ABD, SURİYE’DE YAN MI ÇİZİYOR?



                                    

            ABD ve NATO’nun, Türk keşif uçağını vuran Suriye’yi yalnızca kınamaları, RTE’ nin çaldığı savaş tamtamlarına destek vermemeleri ilgi çekicidir. Batılılarca “Arap Baharı” bize göre “Arap Zemherisi” olan siyasal süreç, Suriye kayasına tosladı. Kuzey Afrika çöllerini kasıp kavuran zemheri;  Suriye’nin köklü uygarlık geleneğini ve Esat’ın kararlı, hesaplı antiemperyalist direncini aşamadı.
            
       Libya’da ortak hareket etmek için yarışan Batılı ülkeler, Suriye’de aynı heves içinde görülmediler. Libya’nın petrol kokusuyla sarhoşa dönenler, Yeni Sahra’nın uranyum varsıllığı karşısında ağızlarının suyu akan emperyalistler; Kaddafi’ ye gözü dönmüşçesine saldırdılar. Petrolü ve uranyumu olmayan Suriye’de ise ihaleyi RTE’ ye verdiler. Neden mi? Çünkü Suriye, Ortadoğu’da büyük siyasal değişimleri tetikleyecek bir ülke.
            
      Ne büyük rastlantıdır(!) ki televizyonlarda konuşan dış politika uzmanı yorumcuların birçoğu, Suriye’nin Esat’tan kurtulup demokrasiye(?) geçmesiyle en az üçe bölüneceğini söylemekteler. Bölerek, parçalayarak, güçsüzleştirerek, düşmanlaştırarak kurulacak bir demokrasinin kime, ne yararı olur? Bu durumun emperyalistlere yarar sağlayacağı kuşkusuzdur. Ancak bölge halklarını felakete sürükleyeceği de tartışılmaz. Uzman yorumcu kimliğiyle ortaya çıkanların çoğu, küresel emperyalizmin çıkarlarına nasıl alet olduklarının farkında değiller. Bu yolla kamuoyu, Ortadoğu’daki olası bölünmelere hazır hale getirilmekte, bir beyin yıkama etkinliğinde bulunmaktalar. Üstelik bu olası bölünmelerden en zararlı çıkacak ülke de Türkiye. Demek ki ülkemiz televizyonlarından dinamitler yerleştirilmekte yurt topraklarına.
          
       ABD’nin, Suriye olayıyla amaçladığı bölünmelerin altyapılarının hazırlanmasıydı. Kısmen de olsa bu amacına ulaşmıştır, denilebilir. Bölgemizde tarihte rastlanmadığı ölçüde etnik ve mezhepsel kimlikler öne çıkmıştır. Siyasal partiler bile bu temeller üzerinde kurulmakta neredeyse. Alt kimliklerin bu kadar çok öne çıkarıldığı toplumlarda ulusal bütünlükleri korumanın zorluğu da ortadadır. Bölünmenin en belirgin yaşandığı ülke Irak’tır. Şu anki görünüm itibarıyla üç parçadır. Özellikle kuzeyde ABD güdümlü bir devletin Türkiye’nin de katkılarıyla kurulmakta olduğunu görmekteyiz. Ancak yanlış hesap Bağdat’tan dönmektedir. Bağdat yönetiminin Irak’ın bütünlüğünü sağlama yönündeki çabaları, emperyalizmin bölücülüğüne karşı önemli bir harekettir. Ortadoğu’da emperyalizmin bölücülüğüne, yayılmasına karşı İran, Irak, Suriye, Lübnan’dan oluşan ittifak Rusya ve Çin’in de desteğiyle ABD’nin amaçlarını boşa çıkarmakta. Böylesi kararlı bir ittifakla baş edemeyeceğini anlayan ABD, çatışmaktan kaçınmakta.

Her girdiği savaşı yitiren küresel efendi, burada Türkiye’yi kışkırttı. Esat’ın sağlam duruşu ve RTE’ nin saldırma konusundaki ayak diremesi karşısında önce şantaja başvurdu. Amerikan gazeteleri ülkemizden Suriye’ye muhalifler için silah sokulduğunu yazdılar. Böylece RTE’ yi köşeye sıkıştırıp verdiği sözü tutması konusunda uyardılar bu yolla.

“El atına binen tez iner.” demiş atalarımız. Emperyalizmin atına binen ise baş aşağı düşer. Küresel güçlere güvenerek sağa sola kılıç sallamak kimseye yarar getirmez. Bin yılı aşkın komşuluk, bir emperyalist dolduruşa kurban edilir mi? Emperyalizmin kullanarak tarihin çöplüğüne attığı binlerce yerel siyasetçi var. Bu kişileri anımsayan var mı?

ABD hızla yan çizerken rüzgârıyla AKP’yi uçurumlarda savuruyor aşağılara. Asıl zararı da halkımız görmekte. Amerikan rüzgârını ters çevirecek kahramanların tam zamanı değil mi şimdi?
                                                                      
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       27 Haziran 2012


           
           
















DAĞ FARE DOĞURDU


            22 Haziran Cuma günü keşif uçağımızın Suriye tarafından vurulmasından sonra siyasal trafik yoğunlaştı. RTE ve yandaşlarının konuşmalarına, tavırlarına, yürüttükleri görüşmelere bakılınca salı günkü AKP grup toplantısı heyecanla beklenmeye başlandı. Ancak RTE’ nin açıklamalarında çok da yeni bir şey yoktu. Yine dış politikayı iç politik çıkarlara alet etme anlayışı egemendi konuşmada.

            Konuşmada en dikkat çekici bölüm: “ Türkiye yerini, zamanını ve yöntemini kendisi tayin ederek bu haksızlığa karşı, uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanacak, gereken adımları kararlılıkla atacaktır, altını çizdiğim budur. (…) Bu son olaydan sonra artık yeni bir aşamaya geçilmiştir. Türkiye olarak, Suriye rejiminin sınırlarımızda oluşturduğu güvenlik risklerini hiçbir şekilde tolere etmeyecek, karşılıksız bırakmayacağız. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin angajman kuralları artık bu yeni aşamaya göre değiştirilmiştir. Suriye’den Türkiye sınırını güvenlik riski ve tehlikesi oluşturacak şekilde yaklaşan her askeri unsur bir tehdit olarak değerlendirilecek ve askeri hedef olarak muamele görecektir.” tümceleridir. Bu sözlerle Suriye yönetimi tehdit edilmekte, saldırganlık gösterisi yapılmakta.

            Başbakanın bir ulusal sorunla ilgili görüşlerini partisinin grup toplantısında açıklaması şık değildir. Bu, dış politikayı parti çıkarları için kullanmak demektir. Bu nedenle de inandırıcılığını hem içerde hem de dışarıda yitirir. Bu konudaki düşüncelerini TBMM’de ya da bir basın toplantısında açıklaması daha uygun olurdu ve inandırıcılığını artırırdı. RTE yukarıdaki sözleriyle misilleme yapacağını söylüyor. Yine esip gürlüyor, tehditler savuruyor. Neredeyse “Evim yanıyor!” diye komşularda yardım isteyen yalancı çobana dönecek. Defalarca söyledik, dış politik konularında gerekli gereksiz bu kadar çok konuşan bir hükümet dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir.  

            Uçağımızın düşürülmesinden sonra NATO’yu göreve çağıran yandaş basın da hayal kırıklığına uğradı. NATO, olayı yalnızca kınamakla yetindi. ABD ise bu olayda neredeyse tarafsızlığını ilan edecek. Anlayacağınız okyanus ötesi dağı fare doğurdu. ABD ve NATO’nun tavrı ne anlama gelmektedir? AKP’nin güvendiği dağlara kar yağmıştır. ABD, Türkiye’yi gaza getirip Esat’ın üzerine kışkırttı. Esat sağlam durunca da Türkiye’yi yalnız bıraktı. Bunun Türkçesi, RTE’ yi sattı ABD. Bu, ilk kez mi oluyor? Biraz tarih bilgisi olanlar, Amerika’nın geleneksel politikası içinde bu tür satışların acıklı öykülerini görürler.

            Türkiye’nin Batılı dostlarının(?) yan çizip hızlı dönemeç almaları karşısında, Suriye’nin yol arkadaşlarının kararlılığı ders verici nitelikte. Özellikle Rusya’nın, Suriye’ye uçağımızı düşürmesi konusunda açık desteği ilginçtir. Demek ki insanlar gibi devletler de dostunu, düşmanını iyi seçmeli. Sahte dostluklara kanıp bin yıllık komşularını karşısına almanın sonu budur.

            Her siyasetçinin bilmesi gereken emperyalistlerin dostluk gösterisine güvenmemek gerektiğidir. Emperyalizmin çıkarları, sömüreceği alanlar ve bunun için kullandığı işbirlikçiler vardır; dostları yoktur.
                                                                                              Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  27 Haziran 2012

AKDENİZ’E KAN DAMLADI


22 Haziran Cuma günü bir keşif uçağımız Suriye tarafından düşürüldü. İki pilotumuz kayıp. Sağ kurtulacaklarına dair umut yok! İki kahraman Mehmetçiğimizin kanı Akdeniz’in sıcak sularına damladı. Durgun, sakin, dostluk ve barış dolu Akdeniz suları dalgalanacağa benziyor bu olayla.

Bugüne kadar girdiği her savaşı yitiren ABD, Suriye’de sıcak çatışmaya girmekten özellikle kaçındı. Durum böyle olunca da Türkiye’yi kışkırtma yolunu seçti. Bu yolla bir taşla birkaç kuş vurmuş olacak. Hem yenilmekten kurtulacak hem İslam dünyasını mezhep temelinde kalın çizgilerle bölecek hem de yıllarca sürebilecek düşmanlıkların, çatışmaların temelini atacak.

Suriye, Türk uçağını niçin düşürsün? Sorusunun yanıtı, olayın içyüzünü açıklamak ve anlamak açısından önemlidir.

Suriye’nin en son isteyeceği şey, Türkiye ile çatışmaktır. Türkiye ile çatışmanın kendilerine büyük zarar vereceğini bilecek kadar akıllı yöneticiler var Suriye’de. Suriye yöneticileri, uluslararası ittifak ve bölgesel dengeleri hesaplama konusunda Türkiye’yi yönetenlerden daha hesaplı davranmakta üstelik. Savaşı, NATO istemekte. ABD ve bağdaşıkları saldırgan, Suriye ise savunma durumunda. O zaman Suriye neden savaşa gidebilecek bir sürecin kıvılcımını yaksın?

Türk uçağı ya da uçakları yalnızca keşif amaçlı mı bölgeye gittiler. Yoksa muhalefete silah ve mühimmat mı atacaklardı? Bu sorunun yanıtı önemlidir. Uçağımızın yalnız olmadığı söyleniyor. Sözü edilen bu meçhul uçak bize mi, yoksa başka bir ülkeye mi ait? Bu sorunun yanıtı da aydınlatılmalı.

Diğer önemli bir soru da şudur: Düşürülen uçağımız İsrail’le yapılan TSK’ nın modernizasyonu antlaşması doğrultusunda bu ülkede onarım gördü mü? Eğer gördüyse uçaklarımızın bilgisayar sistemine dışarıdan müdahale söz konusu olabilir mi? Suriye, uçağımız düşürüldükten sonra Türk uçağı olduğunu anladıklarını açıkladı. Uçağımız İsrail’in sanılarak düşürülmüş olabilir mi? Esat yönetimi; Türkiye ile çatışmayı en son ister, dedik. İsrail’le çatışmak için ise can atar. Çünkü Arap dünyasının, özellikle de kendisini devirmek isteyen körfez ülkelerinin desteğini alır böylesi bir durumda. Ayrıca Arap olmayan başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri böyle bir savaşta açıkça İsrail’in yanında yer almaz. Böylesi bir durum Esat’ı İslam dünyasının kahramanı yapar ve yönetimini güçlendirir.

Diğer bir olasılık da uçağın ABD’ye ait olduğunu sanılmasıdır. Böyle bir durum Esat’ın küresel güce meydan okumasıdır ve onu kahramanlaştırır. Kimilerine uçuk gelebilecek bu olasılık neden aklımıza geldi? Uçağımızın Malatya’daki üssüyle bağlantısında sorun olduğu açık. Uçuş sırasında telsiz konuşmalarını, iletişimi engelleyen sinyal bozucular devreye girmiş, uçağımız yanlış yönlendirilmiş olabilir mi? Şu soruda kafamıza takılmakta: Acaba uçağımız Tartus’taki Rus üssünden fırlatılan bir füzeyle mi düşürüldü? Bu soruların yanıtları verilmeden olayın içyüzü anlaşılamaz.

Olay karşısında hükümetin gösterdiği tavır sağduyudan öte, gizemlidir. Özellikle yandaş basının ve hükümetin NATO’yu devreye sokma gayreti düşündürücüdür. Türkiye, ABD ve İsrail’in düzenlendiği bir komplonun içindedir. Oldubittilere karşı kamuoyunun duyarlı olması gerek. AKP yönetimi dış politikamızı küresel emperyalizmin çıkarlarına feda ederek arapsaçına döndürdü. İktidar partisinin tüm yöneticileri sorumlu olsun olmasın dış politikayla ilgili neredeyse her gün konuşmakta. Dünya ve ülkemiz tarihinde dış politikayla ilgili bu kadar çok konuşan bir iktidar yoktur sanırım. Yerli yersiz konuşarak dış politikadaki saygınlığımıza gölge düşürülmekte. Eğer Suriye, bile bile uçağımızı düşürmüşse bu, çok vahimdir. Bu demektir ki bölgesel caydırıcılığımız dikkate alınmıyor. Bu da AKP’ nin Türk dış politikasını getirdiği durum açısından düşünülmesi gereken bir konudur.

Ortadoğu’da çıkacak bir savaş emperyalizmin işine gelir. Başta ülkemiz olmak üzere tüm bölge halklarına zarar verir. Bu nedenle Akdeniz’in berrak sularına damlayan bu kan, bu güzel denizi kızıla boyamasın. Doğu Akdeniz’in bin bir türlü barış çiçekleri göversin ki sonsuza kadar var olalım parıldayan güneşin altında.

Adil Hacıömeroğlu

23 Haziran 2012

BÖLÜCÜBAŞINA EV HAPSİ(!)


Hükümetin her konuda konuşan ağlak bakanı Öcalan’a ev hapsinin düşünülebileceğini söyledi. Alışılagelmiş tipik AKP taktiği. Önce konu ortaya atılıyor, kamuoyunun tepkisi ölçülüyor. İktidar partisinde güya farklı görüşler varmış gibi tartışmalar yapılıyor. Halk yavaş yavaş konuya alıştırılıp ardından da yapılmak istenen yapılıyor. Bu arada attıkları oltaya takılan olursa ihale onda kalıyor.

Ağlak bakanın bu görüşüne RTE karşı çıktı. Bunun olamayacağını söyledi. Ekranlarda, gazete köşelerinde iş tam soğumaya yüz tutmaktayken Kılıçdaroğlu, her zamanki gibi konuya girdi. Arınç’ın görüşünü destekleyen açıklaması gündemi yine saptırdı. Terörist başının cezasını evde çekmesi ulusun vicdanını rahatsız eder. Böyle bir durum örtülü aftır. Bunun da kabulü olanaksızdır. Terör örgütünün lideri villa da yaşar da militanları hapislerde durur mu? Tabi bu gidiş bir genel affın habercisi. “Rahşan affının” DSP’nin tükenişinde nasıl etkili olduğunu görmeyen kaldı mı? Hele ki otuz yıldır ülkemizin dört bir yanındaki ocaklara ateş düşüren bir örgütün militanlarını sokağa salmanın vebalinin altından kimse kalkamaz.

Ülkemizdeki bölücü terörü, Ortadoğu’daki çıkar çatışmalarından bağımsız düşünmemeli. Öncelikle Türkiye’nin dış politikasını gözden geçirmesi gerek. 2002’de bitme noktasındaki terörü azıtan iç ve dış gelişmeler iyi irdelenmeli. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK; tarihinin en rahat, özgür, güvenli dönemini yaşamakta burada. Bölgenin hemen hemen tüm gereksinmeleri de ülkemiz tarafından sağlanmakta dış ticaret adı altında. Bölgesel istikrar bozuldukça ve iç politikada tavizler arttıkça terör tırmanmakta.

Siyasetçiler öncelikle terörün beslendiği dış kaynakları yok edecek önlemleri almakta ivedi ve kararlı davranmalı. Eğer ülkemizde demokratik reformlar yapılacaksa bunlar yalnızca bir etnik grubu kapsayacak nitelikte değil, ulusun tümü için düşünülmeli. Sol partiler, politikalarını etnik ve mezhepsel ayrımlar üzerinde değil; ezilen sınıfların çıkarları doğrultusunda oluştururlar.

Geçmişte olduğu gibi bu konuda da AKP algı yönetimini iyi yaptı. “Öcalan’ın ev hapsini isteyen kim?” diye soracak olursanız, halktan “CHP” yanıtını alabilirsiniz. Hem gündem değişti, hem de ihale Kılıçdaroğlu’nda kaldı.

Adil Hacıömeroğlu

19 Haziran 2012

 Twitter.com@AdilHaciomerogl
Not: 25 Haziran 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
                                                          









CHP’DEN CAN SİMİDİ



CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu hiç de şaşırmadığımız, hatta beklediğimiz bir tavırla terör konusunda RTE ile görüşmek istediğini söyledi. CHP ve AKP heyetleri görüştüler. Bu "açılım"a TBMM'deki diğer partilerin de katılması gerektiğini her iki taraf da açıkladı. İktidarla ana muhalefetin bu flörtü, zamanlama açısından önemlidir. Atlantik ötesinden "Kürt sorununun çözümü" konusunda öneri ve telkinlerin gelmeye başladığı bir anda böyle bir işbirliğinin olması düşündürücüdür.



Habur rezaletiyle halkın gözünden düşen ve desteğini yitirmeye başlayan AKP'yi, düştüğü çukurdan yeni CHP'nin yeni yöneticilerinin sorumsuz, bilinçsiz, çelişkili açıklamaları kurtarmıştı. "Genel af" söylemiyle Habur rezaleti unutturulmuş, gündeme "YCHP" oturmuştu. Anayasa referandumu öncesi yapılan bu açıklamalar; AKP’nin sıkışıklığını gidermiş, düşmekte olan oylarının da yükselmesine neden olmuştu. Köşeye sıkışan AKP, Habur’un gündemden düşürülmesiyle rahat nefes almıştı. Olasıdır ki iktidar partisinin yitirmekte olduğu halk oylamasının gündem sapmasıyla ters dönmesi 2011 genel seçimlerinin sonuçlarını da etkiledi. Seçmenin gözünde itibar yitirmekte olan AKP, YCHP yöneticilerinin açıklamalarıyla yeniden yükselişe geçmişti.



Bugün de hükümet, Uludere konusunda köşeye sıkışmış durumda. Yandaş ve korkudan ne söyleyeceğini bilmeyen basının AKP’yi aklama çabalarına karşın konu gündemden günlerce düşmedi. İktidar partisinin sözcüleri bile birbirine ters açıklamalarıyla şaşkına dönmüş durumdaydılar. İşte böylesine sıkışık bir anda Kılıçdaroğlu’ nun “açılım” açıklaması geliyor ve RTE soluklanıyor. Uludere gündemden düşüyor, partiler arası “açılım” turları konuşulmaya başlıyor. Kılıçdaroğlu’ nun bu hamlesi, Uludere bataklığından kurtulmak için debelenen iktidar partisine can simidi olurken CHP’yi zor duruma sokuyor.



Terörün önlenmesi herkesin istediği bir şey. Gencecik insanların toprağa düşmesi çok acı verici. Terörü sona erdirmek de siyasetçilerin görevi. Terörü bitirmenin yolu, bölücü örgütü iyi tanımaktan asıl amacını bilmekten, dış destekçilerini belirleyip ona göre bir mücadele oluşturmaktan geçer. Yoksa alelade açılımlarla teröre güç kazandırılır. Bölücü örgütün son aylarda hem siyasal açıdan hem de terörist saldırılar bakımından yükselişte olması bunun göstergesidir. Elinizi veriyorsunuz, kolunuzu kurtaramıyorsunuz. Verilen her ödün, daha büyük ödünlere gebe.



Bölücü örgütün dış destekçilerini açıkça söylemeden ve bu ülkelerle ilişkileri yeni bir raya oturtmadan bu işin sonu gelmez. Muhalefet bu bağlamda Uludere konusuyla ilgili şu soruları ısrarla sorup yanıtlarını almalı.



1- Uludere’de istihbaratı kim verdi?

2- Uludere’de ilk ateşi kim açtı?

3- Uludere olayında bölücü örgütün güvenlik güçlerini yanıltması (ihbar ve istihbaratla) söz konusu mudur?

4- Uludere olayı, TSK’nın etkisizleştirilmesi için bir komplo mudur? Eğer böyleyse burada rol alan iç ve dış merkezler hangileridir?



Bu soruların yanıtları bulunduğunda ülkemizde analar ağlamaz, gencecik fidanlarımız toprağa düşmez.



“Bu sorun çözülür, insanlar yaşamını yitirmezlerse, bu benim genel başkanlığıma mal olacak olsun.” Kılıçdaroğlu bunları söylüyor. Bu girişimin sonuçsuz kalacağı, bölücü örgüte cesaret vereceği, AKP’yi Uludere girdabından kurtaracağı kesin. Bu tür girişimler yalnızca sizin genel başkanlığınıza mal olsa iyi. CHP’nin siyasetten yok olmasına, hatta ülkemizin birliğinin tehlikeye düşmesine mal olacak sanırım.



Adil Hacıömeroğlu

18 Haziran 2012







KAVAK VE PALMİYE



 Kavak, Anadolu bozkırının yalnız ağacıdır. Bazı akarsu vadilerinde söğütle dostluğu imrenilecek durumdadır. Ancak bu, onun yalnızlığını gidermez.  Su kıyılarında kendiliğinden büyür. Suyu gören kavağın insana fazlaca gereksinimi yok. Kavağın olduğu yerlerde genellikle yerleşim alanları da bulunur. Kavakla insanı bir araya getiren sudur. Uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşamın belirtisidir o.

Kavak ağacı hızlı büyür, çabuk yetişir, fazla emek gerektirmez. Güneş ve su yeter. Kavak dalını kesip sulak bir yere dikerseniz tutuverir. Son yıllarda sulak ovalarda modern yöntemlerle yetiştirilmekte. Ağaç sanayinin vazgeçilmezlerinden. Anadolu deyince titrek kavak akla gelir. Uzun saplı yaprakları rüzgârda adeta dans eder. Bozkırda her tür kuşun ev sahibidir. Yazın sıcağında kavrulanlar, onun gölgesinde serinleyerek soluklanır.

Odunu çabuk yanar, ısıtmaz, tüter. Yoğun dumanı, onu yakacak olmaktan kurtarır.

Anadolu insanı, kentlere göçmeye başlayınca birçok şeyle birlikte kavağı da yanında getirir. Genellikle gecekondusunun, plansız yapılaşan mahallelerde apartmanının bahçesine diker Anadolu'nun yalnız ağacını. Kolay yapılan gecekondunun yanına, kolay yetişen bir ağaç...

Kara, rüzgâra dayanamaz; narindir, kolayca kırılıverir belinden. Bunun için kentlerde evlere, arabalara yanından geçen insanlara zarar verir. Yaralanmalara, hatta ölümlere neden olabilir. Baharda polenleri ve bunları taşıyan pamukçukları astımlılara, alerjisi olanlara zarar verebilir. Bu nedenle kent ağacı değildir kavak. Dünya Sağlık Örgütü kentlerdeki kavakların kesilmesi, yeniden dikilmemesi yönünde karar aldı.

Çarpık kentleşmenin simgesi olan kavağın yerini şimdilerde palmiye almakta. Yabancı adlarla kurulan sitelerin bahçelerinde toprağımıza, iklimimize, havamıza, yabancı bir ağaç palmiye. Sıcak iklimlerin, çöllerin ağacı. Gövdesi, dalı, budağı, yaprağıyla biçimsiz bir ağaç. O, İstanbul'a alışamıyor, İstanbul da ona. Göveremiyor Marmara'nın bitek topraklarında yedi veren ikliminde. Kuzey rüzgârlarına dayanamıyor. Soğuk, kış, yağmur feleğini şaşırtıyor palmiyeye. Güneşimiz de yetersiz kalıyor ona. Ancak hızla varsıllaşan uydu kentlerin yapsatçılarının görgüsüzlüğünü simgelemekte.

Kent ağaçları iklime uygun olmalı. Güzel kokmalı; bir emeğin, zevkin ürünü olmalı. İstanbul gibi uygun iklimli, bitek topraklı bir yerde kavak ve palmiyenin sözü edilir mi? Hele manolya, çınar, ıhlamur, mimoza, erguvan, iğde, akasya, meşe, akçaağaç, gülibrişim, dişbudak, atkestanesi, çitlembik, karaağaç... Varken. Bin bir çeşit meyveyi saymaya gerek var mı?

Kavak, yoksulluğun yeşiliydi, palmiye de varsıllığın. İkisi de zevkten, anlamdan, kentten, emekten uzak. Tek düzelik var ikisinde de. Doğanın sunduğu bin bir tür ağaçtan ikisine mahkûm olmak, bir çiçekle yaz getirmek değil mi? Bu durum; toplumsal, siyasal yaşamımıza da yansımakta. Tek boyutluluğa saplanıp çeşitliliği yitiriyoruz. Aşkta da böyle değil mi? Yaratıcı olmadan her günü aynı yaşayarak aşk göğerir mi insan yüreğinde.

Adil Hacıömeroğlu
11 Haziran 2012


AKASYA VE YASEMİN



     Geçen hafta bir ilköğretim okulumuzun yılsonu veda yemeğindeydik. Okulun dördüncü sınıfları toplanmışlardı. Velileri de vardı. Açık havada çocuklar cıvıl cıvıldı. Betonlaşan kentin sıkıcılığı, tek düzeliği, taşın griliğine tutsaklaşmış yapısından özgürlüğe kanat çırpınışıydı bu açık alandaki yemek. Yemek ikincil kalmıştı. Çocuklar durmaksızın koşup bağrışıyorlardı. Yeşilin, sıcak bir günün ılık gecesinin tadını çıkarıyorlardı.

     Bulunduğumuz yerdeki ağaçlarda akasya, çiçeklerde ise yasemin çoğunluktaydı. Bir ara çocuklar yanımıza geldiler. Hemen yanı başımızda insanı sarhoş edecek kadar güzel kokan yasemini göstererek: "Bu çiçeğin adı ne?" diye sordum. "Çiçek..." yanıtını aldım. "Bilemediniz." deyince de hemen ailelerinden, öğretmenlerinden kopya alma yolun seçtiler. Sonunda ufak tefek bir kız öğrencinin "Yaseminnnn!" diye sevinçle, utku kazanmışçasına çınlayan sesi gecenin karanlığında yankılandı. 

     Çocuklarla "çiçek" yanıtının yanlışlığını uzun uzun konuştuk. Her hangi bir arkadaşlarının kendilerine adı sorulduğunda "Esra, Cansu, Anıl, Alper..." yerine "insan" demenin nasıl gülünç olacağını anlattık dilimiz döndüğünce. 

      Yaseminden hareketle çiçek konusundaki söyleşimizi bitirdikten sonra altında oturduğumuz hışırdayan yapraklarından dünyanın en güzel müziğini dinlediğimiz akasya ağacının adını sordum. "Ağaç..." yanıtını bekliyordum, yanılmışım. "Kiraz, şeftali, ceviz, kayısı, yenidünya, patlıcan..." gibi daha çok mevsim meyvelerinin adlarını saydılar bir çırpıda. Araya bazı sebzeleri de sıkıştırıverdiler. Nasıl olsa  biri olmazsa diğeri olur! Akasyayı tanımamalarına mı yanayım, yoksa her gün yedikleri mevsim meyvelerini bilmemelerine mi? En acısa da sebzelerin yetiştiği otsu bitkilerle ağaçları karıştırmaları. Yaşadıkları kentin neredeyse her sokağında bulunan bir ağacın tanınmaması çok ilginç. İnsanın yaşadığı kenti, doğup büyüdüğü sokağı, oynayıp soluklandığı yeşil alanları, yediği sebze ve meyveleri tanımaması şaşırtıcı, acı verici değil mi? 

    Baharın en güzel kokusunu yayan, bahar coşkumuzu sevince dönüştüren, ruhumuza aşk tohumları eken, ayaklarımızı yerden kesen, gözlerimizi ışıldatan, yüreğimizin ritmini artıran, bize yaşama sevinci veren bitkilerden birisi olan akasyayı tanımamak ne kadar büyük eksiklik. Çocuklar bilmiyor da anneler, babalar biliyorlar mı?Ne yazık ki hayır! Yetişkinlerin de çoğu birkaç ağaç türünün dışındakileri tanımıyor. 

     Televizyona tutsak olmuş, birbirinin benzeri dizilerle bilgilenen toplumumuz hızla bilgisizlik bozkırının çoraklığında sararıp solmakta. Doğanın sunduğu çeşitlilikten, uyumdan, güzelliklerden yoksun olan toplumlarda sevi, sanat, yaşam zevki, demokrasi, hoşgörü, yaratıcılık, çevre bilici nasıl gelişebilir ki? 

    Okullarda birinci sınıftan itibaren "ahlak" eğitiminin verileceği söylenmekte. Ahlak, soyut kavramlar, söylemlerle anlatılabilir mi? En büyük ahlak eğitimi doğadadır. İnsan, doğayı birlikte paylaştığı varlıkları tanırsa onları sever. Kişi, tanımadığı, önemini, değerini, gerekliliğini bilmediği varlıkları koruyabilir mi? Onlara saygı gösterebilir mi? Toplumu bilgisizlikten kurtarıp etik değerleri öğretmenin en iyi yolu doğayı tanımasıdır. Tek boyutlu toplum olmaktayız. Çocuklara doğa sevgisi aşılayalım ki yüreklerimizde de toplumuzda da bin bir çiçek açsın, yüreklerimizde kuşlar kanat çırpsın, ruhumuz enginlere yükselsin.

                                                                                                                      Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                                        10  Haziran 2012

LAİKLİĞE SON DARBE



     Başbakan yardımcılarından Bozdağ, "Diyanet laik olmamalı." dedi. AKP'nin alışılmış bir taktiği. Önce bir parti sözcüsü ya da hükümet üyelerinden biri, kamuoyunun gündem yorgunu ve şaşkını olduğu bir anda konuyu ortaya atıyor. Toz duman içinde halkın nasıl tepki göstereceğine bakıyorlar. Muhalefet partileri, basın konuyu irdelemezse işi sonuca vardırıyorlar. Bu arada basının büyük çoğunluğunu oluşturan yandaşlar da konuya kendilerince haklı gerekçeler bulup beyin yıkamaktalar. Sonrasında zemin hazır olunca da gerekli değişiklik yapılarak bir cumhuriyet kalesi daha yıkılmış oluyor.

     "Bu madde içinde laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bir husus var. Yeni düzenlemede laiklikle bağdaşmayan bu hususun da Diyanet İşleri Başkanlığı'nı düzenleyen maddeden çıkarılmasında fayda vardır. Nedir o? 'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda' diye başlıyor... Yani görevini yaparken 'laiklik ilkesi doğrultusunda görev yapar' diye bir görev tanımı  yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren yapı var. Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir." Bu sözler, Bozdağ'ın açıklamasından bir bölüm. Burada kast edilen anayasanın Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili 136. maddesi. Anayasanın bu maddesi ne diyor, bir de ona bakalım.

     "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir. (Anayasa, madde 136)" Diyanet İşleri de diğer devlet kurumları gibi Cumhuriyet'in kuruluş felsefesine, anayasada ifadesini bulan laiklik ilkesine uymak zorunda. Gerici kafalar, laikliği "dinsizlik" olarak algılayıp halka da böyle algılattıkları için bu anayasa maddesinden rahatsız olmaktalar. İslam dininde ruhban sınıfı olmadığından dinle ilgilenen devlet kurumlarının ayrıcalıklı olması beklenemez. 

     136. madde Diyanet'e, siyasetin dışında kalsın, diyor. Kısacası camiye siyaset girmesin, istemekte. Bunun ne sakıncası olabilir ki? Siyasete bulaşan bir Diyanet'in yolu mu açılmak isteniyor? Zaten son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanının fetva verirmiş gibi şeyhülislam edasıyla her konuda konuşması ilgi çekicidir. "Kürtaj" ve   "sezaryen" konusunda tıp adamlarından önce konuşması, hükümet yanlısı bir tavır takınması manidardır. BU tavırlarla camiye siyaset sokulmakta, din siyasete alet edilmekte. Buradan hareketle başbakan yardımcısının anayasanın 24. maddesinde neden değişiklik istediği de anlaşılmakta.

"Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. (Bu arada, anayasadaki yazım ve noktalama yanlışlarının düzeltilesi ivedilikle gereklidir." Bu da 24. maddenin son paragrafı. Kim, neden rahatsız olur ki bu anayasa maddesinden?  Ancak din üzerinden siyasal ve kişisel çıkar elde etmek isteyenler rahatsız olur bundan. Dinin kutsallığını kötüye kullanmak, dine zarar vermez mi? Dini, günlük siyasetin içine sokmak, onun kutsallığına, saygınlığına zarar getirmez mi? Gerçek bir dindar böylesine zararlı bir yola sapar mı?

Bu iki maddenin değiştirilmesiyle laiklik, yasalarda da yaşayışta da kalmaz. Amaç, sözde özgürlük isteğiyle devletin sağlam temellerinden önemli birisini daha dinamitlemek. Laikliği ortadan kaldırmak demek, ulusal birliğimizi yok etmek demektir. Laiklik ilkesi ulusal bütünlüğümüzün en önemli ortak paydasıdır.

Merak ediyorum, AKP ile demokrasi(?) yarışına çıkan laiklikten yana olduğunu söyleyen siyasetçilerin önüne bu anayasa değişikliği gelince ne yapacaklar? Cumhuriyet'i cumhuriyet yapan laikliği mi savunacaklar; yoksa "din özgürlüğü" kandırmacasına inanıp AKP’ye destek mi verecekler ?

                                                                                                    Adil Hacıömeoğlu
                                                                                                      8 Haziran 2012

BEYİNLERE KÜRTAJ GEREK



     Tam hükümet, Uludere sorununda köşeye sıkışmıştı ki RTE bir vücut çalımıyla gündemi  saptırarak çok farklı bir konuda derin ve hararetli bir tartışmayı başlattı. RTE' nin "Her kürtaj, bir Uludere'dir." sözü tarihe geçecek sanırım. Ortada çok açık bir katliam dururken konuyu böylesine ilgisiz bir yere taşımak ustalık ister. Demek ki kişi ustalaşınca yurttaşı kandırması da kolaylaşıyor. Ustalaşmak... Hangi konuda, nasıl? Gündem saptırıp halkın dikkatini başka yere çekerek katakulli işler çevirmek midir ustalık?

     Kürtaj, bir kadının kişisel kararıdır. İstenmeyen gebeliklerin sonlandırılması sağlıklı kuşakların yetiştirilmesi için de çok önemlidir. Ana rahminde sorunlu başlayan bir yaşam, kişinin ömrü boyunca mutsuzluğunun temelini oluşturur. Sağlıklı kişiliğin oluşması ana rahminde başlar. Mutluluk ya da mutsuzluk tohumları çocuk doğmadan önce atılır. 

     RTE' nin kürtajı cinayetmiş gibi algılatması halkta iki önemli düşüncenin yerleşmesine neden olur. Birincisi, cinayeti sıradanlaştırır. Terör örgütlerinin katliamlarını, devletin ihmalinden kaynaklanan cinayetleri, iş kazaları sonucu ölümleri sıradanmış gibi gösterme amacına yöneliktir bu açıklama.

     İkincisi ise; cinselliği, sadece üremeye yönelik yaşama amacı güder. On haftalık istenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasını cinayet sayan bir anlayış, bu konuda giderek çıtayı yükseltir. Bir süre sonra her türlü doğum kontrolünün de cinayet olduğunu söylerler. Bir spermi yok etmenin, bir ceninin oluşmasını yok edeceğinden bu da bir cinayet nedeni olarak kabul edilebilir bu anlayışla. Tıp biliminin kabul ettiği kuralların dışına çıkmak; kişiyi türlü sapkın, temelsiz düşüncelere yöneltebilir. Böyle bir düşünce silsilesinin sınırı, ölçüsü yoktur. 

     Başbakan hükmü verir de yandaşlar sessiz kalır mı? İlk olarak Sağlık Bakanı incilerini döktü. Şu söz, bakan Akdağ'a ait: "Bazen 'Annenin başına kötü bir şey gelmişse ne olacak?' vesaire gibi şeyler söyleniyor. Gerekirse öyle bir bebeğe devlet bakar." Tecavüze uğrayan kadının ruhsal durumunu, yaşamakta olduğu travmaları hiçe sayan bir anlayış bu. Kadını, çocuk üretme aracı gören bir düşünce. Kadını; ruhundan, bedensel ve yaşamsal gereksinimlerinden, isteklerinden dolayısıyla insani özelliklerinden soyutlayan feci bir bakış açısıdır bu. Cinselliği yalnızca çocuk yapmak için çiftleşme olarak gören ilkel bir anlayış. Sevişmeyi, zevk almayı, mutluluğu, duygusallığı yasaklayan bir Ortaçağ düşüncesi bu. Eş seçiminde kadının beğeni, sevgi ve tercihlerini hiçe saymak nasıl bir ruh halidir? 

     Tecavüz sorası doğacak çocukları devlet bakacakmış. Zinayı serbest  bırakan AKP hükümetinin ilginç bir üreme modeli bu. Böyle bir ilişkiden doğacak çocuğun aile gereksinimi ne olacak? Anne ile çocuk arasındaki duygusal ilişkiyi yok mu sayacağız? Yoksa dünyanın tüm diktatörleri gibi siz de bu kimsesiz çocuklardan fedai militanlar ocağı mı kuracaksınız?

      Tecavüze uğrayanı değil de tecavüzcüyü mağdur sayma düşüncesi yeni değil. Bir bölgemizde töre gereği olarak tecavüz eden sapığı cezalandırmak yerine, tecavüze uğrayan kadın öldürülmekte. Böylece de kirletilmiş namus temizlenmiş olmakta. Kadını insan değil de bir mal olarak gören feodal bir namus anlayışı. Bunun adına töre deniyor ve buna uymayı da adamlık sayar kimileri. 
  
       AKP'li meşhur(!) bir belediye başkanı ise "tecavüze uğrayan kadının kendini öldürmesini öneriyor. Nasıl bir kafa bu? Kadını peşinen suçlu ilan etmek nasıl bir ilkel anlayıştır. Afganistan'da erkekleri tahrik ediyor diye kadınların topuklu ayakkabı giymesini yasaklayan Taliban'dan ne  farkınız var sizin? Salatalık ve patlıcanı cinsellik çağrıştırıyor diye kadınların satın almasını yasaklayan zihniyetten çok mu uzaksınız?

      Bu tür bakış açıları, tecavüzcüye cesaret verir. Sapıklığı meşru kılar. Suçluyu suçsuz, suçsuzu suçlu yapar. Önce sizin beyinlerinize kürtaj yapılmalı. Belki bu sapkın düşüncelerden kurtulursunuz o zaman. 

       Ortaçağa ait ne kadar düşünce, yaşam biçimi varsa hepsi sırayla gündeme getirilmekte. Bu yolla da modernleşmenin, çağcıllaşmanın yok edileceği düşünülmekte. Ortaçağın uyuşturucu düşünceleriyle toplum uyutulmaya çalışılırken bir yandan da ülke kaynakları yağmalanmakta. Uyuşturucunun etkisi geçtiğinde toplumun nasıl ayılacağını düşündünüz mü hiç?
                                                          Adil Hacıömeroğlu
                                                          2 Haziran 2012