan sonra da “Müslüman’ım, ben böyle bir şey yapmam.” deyip suçtan sıyrılacaksın.

Yedi yıllık iktidarın boyunca tüm ekonomik dengeleri tersyüz edip yeni bir varsıl sınıf yaratacaksın; sonra bu, birden varsıllaşan zümrenin servetinin kaynağı sorulduğunda, adresi öteki dünya gösterip sıyrılacaksın işin içinden. Bir zümre köşeyi dönerken milyonlarca insanın açlığa, işsizliğe mahkûm olduğunu düşünmeyeceksin.

El Beşir konusundaki ideolojik tavır ilk değildir. Daha önce Hamas’la devlet nezdinde ilişki kurulduğunda da benzer sıkıntılar yaşanmıştı. Bu tür davranışlarla Türkiye’nin uluslararası saygınlığı yok edilirken, diplomatik gelenekleri de ortadan kaldırılıyor. Bunun bedelini de toplum olarak birlikte ödeyeceğiz. Bir değeri kazanmak oldukça zordur, yitirmekse o denli kolaydır. Yalnızca dış saygınlığımızı değil, birçok değerimizi de ya hızla yitiriyoruz ya da aşındırıyoruz.

“Müslüman olan soykırım yapmaz.” sözü yerine, “Soykırım yapan; halkını açlığa sefalete, bir dilim ekmeğe, bir kaşık suya muhtaç eden, kamu malına zarar veren … Müslüman olamaz .” demenin vakti geldi de geçiyor bile.

Adil Hacıömeroğlu
12 Kasım 2009


Not: 16 Kasım 2009 tarihli UlusGazetesi'ndeyayımlanmıştır.

BUGÜN 10 KASIM

Bugün, Türk Mucizesi’ni yaratan Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 71.yıldönümü. Bunca zaman geçmesine karşın, ulusça minnet, saygı, özlem ve şükranla anıyoruz O’nu.

Tüm önemli günlerde olduğu gibi bu sabah da erkenden uyandım. İçimde buruk bir heyecan vardı. Kahvaltı, tıraş, duş ve giyinme… derken yine de erken sayılabilecek bir saatte kendimi sokağa attım. Ani bir karar verdim, bu kez 10 Kasım’da farklılık yapacaktım. Çelenk koyma töreninin olmayacağı kalabalık bir yerde olmalıyım, dedim. Eminönü’ne gittim. Yürüdüm Galata Köprüsü’nün orta yerine. Ata’mı bu kez halkla birlikte andım. Saat dokuzu beş geçe vapur düdükleri, araba kornaları ve siren sesleri birbirine karıştı. Trafik durdu. Araçlardan inenler, saygı duruşuna geçti. Martılar bile adeta bu yaslı saygıya katılıyor; bağrışlarında, kanat çırpışlarında bir farklılık görülüyordu. Turistlerin birçoğunun da saygı duruşuna katılması güzeldi.

Birkaç gazete alıp eve dönmek için trene bindim. Önce başlıklarına göz attım. Alamadığım gazeteleri de sonradan internetten okudum. Şimdi sizlerle Atatürk’ün ölüm yıldönümünde çıkan bugünkü gazete manşetlerini paylaşacağım. Bu manşetler, bazı gazetelerde geniş yer kaplarken bazılarında ise küçücük bir yer tuttu. Başlıkları, hiç yorum katmadan ve gazete adı vermeden sizlere sunuyorum (Büyük ve küçük harfler gazetelerde yazıldığı gibidir.):

“Laik demokratik Cumhuriyetin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ü özlüyoruz
Devrimleri yaşayacak”

“71.Yılında 71 Milyonun Kalbindesin”

“Atamızı Özlemle Anıyoruz”

“Atatürk törenlerle anılıyor”

“Çok Özledik”

“1930’dan 2009’a (Atatürk’ten bir alıntı var, manşetle ilişkili.)

“Ata’yı bu defa böyle anıyoruz”

“BU KALP SENİ UNUTUR MU”

“Aramızdan ayrılışının 71’inci yıldönümünde minnetle anıyoruz…”

“Atatürk ölümünün 71.yılında anılıyor.”

“Saygıyla Anıyoruz”

“Unutmayacağız”

“Ölümsüz Atatürk”

“Saygıyla anıyoruz.

“Hep kalbimizdesin”

“Türk ve Kürt’ün kaderi bir”

“1938… ŞÜKRAN GURUR VE ÖZLEMLE ANIYORUZ”

“Atatürk’ü ANIYORUZ
71 yıl geçti ama özlemi hala taze”

“SAYGIYLA ANIYORUZ”

“Türk çocuğu seni bekliyor”

“Atatürk’ü ölümünün 71’inci yıldönümünde şükranla ve hasretle ANIYORUZ”

“Türkiye O’nu ANIYOR”

“TÜRKİYE, ÖLÜMÜNÜN 71.YILINDA ATATÜRK’Ü ANIYOR”

“HİÇ BİTMEYECEK SEVGİMİZ”

“Özlemle anıyoruz”

“Atatürk’ü ölümünün 71.yılında anıyoruz”

“Saygı ve özlemle anıyoruz”

"O HEP YAŞAYACAK
SEN HEP OYNA"

Başlıkları okurken içten yazılanlarla usulen yazılanları sanırım ayırt etmişsinizdir. Çoğunlukla başlıkların öznesi, birinci çoğul kişilerden; yüklemler ise etken eylemlerden oluşmuş. Dikkat çekici olansa üçüncü kişili özne ve edilgen eylemle kurulan başlıklardır. Manşetler; Akşam, Bizim Gazete, Bugün, Cumhuriyet, Dünya, Evrensel, Güneş, Haber Türk, Hürriyet, Hürses, Milli Gazete, Milliyet, Ortadoğu, Posta, Radikal, Referans, Sabah, Sözcü, Star, Şok, Takvim, Tercüman, Türkiye, Vakit, Vatan, Yeniçağ, Yeni Şafak, Zaman gazetelerinden alınmıştır. Taraf Gazetesi, tarafını açık seçik ortaya koyduğundan 10 Kasım’a yer vermemiştir. Şimdi eşleştirmeleri sizler yapın bakalım. İşte size bir bulmaca… Bu bulmacayı çözebilecek misiniz?

Gazete başlıklarının çoğunda içtenlik ve saygı görüyoruz. Bu, umut vericidir. Eğer, bugün hala bir ulus, her şeyi bırakıp iki dakika heyecanla, gözyaşıyla ve de bayraklarıyla saygı duruşunda bulunuyorsa Atatürk’üne; O’nun kurduğu Cumhuriyet de asla yıkılamaz. Çünkü Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi, ulusumuzun yüreğinin derinliklerinde yerini almıştır. Seven insan, sevdiğine sahip çıkıp onu korur.

Adil Hacıömeroğlu
10 Kasım 2009

Not: Yazılarımı http//adiladalet.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

SAHTE DEMOKRATLAR

Yıllardır laik Cumhuriyet’e saldıranlar, sürekli olarak şu sözü dillerinden düşürmezler: “Bu konuda milletin hassasiyetlerini dikkate almak gerekir.” Peki, “bu hassasiyetler” nelerdir onlara göre? Laik Cumhuriyet’e karşı olan her şey…

Peki, gerçekten halkımızın hassasiyetleriyle Cumhuriyet karşıtlarının belirttikleri konular örtüşüyor mu? Asla örtüşmez. Çünkü Türk Ulusu’nun büyük çoğunluğu cumhuriyet değerlerini benimsemiştir. Bu değerleri de günlük yaşamında uygular. Türkiye’nin en ücra köşesinde bir köye gitseniz, erkeklerin hepsinin başında kasket görürsünüz. Bu kasketler, şapka devriminden sonra giyilmiştir. Tüm gerici koşullandırmalara karşın, yurdumuzun hiçbir köyünde “kaçgöç” olayı yoktur. Tüm halk oyunlarımız kadın erkek el ele, omuz omuza oynanmaktadır. Düğün dernekte birlikte oynanıp birlikte söyleşilir. Tarihin bize bıraktığı ve Cumhuriyet’in pekiştirdiği önemli bir geleneğimizdir bu. Evet, doğrudur, “milletin hassasiyetlerine” saygı göstermek gerekir. Böylesine güzel gelenekler yerine, Vahabi çöl geleneklerini getirmek için uğraşmamak gerekir.

Gerici güruh, son yıllarda bir söz daha söyleyip durur: “Devleti milletle barıştırmalı.” Hangi devletle hangi milleti barıştıracaksınız? Türk devletiyle Türk Milleti'ni. Peki, bunlar farklı şeyler midir? Türkiye’yi hangi millet kurmuş? Tabi ki Türk Milleti. Bir millet; kurduğu, uğruna savaştığı, akıl almaz özverilerde bulunduğu devletiyle niçin kavga etsin? Burada ince, sinsi bir plan var. Gerici amaçlarını gerçekleştirmek isteyenler, laik devlete karşı kinlerini kusmak için böyle bir yol deniyorlar. Devletle kavgalı olan, millet değil; irticacılar, bölücüler ve işbirlikçi liberallerdir. Kendi kavgalarını, milletin kavgasıymış gibi göstermek isteyen şeytani bir planın içindeler. Onun içindir ki iktidarda olmalarına karşın, sürekli devlet kurumlarıyla kavga etmeleri bundandır.

Şimdi gelelim ulusun duyarlılıklarına: Türk Ulusu, Atatürk’üne karşı duyarlıdır. Atatürk’ün yapıtlarına karşı duyarlıdır. Cumhuriyet devriminin getirdiği özgürlükler ortamına duyarlıdır. Tarihine, vatanına, şehidine ve gazisine duyarlıdır. Önderlerine saygıyı görev bilmiştir. Kahramanlarını unutmaz, hep saygı ve minnetle yad eder. O zaman bu ulusun bu duyarlılıklarına saygı göstermek gerekmez mi? Hani demokrattınız? Hani milletin istekleri baş tacıydı? Bu millet, 1938’den beri her 10 Kasım’da Ata’sını saygıyla anmıyor mu? Yıllardır süren bu millet geleneğinin yas gününde, “açılım” dediğiniz emperyalist dayatmayı meclise nasıl getirirsiniz? Hani millete saygı?

10 Kasım günü TBMM’ye neler getirilecek? “Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması, Özel TV’lerin Kürtçe yayın yapması ve reklam yayımlaması, Irak’ın kuzeyinden gelen PKK’lılara TOKİ’den ev verilmesi, Türkçe köy adlarının değiştirilmesi, partilerin Türkçe dışındaki dillerde propaganda yapabilmesi, teröre karşı güvenlik önlemlerinin gevşetilmesi…” Devlete silah çekmiş adama bedava ev vereceksin, yıllardır çalışıp didinen halkın başını sokacak bir göz evi bulamayacak. İşin daha da acısı Kore gazisi evinde açlıktan ölecek ve arkadaşları tarafından üç gün sonra bulunacak. Köylere Türkçe adların konulması, Atatürk’ün düşüncesi değil miydi? Böyle bir uygulamanın tarihi, neden 10 Kasım? Dil birliğimizi ortadan kaldırmaya yönelik bir adım niçin 10 Kasım’da atılıyor? Bu milletin hassasiyetleri ne oluyor beyler? Hani demokrattınız? Anadolu geleneğidir, anımsatalım istedik: Köyde yas olunca düğün dernek kurulmaz. Düşman bile düşmanına silah çekmez yas gününde.

Aceleniz ne o zaman? Çünkü emir büyük yerden. 7 Aralık’a yetişmesi gerek ev ödevlerinin. Obama’ya sunulmalı açılım paketleri. Muhalefete büyük görev düşüyor 10 Kasım’da. TBMM’yi Atatürk’le hesaplaşma alanına döndürme çabalarına “Dur!” demelidirler. Atatürk’ün kurduğu mecliste, Atatürk’e meydan okunmasına izin verilmemelidir o gün.

Adil Hacıömeroğlu
8 Kasım 2009

NEDEN 10 KASIM?

Hükümet “Kürt Açılımı” konusunu 10 Kasım’da TBMM’ye getirmeyi uygun görmüş. Rastlantı diyemeyeceğimiz, bilinçli yapılan bir eylem bu. Bir yılın üç yüz altmış beş günü var. Günler mi bitti de ulusumuz için böylesine anlamlı bir gün seçildi bu iş için?

“Kürt Açılımı” konusunda hükümetin olağanüstü acelesi var. Diğer açılımlarda da aynı telaşı görüyoruz. Bu, ev ödevini yetiştiremeyen bir öğrencinin telaşına, korkusuna ve kaygısına benziyor. Açılımların mimarları, verdikleri görevin takibini yapıyorlar sanırım. Gecikme, planlanan süreci ve hedefleri sekteye uğratacağından hükümet sıkıştırılıyor. Başlanılan işlerin bir an önce sonuca bağlanması isteniyor. Bu telaşla halkın büyük tepkisine karşın süreç işletiliyor. Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan kararlar, adeta halktan kaçırılarak veriliyor. Büyük bir zihin bulanıklığı yaratılarak konunun esası örtülüp gizleniyor. Birtakım hamasi ve masumane söylemlerle kamuoyu nezdinde haklılık kazanılmaya çalışılıyor. Kanlı katillere bile mağdur rolü kazandırma anlayışının nedenini, herkes gibi ben de merak ediyorum. Mağduriyet ve masumiyet, gerçek anlamlarından uzaklaşıp halka karşı suç işleyenlerin maskesi olmuş durumda.

Hükümetin bunca acelesinin nedeni ne? Halkın desteğini yitiren iktidar, artık AB ve ABD’nin desteğine güveniyor. Zaten gelişleri de küresel güçlerin yarattığı bir ekonomik kriz sonrasında olmamış mıydı? Yine ekonomik krizle birlikte elli yedinci hükümet kundaklanarak bir oldu bittiyle iktidardan uzaklaştırılmamış mıydı? Şimdi bu vefa borcunun ödenmesi zamanı geldi. Bu nedenle de halkına sırtını dönen iktidar, emperyalist yaptırımlar karşısında güçsüz, aciz, teslimiyetçi bir durumdadır.

Gelelim 10 Kasım tarihine. TBMM’yi 23 Nisan 1920’de açan kim? Atatürk. TBMM’nin kuruluş amacı neydi? Emperyalistlere karşı ulusal birliği sağlayarak mücadele etmekti. Yani yurdumuzu sömürgeci işgallerden kurtarmak, tam bağımsız Türkiye’yi yaratmaktı. Zorlu bir savaştan sonra ülkemiz düşman işgalinden kurtulmuş ve Cumhuriyet’imiz 29 Ekim 1923’te kurulmuştu. Peki, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi neydi? Türkiye Cumhuriyeti, Türk Ulusu’nu oluşturan etnik toplulukların ortaklıkları temelinde kurulmuştur. Bu nedenle de anayasamız bir ortaklık sözleşmesidir; ayrımcılığa, bölücülüğe yer vermez. Etnik toplulukların farklılıklarını esas alarak kurulan SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya kolayca dağıldılar. Çünkü farklılıkların öne çıkarılması bölünmenin gerekçesi oldu. Farklılıklar zamanla derinleşip bir arada olmanın koşulları ve amacı kalmadı. Dün Hitler faşizmine karşı birlikte savaşıp ulusal bağımsızlığını kazanan halklar, bugün kanlı bıçaklı düşmanlar durumuna geldiler. Bu değişimin asıl nedeni de farklılıkların toplum içinde körüklenmesiydi.

Ulusumuzu oluşturan etnik kökenlerin ve inançların birlikteliğiyle kurulan Cumhuriyet’imizin en büyük düşmanı ayrımcılıktır. Etnik kökenlerin ve inançların farklılıklarını ortaya çıkarıp derinleştirmek ulusal birliğimize onarılmayacak zararlar verir. Böyle bir olumsuzluğa ortam hazırlanmamalıdır. Ulusal bütünlük kristal bir vazo gibidir. Bir çatladı mı bir daha hiçbir yapıştırıcıyla yapıştıramazsınız onu. Önemli olan bu değerli ve tarihsel vazoyu sıkı sıkıya tutmaktır. Onu iç ve dış saldırılardan, etkilerden korumaktır. Vazoyu çatlatmamaktır.

10 Kasım’da Cumhuriyet’imizin kurucusu, ulusumuzun kurtarıcısı Atatürk’ü anacağımız bir üzüntülü günde, Mustafa Kemal Atatürk’e nispet yaparcasına ulusal bütünlüğe zarar verecek bir konunun mecliste tartışılması ne demektir? Bu, Atatürk’e ve kurucu meclis üyelerine: “Bakın siz bu devleti ortaklıklar üzerine kurdunuz, biz ayrılıkları yasallaştırarak size karşı çıkıyoruz, meydan okuyoruz ” demek değil midir? 10 Kasım’da bedenen ölen Mustafa Kemal Atatürk’ü manen öldürmek değil midir? Onun en büyük eserim dediği Cumhuriyet’i çökertmek değil midir? Ulusal birlikteliğe her zamankinden daha çok gereksinim duyduğumuz böylesi zor günlerde, geri dönüşü olmayan sorunların yaratılması kime yarar getirir?

Atatürk’ün ölüm yıldönümünün seçilmesi, ulusa ve onun değerlerine meydan okumadır. Mustafa Kemal’in yapıtlarına karşı açık bir saldırıdır. Habur sınır kapısından girişi şova dönüştüren PKK’ya yeni şovlar yapmaları için verilebilecek en büyük tavizdir. Bölücüleri galip ilan etmenin ortamı hazırlanıyor. Bunu yaparken de bizi biz yapan değerlere saldırılıyor. Böylece Cumhuriyet’e karşı birleşen ve intikam hırsıyla yıllarca bir köşede sinmiş bekleyen güruh harekete geçiyor. Ulusal birliğimizi parçalamak isteyenler şer ittifakında birleşmiş durumdalar.

Cumhuriyet’le hesaplaşma düşünceleri adım adım hayata geçiriliyor. Birileri içlerindeki intikam ateşini söndürüyor; ancak ulusumuz kaybediyor. Birilerinin ilkel duygularının tatmini için koca bir ülke feda ediliyor. Yine küresel güçlerin emperyalist dayatmalarıyla kendi kuyumuzu kazıyoruz, farkında değiliz. Emperyalizm “Böl, parçala, yönet” anlayışını yaşama geçirirken birileri de taşeron oluyor. Yazık değil mi bunca emeğe, bunca savaşıma ve ülkemiz için verilen bunca cana.

10 Kasım günü meclis, bu oyunu bozmalıdır. Ülke ve ulus çıkarlarını emperyalist çıkarlardan üstün tutarak TBMM olduğunu anımsayıp ona göre davranmalıdır. Yoksa Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Antep’te; Urfa’da, Maraş’ta verilen şehitler dile gelir ve onların gazabından kimse kurtulamaz.

Adil Hacıömeroğlu
9 Kasım 2009
Ulus Gazetesi

ŞAŞIRTAN GÜNDEM

“Demokratik açılım” tam da açılıp saçılırken birden gündem değişti. Irak’ın kuzeyinden gelen teröristlerin birer kahraman gibi karşılanmasından sonra hükümet zor durumda kalmıştı. Her zorlukta olduğu gibi yeni gündem, hükümete “Hızır” gibi yetişti.

“Demokratik açılım”la duvara toslamak üzere olan hükümet, gündemi değiştirerek keskin bir dönemeci daha salimen dönüyor ve günü kurtarıyor. Birileri günü kurtarıyor da kurtarmasına, ulusun geleceği ve çıkarları büyük bir yara daha alıyor. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki halkın başı dönüyor. Her şey birbirine karışıyor. Sağlı sollu gelen yumruklar karşısında şaşkına dönen boksörler gibi ne yana bakacağını bilemiyor insanımız. Bu şaşkınlık durumu, yurttaşlarımızı gelecekle ilgili kaygılandırıp korku tünellerine sokuyor. En haklı konularda, en yaşamsal sorunlarda bile tepkisizlik ortamı oluşuyor. Böylece de koskoca bir ulus, iş bilmez yöneticiler elinde ne yapacağını şaşırıyor

Bölücü militanların Türkiye’ye girişlerinde, tüm devlet gelenekleri ve hukuk kuralları yok sayıldı. Dünyanın en geri ülkelerinde bile rastlanmayacak yanlışlıklar yapıldı. Bununla birlikte teröristlerin karşılanmasının Türkiye’ye karşı bir utkuya, bir meydan okumaya dönüştürülmesi sonucunda da DTP, AKP’ye büyük bir kazık atmış oluyordu. Teröriste güvenmenin bedelini ağır bir biçimde ödemek üzere olan iktidar, ani bir hareketle gündemi değiştirip şimşekleri başka taraflara yönlendirdi.

Önce “domuz gribi” gündemi dağıttı. Hastalık paniği tüm yurdu sardı. Bütün medya kuruluşları aniden aşı polemiklerinin yaşandığı alanlara döndü. Aşının yararı, zararı sabahtan akşama kadar günlerdir tartışılıyor. Bir de ölüm haberleri yayılınca iktidar “Oh!” dedi. Can derdine düşen halk, ne yapacağını şaşırdı. Terörist şov belleklerden uçtu gitti. Görünüm şimdilik böyle. Gerçeğin nasıl olacağı ise bizlere gelecek gösterecek.

Son yıllarda “kuş gribi” dendi, büyük bir panikle ülkemizin doğusundan batısına tüm yerli tavuk ırkı imha edildi. Bunun üç önemli sonucu oldu. Birincisi, çoğalan keneler yüzünden halkımız tarlasına korkudan gidemez oldu. Birçok yurttaşımızı yitirdik. İkincisi, akışkan yumurta satışları patladı, bir bakanımızın işsiz çocuğuna iş yaratıldı. Üçüncüsü ise, gündem değişti. İnsanlarımız günlerce ülkenin siyasal, ekonomik, güvenlik, demokratik… sorunlarından uzak kaldılar. Bir taşla kaç kuş vurulduğunu gördük sanırım. Bu da önemli bir beceri sayılır. Gelecek yılın gribi şimdiden belli oldu. Grip havadan ve karadan geldi, şimdi sıra suda. Seneye balık ya da kurbağa gribi çıkarsa şaşmayın. Çünkü sorunlar daha da büyüyecek. Gündemin değişmesi gerek.

Son yıllarda ilginç hastalıkların, virüslerin ortaya çıkması insanın aklına kötü şeyler getirmiyor değil. Acaba bazı ülkeler biyolojik bir saldırının hedefi mi oluyorlar? Savaşların biçimi mi değişti? Silah fabrikalarının yerini laboratuarlar mı alıyor? Eğer ,az da olsa, böyle bir olasılık ve şüphe varsa biz, buna karşı neler yapıyoruz? Diyelim ki bizimki evham. O zaman yedi yıldır iktidarda olanlar, koruyucu sağlık hizmetlerinin yaygınlaşıp gelişmesi için neler yaptılar. Hangi önlemleri alıp hangi yatırımları yaptılar. Çağdaş ülkeler ve yöneticiler felaketlere önceden önlem alırlar. Çağdaş olmayanlarsa kör talihe boyun eğerler.

Gündemi değiştiren ikinci konu ise “irtica ile mücadele eylem planı”. Kısacası darbe girişimi savları… Aylar öncesinde gündeme oturmuş, yine AKP’nin sıkıştığı anda imdada yetişmişti. Belgenin Adli Tıp’ta gerçek olduğu açıklandı. Dört beş aydır bekletilen belgenin aslı, “demokrasi sevdalısı” bir ordu mensubu tarafından postayla savcıya gönderilmiş. Peki, bugüne kadar neden saklanmış bu belge? Soran yok. Ama “Kürt açılımı” ile köşeye sıkışan hükümetin imdadı oldu bu belge.

Teröristlerin kahramanlar gibi meydanlarda endam etmesi, ordumuzu yenikmiş gibi gösterme çabası ulusumuzun yüreğini yakmıştı. Yıllardır teröre aman vermeyen askerimiz, bu durumdan son derece rahatsız oldu. Şimdi ikinci cepheden bir saldırıyla karşı karşıya ordumuz. Ülkeyi yönetenler, kendi ordusuna savaş açıyor. Emperyalizme, emperyalizmin maşası teröristlere yenilmeyen orduyu; bölücü, irticacı ve işbirlikçi ittifakı yenmeye çalışıyor. Gündem büyük bir kıvraklıkla değişiyor, hükümet kazanıyor; ancak ulus ve ülke çok şey kaybediyor.

Gizli bir el gündemi hızla değiştirirken bizlerin kafalarını karmakarışık ediyor. Küresel bir oyunla ulus kısır döngüler içinde ne yapacağını bilemiyor. Önünü göremeyen, yaşam koşullarının ağırlığıyla bunalan kitlelerde özgüven yitimi başlıyor. Türkiye sürekli kan kaybediyor. Ancak siyaset keneleri kan emdikçe büyüyor. Unutulmalıdır ki asalakların beslenme alanları yok edildiğinde yaşayamazlar. Bu topraklar bugüne kadar nice asalaklar gördü.

Her şeye karşın umutluyum; çünkü suların bulanmadan durulmayacağını biliyorum. Sömürgeciliğe karşı ilk kurtuluş savaşını verip ezilen uluslara örnek olan Türk Ulusu, bu badireyi de atlatacaktır.

Adil Hacıömeroğlu
2 Kasım 2009
Ulus Gazetesi