KASET DEMOKRASİSİ

Siyaset dünyamız ne yazık ki kaset komplolarıyla alt üst olmakta. Gizli bir el, partilerin vitrinlerini kendi isteğine göre düzenlemekte. Böylece de ülkemizdeki siyasal düzen halk tarafından değil, bilinmeyen(!) odaklarca belirlenmekte.

Kaset komplolarına hedef olan siyasetçilerin yaptıkları davranışı haklı bulmak olanaksız. Dünyanın hemen her yerinde evli kadın ve erkeklerin eşlerini aldatmaları etik bulunmaz. Özellikle siyaset dünyasında yaygınlaştığı görülen eş aldatma eğiliminin psikolojik, sosyolojik nedenleri uzmanlarca incelenmeli. Halkın önünde olan insanların özel yaşamlarına dikkat etmeleri gerekir.

Çok partili yaşama geçildikten sonra demokrasimiz zaman zaman iç ve dış müdahalelerle karşılaştı. Bunlar, ülkemizin siyasal dengelerini değiştirdi. Özellikle son yıllarda Ortadoğu’nun küresel güçlerce yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bir dönemde bu müdahalelerin arttığını görmekteyiz. Körfez bunalımıyla başlayan süreç hız kesmeden sürmekte. Irak’ın işgali, bu konuda önemli bir dönüm noktasıdır.

Irak işgalinden önce 57. hükümeti kundaklama, Ecevit’i başbakanlıktan düşürme planları bugünlerin habercisiydi adeta. Dış etkilerle yaratılan ekonomik kriz, kısa sürede siyasal kargaşaya dönüşmüştü. Sonunda da hükümet, sonucu açıkça belli olan bir seçime gitmek zorunda kaldı. Yılların siyasal partileri tasfiye edilirken henüz birinci yaşını doldurmuş bir parti iktidara geldi. Ecevit’e kurulan küresel pusu, çok açık olmasına rağmen neredeyse tüm siyasetçilerin bunu görmezden gelerek sessiz kalmaları ilginçtir. Uzağı göremeyen, olayların neden sonuç ilişkilerini kuramayan siyasetçinin günü kurtarma düşüncesi, yeni pusulara yol açtı. Eğer bir ülkenin siyasal vitrinini belli çıkar odakları düzenlemeye başlamışsa her siyasetçinin sırasının geleceği de düşünülmeli. Siyasetçiler rakipleri pusulara düşürülerek yok edildiğinde “Meydan bana kaldı.” diye sevinmek yerine, bu komplolarla mücadele etmeli.

Kaset komplosunun ilki, Baykal nezdinde CHP’yi hedef aldı. Partinin tüm yönetim organları hızla değişti. Buna paralel olarak siyasal anlayışında da değişiklikler söz konusu CHP’nin.

Son haftalarda ise komplolar MHP’ye yöneldi. Genel merkez yöneticilerinin çoğunluğu istifa etti. Özel yaşamlar ifşa edildi. İnsanın en mahrem kalması gereken ilişkileri milyonların önüne serildi. Bu durum, bir gizli elin(!) istediği kişinin özel yaşamı ile ilgili bilgileri elde edebileceğini de göstermekte. Pornografik bir röntgencilik anlayışının özel yaşamın duvarlarını aşması büyük bir faciadır. Hele de günler geçmesine karşın komplocuların belirlenememesi (Bu kişilerin yakalanıp yargılanacaklarını ummuyorum.) anlaşılır değildir.

Dinleme, kameraya alma, izleme yoluyla siyaset sahnesi yeniden düzenlenirken topluma da korku salınıyor. İnsanların yatak odalarına giren kameralar ve dinleme cihazlarının nerede olacakları meçhul. Sıradan yurttaşların bile “dinleniyorum, izleniyorum” kuşkusu duyması olağan hale geldi neredeyse.

Ortadoğu kazanı hızla kaynarken ülkemiz siyaseti de tek ses olmaya doğru gidiyor. Böylesi bir siyasal dönüşüm bölgemizdeki yangının artmasına yol açar. Yangın, sınırlarımıza dayanmış durumda. Bizse kaset demokrasisiyle avutulmaktayız.

Siyaset sahnesinin yıllanmış aktörleri parti tabanlarının, halkın isteğiyle değil; “gizli el(!)”in marifetiyle tasfiye ediliyorlar. Birilerinin düzenbazlıkla sahneye çıkardığı siyasetçileri seçim sandıklarından çıkarmanın adı da demokrasi oluyor öyle mi? Siyaset sahnesinde halk asıl belirleyicilik rolünü bırakmış durumda, yalnızca tribünlerde el çırpan seyirci. Bir gün gelecek eller dizleri dövecek. Ama çok geç olacak o zaman.

Adil Hacıömeroğlu
28 Mayıs 2011
Not: 30 Mayıs 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

TERÖRİSTE MASUMİYET!

17 Mayıs günü televizyonlarda haberleri ve olaylarla ilgili yorumları izliyorum. On iki teröristin öldürülmesinden sonra birçok ilimizde bölücü örgütün protestoları var. Otobüsler, işyerleri kundaklanıyor. Zorla kepenkler indiriliyor. Sokaklar terör örgütü yanlılarının eylem alanları. Halk korku ve kaygı içinde.

Hakkari’deki gösterilerde on dört yaşındaki (kimi yayın organlarına göre on altı yaşında) bir terör örgütü yanlısı çocuk polislerce gözaltına alınıyor. Annesi ve ağabeyi isyanlarda, çocuğun(!) salıverilmesi için tüm çabalarını göstermekteler. Görüntüler tekrar tekrar gösteriliyor. Sanki polis, yoldan geçen masum bir yavruyu suçsuz alıkoymuş. Bir annenin feryadı üzerinden terör eylemlerine haklılık kazandırmak da böyle olur.

Okul çağında olan bu çocuğun, ders saatinde sokaklarda ne işi olduğunu kimse sormuyor feryat figan anneye ve ağabeye. Terör örgütü, okul çağındaki çocukları eğitimlerinden koparıp gelecekleriyle oynuyor kimin umurunda? Birkaç hafta önce Mardin ilimizde ilköğretim öğrencilerinin üzerine havai fişek atanlar ne çabuk unutuldu.

Farklı tv kanallarına geçiyorum yine aynı görüntüler… Neredeyse tüm kanallar elbirliği etmişçesine bölücü örgütün yakıp yıkma eylemlerini masumiyet öyküsüne çevirme peşinde. İşyeri kundaklanan, otobüsü yakılan, eğitimi engellenen masum değil de ortalığı savaş alanına çeviren zorba masum öyle mi?

Yorumcuların öldürülen teröristlerle ilgili söyledikleri ise iç kanatıcı. “Devlet, on iki genci öldürdü.” Bu gençler Irak’ın kuzeyindeki dağlarda piknik mi yapıyorlardı, yoksa bir üniversitenin araştırma ekibiyle doğa incelemesinde miydiler? Pikniğe giden gençler yanlarında uzun namlulu silahlar mı bulundururlar? Bu sorular akla gelmiyor nedense. Dağda eşkıya olmak hak, onunla mücadele etmek yasak! Eşkıya masum, onunla savaşan zalim! Dünyanın neresinde görülmüş böylesi bir sakat mantık. Zorbayı masum göstermek kadar büyük bir gaflet olur mu?

Gelelim, başka bir olaya. NTV’de bir programda ülkemizin güneydoğusundan “Kürdistan” diye söz ediliyor. Ayrıca “ayrı devlet kurulabileceği” dile getiriliyor. Duyarlı izleyiciler, RTÜK’e şikâyette bulunuyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumu olan RTÜK, bu şikâyetleri reddediyor. Gerekçe: düşünce özgürlüğü. Ekranların vazgeçilmez yüzlerinden biri bakın bu kararı köşesine nasıl taşıyor: “RTÜK’ün nasıl böylesine özgürlükçü ve sağduyulu bir karar alabildiğine herkes çok şaşırdı. Hep kısıtlayıcı yüzünü gördüğümüz bu kurumun, Kürdistan kelimesinin kullanılmasını cezalandırmaması ve bunu ifade özgürlüğünün bir parçası olarak görmesi son derece önemli bir mesaj içeriyor.” Adeta göbek atacak duayen gazeteci(!) RTÜK’ün bölücü propagandaya ses çıkarmamasına.

Bölücülük yeni bir aşamaya girmiş durumda şu günlerde. “Ayrı devlet kurmanın” konuşulmasının düşünce özgürlüğü olduğu özellikle işleniyor. Bu yönde halkta algı yaratılmaya çalışılıyor. Biz de her gün bu tv kanallarının karşısına geçip dizilerle afyonlanıp tartışma programlarıyla da uyutuluyoruz, beynimiz yıkanıyor. Üstelik bunun için de para ödüyoruz bu televizyonlara. Olanlara seyirci kalmak kadar büyük bir aymazlık var mıdır dünyada?

Türkiye, çok sıcak bir yaza giriyor. Hem de geleceğinin üç aşağı, beş yukarı belli olacağı uzun ve sıcak bir yaza.

Adil Hacıömeroğlu
18 Mayıs 2011
Not: 23 Mayıs 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

YENİ CHP, NEREYE?

CHP’nin yenileşmesi her cumhuriyetçinin yürekten istediği bir şey. Zaten altı oktan birisi olan devrimcilik ilkesi de olumlu yönde değişmeyi, çağcıl gelişmeleri yakalamayı anlatır. Ancak yenileşme ve değişim partinin kökeninin, kuruluş amacının inkârına yol açmamalı. Temel felsefeye aykırı bir değişimin ilericilik değil de gericilik olduğunu söylemek gerek.

CHP’nin seçim bildirgesini okumadan önce umut doluydum gelecekle ilgili; ancak okuyunca umutsuzluğumun arttığını söylemeliyim. Uzun süre bu eleştirileri ne zaman yazayım diye düşündüm. Nasıl olsa seçim sonrası herkes bir şeyler yazacak, konuşacak. Bir de bazı parti yöneticilerinin, CHP’nin anlayışına ters açıklamaları üst üste gelince dostça eleştirinin zamanının geldiğini düşündüm. Gerçekçi, Atatürkçü bir aydın sorumluluğuyla “Dost acı söyler.” atasözünün öğütlediği açık yüreklilikle seçim öncesi yazmaya karar verdim. Belki “Yeni CHP” yönetimi, bu eleştirilerimizi bir uyarı kabul edip özeleştiri yaparak yanlıştan döner diye umuyoruz.

“Türkiye’de artış gösteren Amerikan karşıtlığını dengelemek için Türkiye ile ABD arasında öğrenci, iş adamı, yerel yöneticilerin değişimi, ortak kültürel ve sanatsal etkinlikler düzenlenmesi gibi toplumsal güven artırıcı önlemleri hayata geçireceğiz. (Bildirge, sayfa 126)” Bu satırları görünce gözlerime inanamadım. Dünyada emperyalizme karşı ilk kurtuluş mücadelesini vererek tüm mazlum uluslara yol gösterici olmuş Atatürk’ün partisinin böylesi bir görüşe yer vermesi inanılır gibi değil. Aslında CHP’nin ne yapması gerektiği bu satırlarda var. İlk bölümdeki tespit CHP’nin nasıl bir siyaset izlemesi gerektiğini apaçık ortaya koymakta. Son yıllarda ülkemizdeki ABD karşıtlığının arttığı doğrudur. Çünkü Ortadoğu’daki kan gölünün nedeni ABD’dir. Petrol uğruna insanlar boğazlanmakta, ülkeler yok edilmekte, halklar bölünüp düşman yapılmakta. Bölgedeki tüm gerici, feodal, çağdışı yapılar Amerika tarafından desteklenip palazlandırılmakta. İlericilik adına da ne varsa yine küresel sermaye tarafından yok edilmekte. Yine ülkemizi yıllardır kana bulayan terör örgütü de ABD’ce kollanıp korunmakta. Amerika denetimindeki Irak’ın kuzeyini üs edinen PKK, ülkemize rahatça saldırılar düzenliyor. Ayrıca ülkemizdeki sömürü çarkının arkasında da bu küresel gücün olduğu bilinmektedir. Eğer, ülke topraklarımızda özgürce istediğimiz ürünü yetiştiremiyorsak bunun nedeni, küresel sermayenin yaptırımlarıdır. İşte, bütün bu sorunların sorumlusunun ABD olduğunu halkımız görmekte ve bilmektedir. Siyasetçilerin de bunu görüp bilmesi gerek. Demek ki ülkemizde doğru ve halkı kucaklayacak siyaset yapmak için ABD karşıtı ve antiemperyalist bir yol izlemek gerekir. Tersi bir durum emperyalist tahakküme, dayatmaya boyun eğmektir.

“CHP’nin resmi kuruluşu 9 Eylül 1923 olmasına karşın kökleri, örgütlenmesi, siyasal etkinlikleri Sivas Kongresi’ne dayanmaktadır. Yani Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, türlü adlarla kurulan ulusal cemiyetlerin birleşmesiyle oluşmuştur. Bunun yeri de Sivas Kongresi’dir. İşte, CHP’nin çıkış noktası burasıdır. Bu nedenle ulusun birliğini temsil eder. Buna da “Müdafaa-i Hukuk ruhu” denir. Müdafaa-i Hukuk’un varisi olmak, Misak-ı Milli’nin koruyucusu olmak demektir. CHP’den de tersi bir tutum beklemek olanaksızdır.

CHP’yi kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları, Türkiye’nin kurtuluşunu, kuruluşunu, modernleşmesini, gelişmesini de sağlayan kadrodur. CHP, ülkemizin emperyalist işgalden kurtarılması için örgütlenmiş siyasal bir oluşumdur. Kurtuluş Savaşı’na siyasal önderlik yapmıştır. Dünyanın ilk kurtuluş mücadelesini başarıyla sonuçlandırmıştır. Bu özelliğiyle de antiemperyalisttir; çünkü tarihinin ona yüklediği görev budur.

Genellikle partiler demokratik düzene geçildiğinde ya da meşrutiyet dönemlerinde kurulurlar. CHP ise bir kurtuluşu ve kuruluşu sağlamak için örgütlenmiş bir siyasal partidir. Yani başka siyasal partilerin de faaliyet gösterebilecekleri yaşamsal alanları oluşturmak için kurulmuştur. Bu niteliğiyle yalnız ülkemizde değil, dünyada da siyasal partiler arasında farklılık göstermektedir. Bu farklılığı birçok kişi ve kurumun anlayıp kavraması çok zordur.” * 2009’da bunları yazmışım. Bildirge’deki anlayışın bu satırlarla ne kadar çeliştiği apaçık.
“Etkin bir üyesi olduğumuz NATO ile ilişkilerimizi güçlendirerek sürdüreceğiz. NATO’nun caydırıcı bir güç olarak barış ve istikrarın korunmasına ilişkin görevini etkili bir şekilde yerine getirmesini ve günümüz koşullarında NATO’nun konumunun uluslararası barış ve güvenliği koruma yönüne daha fazla ağırlık verilerek yeniden belirlenmesini destekleyeceğiz. (Bildirge, sf. 126)” Bu satırlar, Atatürk’ün kurduğu bir partinin politikası olabilir mi? Burada açık açık geri kalmış ülkelere yönelik NATO (ABD) saldırılarına, işgallerine destek verileceği söylenmekte. Irak ve Afganistan gibi son derece kötü örnekler önümüzdeyken yeni işgalleri desteklemek yanlıştır. Bu işgal hareketlerinde Türkiye ezilen halkların yanında olursa kendi çıkarlarını koruyabilir. Yarın bu NATO müdahalelerinin türlü gerekçelerle ülkemize yönelmeyeceğini kim garanti edebilir?

Balkan ve Sadabat paktlarının kurulmasına öncülük eden Atatürk, bölgemizin barış içinde yaşamasına önem vermişti. Ayrıca devrimlerle komşularımıza örnek olduk. Emperyalizm bölgedeki çağcıl gelişmelerin önündeki en büyük engeldir. Ülkeler üzerindeki etkisini sürdürmek için feodal derebeylere, etnik milliyetçilere ve din sömürüsüyle yaşamını sürdüren baronlara dayanmakta küresel egemenler. CHP, emperyalist etkiye karşı çıkarken feodal zihniyetin de tasfiyesi için mücadele etmelidir. Bu, onun tarihsel görevidir.

“Atatürk İlkelerinin ve Cumhuriyet'in bekçisi değilim, olmak da istemiyorum.” Bu sözler bir CHP genel başkan yardımcısına ait. Sormak lazım kendisine; “Peki, siz neyin bekçisisiniz?” Yoruma fazla gerek var mı?

Ankara milletvekili adayının şu açıklamaları ise ibret vericidir: “Şu anda toplumu kültür ve inanç konusunda besleyecek bu damardan yoksunuz. Onun için de bu tür kurumlara ihtiyaç var, yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir. Tekke ve zaviyeler, çağdaş kurumlar olarak tekrar benimsetilmeli. 'Bunlar irtica yuvaları!' Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları.” Bu görüşler CHP’nin anlayışına, Cumhuriyet’imizin kuruluş ilkelerine ne derece uygundur? Toplumun gelişmesini çağdışı, feodal kurumlarla sağlamak olanaklı mıdır? Dinsel anlayışı topluma egemen kılmak CHP’nin görevi midir? Zaten bu işi yapan yeterince parti var ve yenilere (taklitçilere) gerek de yok.

Son günlerde kaset skandalları gündeme damgasını vurmuş durumda. Hedefteki partinin genel başkanı Bahçeli, bütün olanlardan okyanus ötesindeki cemaat liderini sorumlu tutarak eleştiriyor. Ancak ne yazık ki cemaat liderinin savunucuları da yeni CHP’nin yöneticileri oluyor. “CHP Parti Meclisi (PM) üyesi ve din sosyologu Dr. Muhammed Çakmak, Gülen'e yönelik suçlamaları büyük bir ahlaksızlık olarak değerlendirdi.” Bu kişinin daha önce de cemaat lideriyle ilgili övgü dolu sözleri tepki toplamıştı halktan. Ancak parti yönetimi, bu tepkileri görmezden gelerek milletvekili listesinde yer vermişti bu kişiye. Yani ödüllendirmişti. Ödülü alınca da benzer açıklamaları yapması doğal.

Bu açıklamalar sağdan gelen, CHP’yi bilmeyenlerden geliyor derken yıllarca sol partilerde politika yapan bir genel başkan yardımcısının benzer açıklamaları işin tuzu, biberi oldu. “Olayın dışında olan kişilerin gelip bu konuya alet edilmesi çok yanlış. Siyasetçinin biraz daha çaplı olması lazım. Niye kendi meselene başkasını alet ediyorsun ki? Fethullah Gülen, eğitim konusunda bu ülkeye uluslararası alanda katkı vermiş bir isim. Bu yüzden bu olaylarda kendisinin işin içine çekilmesini son derece yanlış buluyorum.” Erdoğan Toprak’ın bu sözleri, yeni CHP’nin anlayışını ortaya koymakta.

Yeni CHP cemaat ve tarikat liderlerine hoş görünerek başarılı olacağını düşünüyorsa yanılmaktadır. CHP’nin kuruluş misyonu, Türkiye’yi modernleştirmektir. Bu da feodal düzenin temsilcisi olan bu yapılanmaların ortadan kaldırılmasıyla olur.

Şu unutulmamalıdır ki ülkemizdeki Ortaçağ’dan kalma feodal yapılanmalarının en büyük destekçisi ABD’dir. Çünkü özgür bireylerin oluşması feodal kalıntılarla engellenmekte. Özgür bireylerin olmadığı bir yerde demokrasi olur mu? Ortaçağ kurumlarında kul olan kişiden yurttaş olur mu? Dogmatizme teslim olan bir ülkede bilim gelişir mi?

Umarım, Yeni CHP yönetimi bu hatalı yoldan döner, kuruluş ve varoluş felsefesine uygun davranır.

*CHP’NİN 86. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ, http://adiladalet.blogspot.com/2009/10/chpnin-86-kurulus-yildonumu.html)


Adil Hacıömeroğlu
18 Mayıs 2011
Not: 23 Mayıs 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

MÜLKÜN SAHİBİ VE ÖLÜM

Seçimler yaklaşırken siyasal partilerin birbirilerine eleştirileri de zıvanadan çıkmış durumda. Sokak kavgalarında bile söylenmeyecek sözler kürsülerden rahatça haykırılıyor. Geleceğe yönelik kalkınma ve üretim projesi olmayanlar, siyasal mücadeleyi tamamen kişiselleştiriyorlar. Özel yaşam ve dinsel konular siyasetin kirli oyunlarında asıl malzeme oluyor. Eleştiri, çamur atma düzeyine sıçrıyor.

Cahil kişi, hep suçlayıcıdır. Başkalarını suçlamak, aşağılamak, utandırmak keyif verir cahile. Düşünen beyni, üreten aklı, duyumsayan yüreği, söyleyen dili olmayan bilgisiz, herkesi suçlar. Bu biraz da kendine güvensizliğin belirtisidir. Cahil, tartışmayı bilmez. Bilmediği içindir ki tartıştığı, rekabet etiği kişiyi hep hasım olarak beller. Çıkarına en küçük zarar verildiğini gördüğünde öfkelenerek saldırır. Her gün yüz yüze bakması gereken kişileri düşman ilan eder. Aklınca haklı gerekçeler de bulur buna. Siyasette düzeyin düşmesindeki en büyük etken, entelektüel zekâların azalmasıdır.

Bugüne kadar din, siyasete bu kadar alet edilmedi. Ülkemizin neredeyse tüm sorunlarına din üzerinden çözümler üretilmekte, önerilmekte. Dinsel konularda uzman olan da olmayan da kendince bir şeyler söylüyor. Söylenenler çoğu zaman dinin mantığıyla da yaşamın mantığıyla da çelişmekte.

Yeni CHP yöneticileri zaman zaman “ezberi bozacak” sözler söylüyorlar. RTE de çoğu zaman karşı tarafa “dinsizlik” imasında bulunuyor. Onları dini bilmemekle suçluyor. Zaten en iyi becerdiği de bu: suçlamak.

CHP’nin genel başkan yardımcılarından biri, Zincirlikuyu Mezarlığının kapısında yazan “Her canlı ölümü tadacaktır.” ayetinin orada yazılmasını doğru bulmuyor. RTE alıyor sazı eline, yüklendikçe yükleniyor.

Ortaokul yıllarımda bir kamyonetin kapısında yazan ve o günden beri belleğime kazınan şu sözü hiç unutamam: “Ya Malikel Mülk”. Allah’ın doksan dokuz adından biri. “Mülkün sahibi Allah’tır.” anlamında. Ne güzel bir söz, dünyanın faniliğini anlatmak açısından. Ölümlü olan bir yaşamda mal mülk edinmek için insanlık değerlerini, yasaları, etik kuralları hiçe sayanlar buradaki derinliği görebilecek, anlayabilecek durumdalar mı acaba?

Sonsuz bir mülk edinme hırsının nedenleri üzerinde de kafa yormak gerek. Psikolojik, sosyal doyumsuzlukların yarattığı açlığı, ekonomik güçle bastırmak… Bu yolla da toplum üzerinde egemenlik kurmak… Yeteneksizliği, haksız yoldan elde edilen parasal olanaklarla örtmek… Böylece toplumda kendince saygın(!) bir konuma erişmek.
İktidar nimetlerinden yararlananlar acaba bir an olsun Zincirlikuyu’daki o güzel sözü anımsıyorlar mı? Kısa yoldan edinilen servetlerin ölümle sona ereceğini düşünüyorlar mı? “Kefenin cebi”nin olmadığını anımsamak bu kadar zor mu? Dünyevi hırslara, nefse esir olmanın nedeni nedir acaba?

Yedi ceddini zengin etmek için yedi bin fırıldak çevirenleri mi, yoksa “Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin” diyen Yunus Emre’yi mi örnek almalı insanlar?

Kendi çıkarı için toplumun kutsal değerlerini bile kullanmaktan çekinmeyen siyasetçinin kendine de topluma da sağlayacağı hiçbir yarar yok. Anlaşılan ülkemizin bezirgân siyasetçiden biraz daha çekeceği var.

Adil Hacıömeroğlu
14 Mayıs 2011
Not: 16 Mayıs 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

AYRILMANIN ALTYAPISI

“Kürtçe televizyon var demekle, Kürtçe öğrenmek serbest demekle Kürt sorununun bitebileceğini sanmak, barışa giden kapıları açmaz bu ülkede. Anadilde eğitim hakkı da, yeni bir anayasada doğru vatandaşlık tanımı da, köklü bir yerel yönetim reformu da vardır Kürt sorununun içinde... Bir adım daha atılabilir. Elbette şiddete başvurmamak koşuluyla ‘ayrılıkçılık’ı da barındırır Kürt sorunu. Bir başka deyişle: Yarın öbür gün istedikleri her şey yerine de getirilse, bazı Kürtler siyaset meydanında, şiddetten uzak kalmak kaydıyla, Türkiye’den ayrılmayı, yani bağımsız bir devlet kurmayı da savunabilirler. Bu yakın ihtimaldir.” Bu satırlar büyük bir gazetenin, RTE’nin de “ağabey” dediği eski solcu, yeni liberal yazarına ait. Gerçek, bu kadar güzel itiraf edilemez.

Yazıdaki ayrılıkçılık vurgusu dikkat çekici. Özellikle ayrılıkçılığın şiddetten uzak kalarak gündeme getirilebileceğini söylüyor. Dünyanın neresinde şiddetsiz bir ayrılık olmuş! Amaç, kamuoyunu bu ve benzer açıklamalarla ayrılıkçılığı tartışacak duruma getirmek. Bir nevi toplumu hazırlıyorlar buna. Yarın, öbür gün başka liberal kalemşorların da benzer yazılarını göreceğiz. Gündemin hızla değiştiği, kurumların işlevsiz kılındığı ülkemizde aka kara, karaya ak demenin moda olduğu günlerdeyiz. Taktik hep aynı. Birileri düşünce özgürlüğü(!) kapsamında her şeyin tartışılabileceğini öne sürüyor; ardından “Toplumun ezberini bozuyoruz.” diyerek bu güzel topraklara ayrılık tohumlarını ekiyorlar. Sonra da kendi elleriyle yarattıkları sorunların çözümü için politik reçeteler yazıyorlar. Ne güzel taktik!

Bu yazının hemen ardından BDP’in eski genel başkanının bu doğrultudaki açıklaması nereye doğru gidildiğini, sözde özgürlük mücadelesinin neyi amaçladığını apaçık göstermekte.

“Her şey Ankara'dan yönetilemez. Türkiye, coğrafi ve nüfus olarak büyük bir ülke, tek bir merkezden tek bir başbakanla yönetilemez.” Peki, kaç başbakanla yönetilecek Türkiye? Birden çok başbakanla öyle mi? O zaman bu ülkenin adı Türkiye olur mu? Böyle bir yönetim anlayışı nerede var? Ayrılıkçılık tohumları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi isteklerinin altında saklı. Amaç, federal bir yönetim. Federasyon, ulus devlet yapısını ortadan kaldırdığından ayrılmayı kolaylaştırıyor.

Konuşma şöyle sürüyor: “Kendi demokratik özerk yönetimlerimizi kuracağız, biz bu konuda ısrarcıyız. Anadilimizle kültürümüzle kendi topraklarımızda yaşayacağız. Bundan hiç kimse vazgeçmez.” Özerk yönetimleri, “kendi topraklarında(?)” kuracaklarından söz ediyor. Eğer bir ülkede “burası benim toprağım, şurası da senin” deniyorsa bu vahimdir. Bu anlayış, ulus bilincinin yaralandığını gösterir.

Öyle görülüyor ki 12 Haziran seçimlerinden sonra “bölücülük” sorunu daha çok ve çarpıcı olarak gündeme gelecek. “Demokratik haklar” çerçevesinde yürüyen tartışmalar; “federasyon, özerklik…” gibi ayrılmayı tetikleyecek noktalarda odaklanacak. Terör örgütünün asıl mücadelesinin ayrılmak olduğunu dünyanın en saf insanı bile anlamakta. Ne yazık ki bazı siyasetçilerimiz bunu bir türlü anlayamıyor. Anlayamadıkları için de bu bölücü tezgâhı bozacak mücadeleyi vermekten acizler.

Ayrılıkçı örgüt, kendi devletini kurma isteğini gerçekleştirmek için neden “özerklik/ bölgesel yönetim” kurulması için diretiyor? Kendilerince “Kürdistan” adını verdikleri Fırat’ın doğusuna razı değiller. Bir biçimde Akdeniz’e ulaşma sevdasındalar. Bunu da özerk yönetimler sayesinde gerçekleştirme peşindeler.

Hâlâ, bir kısım siyasetçi ve sözde aydın PKK’nın bağımsız devlet kurma amacında olmadığını söyleyedursun, açıklamalar asıl niyeti anlatmıyor mu?

Cumhuriyet karşıtı olmayı görev bilen kimi siyasetçiler, devletin kurumsal çöküşünden zevklenirken bölücülüğü nasıl da körüklediklerinin farkında değiller. Enerji kaynaklarına egemen olmak için küresel tezgâhların kurulduğu bölgemizde, bu oyunları bozmak için ulusal bütünlüğe ne kadar da çok gereksinmemiz var. Günlük düşünen, bir adım ötesini göremeyen politikacılar, ülkelerini felakete sürüklemekten başka bir şey yapmazlar.

Adil Hacıömeroğlu
12 Mayıs 2011
Not: 16 Mayıs 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

İktidar partisiyle bölücüler arasında Habur’da başlayan flört nihayet sona erdi. Bölücü örgüt, son günlerde eylem ve tehditlerini artırdı. Olanlar karşısında hem iktidar hem de muhalefet partilerinin vurdumduymazlığı ilgi çekicidir.

Taksim’de yapılan 1 Mayıs kutlamaları sırasında bölücü örgüt yanlılarının Atatürk Anıtına yaptıkları çirkin saldırı, siyaset ve sivil toplum çevrelerinden gerekli tepkiyi görmedi. Basın yayın organlarının neredeyse tamamı “Olaysız 1 Mayıs” başlıkları attılar. Meydandaki kutlamaların “demokrasi ve barış içinde” geçtiğini anlatıp durdular. Oysa kutlamalara damgasını vuran bölücülerdi. Anıt’taki Atatürk ve İnönü heykellerine yaptıkları çirkin hareketleri nedense görmek, göstermek, anlatmak, kınamak istemediler. Kurtuluş Savaşımızın iki büyük önderinin heykellerine yapılan çirkinlikler; onların tarihsel kişiliklerine, yine onların nezdinde Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Ulusuna yönelikti. Üstelik bu davranış, Türkiye’ye meydan okumaydı.

Ülkemizin kurucusuna yapılan bu saldırı karşısında RTE’nin seçim meydanlarında “kükremesini” bekledik, ama boşuna. “Milletin hassasiyetleri” karşısında öfkelenen başbakanın bu çirkinlik karşısında susması çok anlamlı. İktidar partisinin her vesileyle konuşan sözcülerinden “tıs” yok. Cumhurun reisi, oturduğu koltuğa daha önce kimlerin oturduğunun farkında değil. O koltuğu kimlerin yücelttiğini düşünecek vakti yok! TBMM başkanı, ağlak bakan ve diğerleri… Kimseden ses seda çıkmıyor. Atatürk, laiklik, cumhuriyet karşıtlığıyla yetişmiş insanlardan bunu beklemek safdillik olur sanırım. Hatta içten içe sevinmedikleri ne malum? Zaten bir heykel takıntısı var bazı çevrelerde.

Atatürk’ün kurduğu, İnönü’nün yıllarca ikinci genel başkanlığını yaptığı CHP’nin yeri göğü inletmesini bekledik. Partideki yenileşme(!) yoğunluğundan olsa gerek buna zaman bulamadı yöneticiler. 1 Mayıs’ı düzenleyen sendikalardan, meslek odalarından, sivil toplum kuruluşlarından ses çıkar dedik, o da olmadı. Sömürgeciliğe karşı dünyanın ilk kurtuluş mücadelesini vererek mazlum uluslara yol gösteren bir devrimciye karşı yapılan “itibarsızlaştırma” saldırısı karşısında dut yemiş bülbüle döndüler. Tüm dünya devrimcilerinin saygı duyduğu, örnek aldığı bir lider devrimciye yapılan çirkinlik karşısında sessiz kalmak nasıl bir devrimcilik, nasıl bir solculuktur?

Saldırgan bölücülere sessiz kalarak şirin görünme çabası boşunadır. Üstelik böylesi bir tavır, saldırganı daha çok güçlendirirken halkın sinmesine neden olur.

4 Mayıs’ta RTE’nin Kastamonu mitinginden dönen konvoyuna saldırdı PKK’lı teröristler. Bir polisimiz şehit oldu, biri de yaralandı (Şehidimize Tanrı’dan rahmet, yaralı memurumuza da acil şifalar diliyorum.). Bu kritik noktada, siyasetin tüm aktörlerini şehit Recep Şahin’in Samsun’daki cenazesinde görmek isterdik. Orada bölücü teröre karşı bir birlik ve kararlılık görmek ulusumuzun beklentisiydi. Ancak bu olmadı. Küçük siyasal hesaplar, parti çıkarları buna izin vermedi. RTE, “kefen” edebiyatıyla mağduru oynayıp bu işi oya dönüştürme çabası içinde. Ülkemizin nasıl bir felakete sürüklediğinin farkında bile değil.

Bizim sözde demokrat (bu demokratlık yalnızca bölücülere ve cemaatçilere), biraz da saf siyasetçilerimiz ve aydınlarımız(!) BDP’lilerin bu saldırıyı kınayacaklarını beklediler. Birkaç gün sonra beklenen açıklama geldi DTK kongresinde konuşan eski bir bayan milletvekilinden. “Çünkü felaketimiz eşikte duruyor. Karamsar değilim. Öngörülerimizin ve sezgilerimizin yarattığı duyarlılığa sahibim sadece. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 'Güzel şeyler olacak' demişti. Onca zaman geçti, olmadı. Şimdi yine keskin bir dönemeçteyiz. Dilim varmıyor demeye ancak, kötü şeyler olacak ifadesini bir his olarak dillendirmek durumundayım. Kürt meselesiyle ilgili olan herkes bilebilir ki, ağır ağır değil, hızlı hızlı sıfır noktasına doğru gidiyoruz.” Tehdit diz boyu. Açılımın geldiği nokta burası. Eşkıyayı sınır kapılarında karşılamanın vardığı hazin bir sonuç bu. Bölücü başının avukatı sürdürüyor konuşmasını. “Bu artık netleşmiştir ve Kürtler hükmünü vermiştir, çözüm AKP'ye rağmen gelişecektir. Kürtlerin bu anlamda sabrı da bitmiştir, tahammülü de. Devletle olmuyorsa, halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kendi kurduğu bu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Ancak bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun savunulacaktır.” Ayrılıkçı anlayış açıkça anlatılıyor, ancak anlayana. Mısır ve Libya’daki muhalif ayaklanmalar için yol gösterip racon kesen RTE, bunu yaparken yarın birilerinin de PKK gösterileri için racon kesebileceğini hiç düşündü mü?

Yukarıdaki tehdit dolu sözlerden bir gün sonra bizzat bölücü başından açıklama geliyor. “15 Haziran son tarihtir. 15 Haziran'dan sonra ya anlamlı bir müzakere dönemi başlar ya da büyük bir savaş başlar, kıyamet kopar.” Bundan büyük tehdit olur mu? Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir şey var burada. Ömür boyu mahkûmiyeti olan bir terörist, cezaevinden örgütünü yönetiyor. Bu durumu acaba kimler yarattı?

Ülkemizin birleştirici değerlerine, kurumlarına karşı küçük siyasal çıkarları uğruna karşı çıkanlar, onların ortadan kaldırılması için var güçlerini harcayanlar, bölücü tehditler karşısında sus pus.

Ülkemizin en büyük birleştirici gücü yaşam kaynağı Atatürk ve Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesidir. Bunları savunamayanların, bu konuda duyarlılıklarını yitirenlerin ülkemizin geleceğiyle ilgili doğru kararlar vermeleri olanaksızdır. Acaba siyasetçilerimiz, dönüşü olmayan bir bataklığın içine sürüklendiğimizin farkındalar mı?

Adil Hacıömeroğlu
7 Mayıs 2011
Not: 10 Mayıs 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

USAME BİN LADİN’İN ÖLDÜRÜLMESİ

Yıllardır ABD’nin düşman ilan ettiği ve yakalamak için uğraş verdiği Usame Bin Ladin nihayet ele geçirildi. Hem de ölü olarak. Çeşitli kaynakların verdiği haberlere göre Usame’nin kaldığı ev bir yılı aşkındır ABD’lilerce izleniyordu. Uzun süredir yeri belirlenen ve Amerika’nın baş düşmanı gösterilen bir teröristin öldürülmesindeki zamanlamanın altı çizilmelidir.

Bin Ladin’in liderliğini yaptığı El Kaide örgütü, adını 11 Eylül saldırılarıyla tüm dünyaya duyurdu. Gerçi bu saldırıdan önce de bazı eylemleri olmuştu bu örgütün; ancak ABD’yi içten vurması önemliydi. Örgütün, saldırılarda intihar komandolarını kullanması ilgi çekici. 11 Eylül saldırıları, birçok kişinin ölümüne neden olması ve ABD’nin iç güvenlik zayıflıklarının ortaya çıkması açısından önemlidir. Bu saldırılara destek verdiği varsayılan Irak işgal edildi. Yine El Kaide’nin üslendiği Afganistan’a da ABD ordusu yerleşti. Bu saldırılar, dünyanın süper küresel gücüne enerji kaynaklarını fiili olarak kontrol etme olanağı sağladı. ABD’nin işgal projeleri için nedenler oluşturdu. Afganistan ve Irak’ta yıllardır akan kanın, çekilen sıkıntıların, gittikçe derinleşen bölünmüşlüğün nedeni, terör eylemleriyle yaratılmış oldu.

Soğuk savaş döneminin bitmesiyle tek kutuplu olan dünyada en büyük zararı Müslüman ülkeler görmekte. Çünkü dünyadaki enerji kaynaklarının büyük bölümü bu ülkelerde. ABD-SSCB karşıtlığının, çekişmesinin, rekabetinin ortadan kalkmasıyla yeni düşmanlar yaratıldı adeta. SSCB’nin yerini İslamcı radikal örgütler almaya başladı. İşin ilginç yanı ise bu grupların, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin müttefikleri olmalarıdır. Dün komünizme karşı yol arkadaşlığı yapanlar, bugün düşman kardeşler olarak birbirlerine silah çekiyorlar. Bugün, İslam coğrafyasında sol muhalefet yok denecek durumda. Amerika’nın Soğuk Savaş döneminde uyguladığı “Yeşil Kuşak” ve sonradan devreye soktuğu “Ilımlı İslam” projeleriyle sol yükselişin önü kesildi. Müslüman halklar; ılımlı-radikal İslamcılık ikilemine mahkûm edilmiş durumda. Böylece de çağdışı yönetimlere karşı devrimci hareketlerin önü kesilmiş, bölge kısır çekişmelerin egemenliğinde ve küresel güçlerin kontrolünde bir siyasal biçime sokulmuştur.

İslam coğrafyasında muhalif seslerin yükseldiği günümüzde yeni işgaller ve buna dayalı olarak yeni bölünmeler gündemdedir. Bunun için de bahaneler gerekli. Usame’nin öldürülme biçimi ve sonrası El Kaide’nin öfkesini kabartacak cinstendir. Özellikle cesedin denize atıldığının söylenmesi bu öfkeyi daha da artıracak. El Kaide’nin yeni eylemlere girişmesi için bir nevi davetiye çıkarıyor ABD. Örgüt, terör eylemleri yapsın ki onlar da yeni işgal senaryolarını devreye soksun. Önümüzdeki günlerde Bin Ladin’in intikamını almak için bir dizi terör eylemi olabilir. Bu da ABD’nin yeni işgal hareketlerini tetikler.

Peki, işgal ve bölünme tehlikesi hangi ülkeleri hedef alır? Libya ve Suriye kaynamakta. Önümüzdeki günlerde buralar daha da ısınacak. İran konusunda ise fırtına öncesi sessizlik hâkim. ABD’nin İran’la hesaplaşması kaçınılmaz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken asıl ülke Pakistan’dır. Yoksulluk, yolsuzluk, siyasal istikrarsızlık, feodal geriliğin egemen olduğu bu dost ülkeyi kara günler bekliyor. Radikal örgütlerin yerleştiği ve taraftar da bulduğu Pakistan iki arada, bir derede kalmış durumda. Bin Ladin’in bu topraklarda öldürülmesi, Pakistan’ı terör örgütlerinin hedefi durumuna getirmekte. Yıllardır süren Afganistan savaşının en çok zarar verdiği ülke burası. Farklı etnik kökenlerden oluşan halkın uluslaşamadığı Pakistan, Güney Asya’nın zayıf halkası. ABD’nin Rusya, Çin ve Hindistan’la giriştiği enerji kaynaklarının egemenliği kavgasının stratejik merkezi.

Türkiye’nin çok eski, vefakâr ve sadık dostu olan Pakistan’a bu zor dönemde destek vermemiz, yanında olmamız çok önemli. Ülkemizin önümüzdeki günlerde bölge ile ilgili takınacağı tutum, izleyeceği politikalar çok belirleyici olacak. Bu, hem bölgenin hem de Türkiye’nin siyasal kaderini belirleyecek. Önümüzde iki yol var: Ya dost ve kardeş bölge halklarının yanında yer alacağız ya da küresel güçlerin. ABD’nin yanında yer almamız hem bizi hem de bulunduğumuz coğrafyayı içinden çıkılmaz bir bataklığa dönüştürebilir. Aman dikkat!

Adil Hacıömeroğlu
5 Mayıs 2011
Not: 9 Mayıs 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

ÇILGIN MI, ÇILDIRTAN MI?

Aylardır kamuoyunu meşgul eden ve meraklandıran “çılgın proje” nihayet açıklandı. Herkes, özgün bir “çılgınlık” beklerken yıllar öncesinin bir projesinin gündeme getirilmesi şaşkınlığa neden oldu.

1994 yerel seçimleri öncesinde merhum Bülent Ecevit’in kamuoyuyla paylaştığı bir projeyi, kendi düşüncesiymiş gibi açıklamanın ne kadar etik olduğu tartışma konusudur. RTE, halkın gözüne baka baka bu projenin kendi hayali olduğunu açıklıyor. Sayın Ecevit’e en ufak bir atıf yok. Böyle yapmak, intihaldir. Daha açık söylersek düşünce hırsızlığıdır. Başkalarının düşüncelerini, kendi düşüncesiymiş gibi alıp kullanmak doğru bir davranış değil. AKP çevreleri intihali seviyor. Önemli görevlere getirdikleri bazı öğretim üyelerinin belgelenmiş intihal suçlarının olması da şaşırtıcı olmasa gerek.

“Çılgın proje”nin kamuoyuna açıklanma biçimi de ilgi çekici. RTE, önce yandaş bir gazetenin muhalif görünen bir yazarına konuyu çıtlatıyor. Magazin dünyasının önemli bir aktörü olan bu yazarımız, RTE ile görüşmesini allandıra ballandıra anlatıyor köşesinde. Adını veremeyeceği bir çılgın projeyi sır olarak sakladığını açıklıyor. Böylece kamuoyunun meraklanmasına neden oluyor. Her geçen gün de merak artıyor. Tam da YGS şifrelerinin tartışıldığı, iktidarın köşeye sıkıştığı bir zamanda açıklanıyor proje. Hem de “büyük hayal” olarak. Gündem değişiyor birden. Gece gündüz “çılgın proje” tartışılıyor artık.

Bizce bu proje çılgın değil, çıldırtan bir projedir. Neden mi? İstanbul’a büyük bir yoğunluk getireceği için. Kanal projesinin gerçekleşmesiyle İstanbul’un nüfusu ikiye katlanır. Bu da İstanbul’u, İstanbul olmaktan çıkarır. Su kaynakları yetersiz kalır. Orman alanları daralır. Bu da iklim değişikliğine neden olur. Tüm hoyratlığa karşın hala İstanbul, orman alanlarının yoğunluğu bakımından illerimiz arasında birinci sıradadır. Böylesi bir cenneti yok etmek, geri dönüşü olanaksız bir faciaya da yol açar.

İstanbul’a aşırı bir göçü tetikleyecek olan kanal projesi, ülkemizin demografik yapısını da alt üst edecektir. İşsizliğin, nüfus artışının çok olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizden yoğun bir göç hareketinin olacağı dikkate alınmalı. Böylesi yoğun bir göç hareketi, bu bölgelerimizin boşalmasına neden olur. Bu durum da yeni siyasal senaryoları gündeme getirir. Buralar üzerinde hak iddia eden kimi dış güçleri cesaretlendirir.

Karadeniz’le Marmara’yı birleştirecek olan bu kanal projesi, Montrö Antlaşmasını da tartışmaya açar. Boğazlar üzerindeki egemenliğimizi kesin kurallarla bağlayan bu antlaşmanın tartışmaya açılması, bizi uluslararası siyasal arenada zor durumda bırakır. Boğazlarda bedava geçiş hakkı olan gemileri paralı olacağı söylenen bir kanala yönlendirmek, Montrö’yü imzalayan devletlerin itirazına neden olur.

Bir de bu işin askeri boyutu var. Boğazlardan askeri gemilerin geçişi, Montrö Anlaşmasıyla sınırlandırılmıştır. Kanalın açılmasıyla bu konu farklılaşabilir. Böylece Türkiye, bazı güvenlik sorunlarının tarafı olabilir.

Milyarlarca liranın harcanmasıyla yapılacak böyle bir proje, yeni zenginler yaratmaktan öteye gitmez. İstanbul’u yeni yağmacıların kucağına iter. Geçici olarak (işin yapım aşamasında) bir istihdam sağlasa da bu, ekonomik bir refahı getirmez.

Ülkemiz açısından “çılgın projeler” vardır. Bunlar; marka yaratma, Cumhuriyet’le başlayan sanayileşme, eğitimde yenileşme, Türkiye’yi baştanbaşa yeşillendirme, madenlerimizi ulusal bir bilinçle işletme, ulusal birliğimizi güçlendirme gibi projelerdir. Sanayisi gelişmeyen, tarımı çöken, eğitimi yerlerde sürünen, terörün zirve yaptığı bir ülkede üretimden söz etmek olanaklı mı? Günlük, geçici projeler yerine üretimi artırıcı planlamaların yapılması, ülkemizin geleceği açısından çok yararlı olur. Üretmeyen, sürekli olarak tüketimin özendirildiği bir ülkede kalkınma olur mu? Ayrıca kentleri getirim aracı olarak gören anlayışla bir toplumda sosyal adalet ve fırsat eşitliği nasıl sağlanabilir?

Adil Hacıömeroğlu
30 Nisan 2011

Not: 2 Mayıs 2011 tarihli Kent Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

CAN ÇEKİŞEN İNSANLIK

“Ümraniye TEM otoyolunda emniyet şeridinde bir firmaya ait otobüsün lastiğini değiştiren sürücü, muavin ve bir yolcuya aşırı süratli olduğu iddia edilen otomobil çarptı. Kazada otobüsün muavini hayatını yitirirken diğer iki kişi yaralandı. Kazaya karışan otomobil sürücüsü olay yerinden kaçtı.”

Giresun’dan İstanbul’a gelen otobüsün lastiği patlıyor. Otobüs sürücüsü, trafik kurallarına uyarak emniyet şeridine girip sağa yanaşıyor. Üç kişi otobüsün sağ tarafında lastik değiştiriyor. Her şey normal. Bir otomobil, koskocaman yolu bırakıp emniyet şeridine dalıyor, otobüsün de sağından geçerek üç kişiyi ezip kaçıyor. Ezilen üç can var. Üç insan… Bir tanesi ne yazık ki hayatta değil artık. Ancak bu insanlık ayıbına, böylesi büyük bir canavarlığa sebep olan kişi aramızda. Hiçbir şey yokmuş gibi yaşamın içinde. Belki de yaptığı işten gururlanarak(!), yeni canavarlıkların peşinde.

Kuralsızlığın kural olduğu, suçun cezalandırılmadığı, masumların ezildiği, yasalara uyanların enayi sayıldığı bir toplum olduk nedense. Kolay yoldan para kazanan birtakım şımarıklar; zafer sarhoşluğu(!), ne oldum deliliğiyle günlük yaşamı zehir ediyorlar. Yetkili yetkisizlerse yalnızca seyrediyor.

* * *

Yukarıdaki olaydan birkaç gün sonra Akatlar’da herkesin gözü önünde ünlü ressamımız, aynı zamanda düşün ve siyaset adamımız Bedri Baykam’la yardımcısı bıçaklanıyor. Baykam kanlar içinde. Çığlık çığlığa… Bir yandan bağırıyor, bir yandan eliyle kanayan yarasını bastırıyor. Can havliyle yoldan geçen arabalara yanaşıyor. Lüks araçlar bakmadan, duraksamadan gazlıyor. Baykam’ın tüm güzel özelliklerini, üstün yeteneklerini bir kenara bırakalım. O, bir insan. O, bir can. Ne yazık ki arabalarının Baykam’ın kanından kirleneceğini düşünen iki ayaklı birtakım yaratıklar toz olup uçuyor. Yerde kıvranan, yaralı yardımcısı bir başka dram.

Televizyonlar Bedri Baykam’la yardımcısının görüntülerini tekrar tekrar gösteriyor. Her defasında içimden bir şeyler kopuyor. En lüks arabalara binip en pahalı evlerde oturup “marka takılmayı” modernlik ve iyi yaşamak sanan zavallıcıklara üzülüyorum. İnsan olmanın en küçük erdemini bile gösteremeyip yaralı iki insana el uzatmayan böylesi kişilerle aynı toplumun bireyi olmayı içime sindiremiyorum.

* * *

Tam da bu iki olaya isyanım büyürken gazetelerde bir başlık: “Allahuekber deyip kafasını kestiler” Neyin? Kars’taki Özgürlük Anıtı’nın. Başbakanın “ucube” dediği heykel için yıkım kararı uygulamaya sokulunca işçiler, tekbir getirerek işe giriştiler. Tekbir sesleri arasında heykelin başı kesildi. Nerede yaşıyoruz? Hangi zamandayız? Bunu anlamak olanaksız. Bir heykel ve tekbir…

Bir heykelin varlığına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin, toplumumuzu geleceğe taşıması mümkün mü? Kars’taki heykeli dinsel bir görevmiş gibi yıkan anlayışla Afganistan’da Buda heykelini dinamitleyerek havaya uçuran tutuculuk arasında bir fark var mıdır sizce?

Sanata, sanatçıya saldırmak marifet! Eşi dostu zengin etmek beceri! Suskun bir toplum yaratmak istikrar! ABD isteklerine boyun eğmek, bölgenin siyasal aktörü olmak! Teröriste, zorbaya kentleri talan ettirmekse demokrasi ve özgürlük!

İnsanlık, hak, hukuk, yasa, sanat, kültür, bilim mi? Bunlar bir avuç idealist insanın belleğinde, yüreğinde.

İnsanlık; “insanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi” ya da “insanın değerini, saygınlığını veren öz, insana yaraşır yaşama ve düşünme ilkesi” değil midir?

İnsanın kendisini bir kenara bıraktık, suretine bile dayanamayanların egemen olduğu bir dönemdeyiz. İnsanlık can çekişmekte, inim inim inlemekte… Her alanda feryatlaar yükselmekte. Anadolu’nun büyük bilgini Diyojen, boşuna mı gündüz vaktinde elinde fener insan aramaya çıktı? Biz de gri betonlar arasında bir ışık görürsek, bir nefes alırsak o insanı bulmaya çalışacağız.

Nereden nereye geldik. İnanmak çok güç, ama gerçek.

Adil Hacıömeroğlu
27 Nisan 2011

Not: 2 Mayıs 2011 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanmıştır.