YENİ YILDA YENİ UMUTLAR


                                                
Toplumumuz siyasal İslam’ın iktidara gelmesiyle tam bir bölünme çözülme içinde. Bayramlarımızı bile birlikte kutlayamaz olduk. Toplumu birleştiren her önemli günde bir tartışma ve bunun sonucunda da ayrışma söz konusu.
            
Ulusal bayramlardan sonra yeni yıl kutlamaları da tartışılır oldu. Yeni yıl kutlayanlar için “Katli vaciptir.” diyenler mi, Nişantaşı’nda “Müslüman Noel kutlamaz.” pankartıyla dolaşanlar mı ararsınız her şey var. Yeni yılla Hazreti İsa’nın doğum gününü karıştıran bilgisizlik, topluma gelecek adına yön vermekte. Oysa Hıristiyan âleminin bir bölümü 24 Aralık’ta, diğer bölümü de bir gün sonra Hz. İsa’nın doğum gününü kutlayarak dinsel görevlerini yaptılar.
            
İnsanlar kırk elli yıl öncesini biraz anımsasalar köylerinde, kasabalarında yeni yıl kutlamaları yaptıklarını anlayacaklar. Bu geleneğin bize özgü olduğunu ne tez unuttuk?
            
Yeni yıl kutlamalarına karşı çıkanların en önemli savı “içki içilip taşkınlık yapılması”dır. Şunu açıkça söylemek gerekir ki yurttaşlarımızın bir bölümü nasıl eğleneceğini bilmemekte. Bu kişiler, içki içse de içmese de eğlenmek yerine çevresine zarar vermekte.
            
Yalnızca yeni yıl kutlamaların da mı taşkınlık oluyor? Tabi ki hayır… Ulusal takımımız ya da her hangi bir kulübümüz büyük bir başarı kazandığında silahını çekip havaya ateş açanlar, üst kattaki komşusunu vurmuyor mu? Böylesi toplumsal sevinçlerde delicesine araba kullananlar kazalara neden olmuyorlar mı?
            
Eğlenmeyi öğrenmek kentleşmenin sağlıklı olmasıyla olanaklı. Bir arada yaşama kültürünü geliştirmek gerek. Her türlü eğlenceyi günah sayan ve yasaklayan bir anlayışla doğru eğlenmeyi, ortak sevinci paylaşmayı öğrenmemiz çok güç.
            
Geçen yıllarda Taksim Meydanı’nda olan birtakım sapkın eylemlerin ne yeni yılla ne de alkolle ilgisi var. Orada bu eylemleri yapanların birçoğunun içkisiz kutlama yaptıkları da belirlendi. Bu tür zayıf kişilikler, başka ortamlarda da fırsat bulduklarında aynı davranışı gösterebilirler. Burada karşı cinsle eğlenmeyi bilmemek önemli bir eksiklik.
            
Toplumu bir araya getiren bayramlar ve özel günlerdir. Toplum önderlerinin görevi, bu özel günlerle kavga etmek değil. Halk, günlük yaşamın olumsuzluklarını, gerilimlerini, tekdüzeliğini özel günlerle unutup yüreğinde umudu yeşertir.

Bir yılı daha olumsuzlukları, hukuksuzlukları, terör eylemleri, ihmal sonucu meydana gelen iş kazaları, doğa olayları sonucunda en ilkel toplumlarda bile olmayacak ölümleri, yolsuzlukları, komşu ülkelerde emperyalist kışkırtmalarla oluşan çatışmalarıyla geride bıraktık.
            
İyi şeyler yok muydu 2012’de? Tabi ki vardı. Umut vardı umut. İnsanoğlunun yüreğinde hiçbir zaman solmayacak bir cevher olan umut. AKP’den kurtulma umudu yeşermeye başladı 2012’de. Atatürk’ün bir güneş gibi doğduğu bayram kutlamaları, 10 Kasım anmaları yaşadık.
            
Umut fidanının sürekli boy attığı nice mutlu günler dileyerek tüm insanların yeni yılını kutlarım.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       31 Aralık 2012
           
           
            

BÖLÜCÜLERİ ACINDIRMAYI GÖREV EDİNEN BAKAN


                        
            Ağlamaktan sorumlu bakan, yaptığı açıklamayla yine gündeme damgasını vurdu. AKP’li yöneticilerin laik cumhuriyete karşı o kadar çok kinleri var ki bitmek tükenmek bilmiyor. Her olumsuz durumda devleti suçlama, suçluyu masum gösterme alışkanlığı var bu yöneticilerde.
            
      Arınç’ın şu sözleri dikkat çekici. “Ben bir BDP’li kadın milletvekiline çok kızıyordum, beddua ediyordum. Halen milletvekili bu insan, ama onunla ilgili bir hatırayı dinledim. Şimdi artık kızmıyorum. Çünkü on yedi yaşındaki bir genç kızken Diyarbakır Cezaevi’nde o kadar ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki o kadar kendini zorlamışlar ki ben de aklıma gelse dağa çıkardım.”

12 Eylül’de yalnız Diyarbakır’da işkence yoktu, Türkiye’nin neredeyse tüm cezaevlerinde işkence ve kötü muamele vardı. O dönemde içeriyi düşüp de kötü davranışlarla karşılaşmamış kişi yok denecek kadar azdır.     Bölücülerin kendi davalarına haklılık kazandırmak için “Diyarbakır Cezaevi efsanesi” yaratmasına yardımcı olmak, devlet görevindeki bir siyasetçiye yakışmaz.

İşkencenin ve kötü muamelenin karşısında olmak yüreği olan her insanın görevidir. Dünyanın neresinde olursa olsun işkence lanetlenmeli. Ancak bu durum mağdurlara, yeni mağdurlar yaratma hakkını da vermez. İntikam hırsıyla davranmak, çağdaş insanın yapması gereken iş değil. Dağa çıkıp askeri, polisi, sivil yurttaşları şehit ederek işkencecilerden hesap sorulmaz. Hesap, hukukla sorulur.

Türkiye’nin onlarca cezaevinde benzer muameleyle karşılaşanlar dağa çıkmıyor da Diyarbakır’dakiler neden çıkıyor? Bülent Arınç, Diyarbakır’da işkence görenlerin dağa çıkmasını hak görüyor da Metris, Mamak, Erzincan ve onlarca ilimizdeki cezaevlerinde yatan tutuklara bunu neden hak görmüyor?

Arınç’ın açıklamasındaki son tümce ilginçtir. Bu tümce, bir dil yanlışının eseri değilse üzerinde durulmalı. “Ben de aklıma gelse dağa çıkardım.” Siz neden dağa çıkıyorsunuz Sayın Arınç? BDP’li bayan milletvekiline yapılan işkence nedeniyle mi; yoksa siz de geçmişte işkence gördünüz de bunun için mi?

Yine Sayın Bakan “ Öğrenci yurdunda namaz kılan üç arkadaş. Biri Durmuş, biri Yakup, biri Abdullah Öcalan. Beraber namaz kılarlardı.” sözleri de çok ilgi çekici. Sanki Öcalan namazı bırakmış da terörist başı olmuş. Tabi burada devlet kurumları da suçlanmakta inceden inceye. Arınç, ikide bir namaz kılanların ve imam hatiplilerin kötü işler yapmayacağını vurgulamakta; domuz bağlarıyla insan öldürenlerin beş vakit namaz kıldıklarını unutarak. Böylesi genellemeler yapmanın dindar kişilerle din kisvesi altında kötü işler yapanları birbirine karıştırdığını da söylemeliyiz burada.

Ağlamaktan sorumlu bakan, Kışanak ve Öcalan örnekleriyle PKK’lıları şirin gösterme çabası içinde. PKK’lı teröristlerin durumuna, bir takım masum gerekçelerle haklılık kazandırma peşinde Sayın Bakan. Onları acındırarak affın yolunu açmakta hazret. Tabi bunu yaparken suçluyu da övmüş oluyor. Senin görevin bölücüleri acındırmak mı, yoksa bölücü terörle mücadele etmek mi?

TCK’ya göre suçluyu övmek suç. Kişilere hukuk dışı yollar göstermek, onları suça teşvik etmek de suç. “…dağa çıkardım.” sözüyle dağa çıkmayı özendirip yol göstermekte. O zaman savcıların ağlamaklı bakana dava açması gerekmiyor mu?

Başta Öcalan olmak üzere PKK’lıların affı için uygun zemin oluşturulmakta. Bu nedenle de kamuoyunu hazır duruma getirmek için hükümet kanadının olağanüstü çabası var. 27 Aralık günü RTE , PKK/BDP’ye çok sert çıkışlarda bulundu; esti, gürledi. Bu fırtına, bir takım gizli görüşmeleri örtmeye yönelik bir çaba.

Terör örgütüne af demek, siyaset kurumunun bölücü şiddet karşısında diz çökmesi demektir. Bu da bölgemizde yeni siyasal gelişmelere yol açacaktır. Bölücülerin koruyucusu ABD boş durmamakta. Ancak burada hesap edilmeyen tek şey, Türk Ulusu’nun gücü…
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           28 Aralık 2012
Not: 31 Aralık 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
                                    

ÖSYM’NİN GÜNAHLARI AFFEDİLECEK GİBİ DEĞİL


                        
ÖSYM, iktidarın güdümüne girdikten sonra yaptığı tüm sınavlarda neredeyse şaibe var. İşi yalnızca sınav yapmak olan bir kurum, doğru düzgün bir sınav yapamıyorsa yöneticileri neden koltuklarında oturur hala?

Sınav yolsuzlukları ilk kez, 26 Ağustos 2007’de yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavıyla başladı. Adana’da Kemal Serhadlı Polis Yüksek Okulu’nda sınava giren bir aday, elindeki kopya kâğıdında bulunan yanıtları, yanıt kâğıdına geçirirken yakalandı. Başlatılan soruşturma sonucu adayın soruları para karşılığında aldığı saptandı. Anlayacağınız polis adayı, mesleğe başlarken rüşvet vererek sınav kazanmış olacaktı. Ne kadar yazık değil mi?     

KPSS’de yapılan soru sızdırma olayı dillere destan. Hileli sınavda tüm soruları yanıtlayanlar, hilesiz sınavda nal topladılar. Binlerce kişi mağdur oldu, ama yöneticiler mağrur ve mamur.

2011 YGS’de şifreli yanıt anahtarı ortalığı karıştırdı. Artvinli bir avukatın çözdüğü şifre, Türkiye’yi karıştırdı. İddiaların kanıtlanması üzerine ÖSYM, şifreyi kabul etti. İstifa mı? O da ne? Herkes görevinin başında aslanlar gibi.

Tıpta Uzmanlık Sınavı sonuçları ise iki yıl sonra değiştirildi. Kazanan adaylar yeniden yerleştirildi. Anlayacağınız TUS’ta ÖSYM tuş oldu. İki yıldır KBB eğitimi gören asistan hekimler, kardiyolojiye geçmek zorunda kaldılar. Böylesi ters örnekler çok sayıda.

Avukatlar İçin Adli Yargı ve Savcı Adaylığı sınavının iptal edilip yeniden yapılacağını duyurdu ÖSYM. Toplumun hukukunu teslim edeceğimiz yargıç ve savcılar soru aşırarak görevlerine gelecekti az kalsın. Ondan sonra da adalet bekleyelim bu kişilerden öyle mi?

Öğrenciler üniversitelere yanlış yerleştiriliyor. Sınav kâğıtları yanlış okunuyor. Haksızlık diz boyu, ÖSYM yöneticileri olağan bir yanlışlık yapılmış gibi görevlerini sürdürmekteler.

Canımızı, malımızı, yaşamımızı, emanet edeceğimiz kişiler hileli sınavlarla görevlerine gelecekler; ondan sonra da onlarda işlerini doğru yapmalarını bekleyeceğiz öyle mi?

Ülkemizin en güvenilir kurumu olan ÖSYM’yi birkaç yılda en güvenilmez kuruma dönüştüreceksiniz ve bunun hesabını vermeyeceksiniz… Öğrenciler yılarca çalışıp hazırlanacaklar sınava, veliler elinde avucunda ne varsa harcayacaklar bu yolda, siz bu emekleri çarçur edeceksiniz ve vicdanınız da rahat olacak. Ondan sonra da bu ülke “İleri demokrasiye geçti.” nutuklarıyla avutacaksınız gariban halkı. Dünyanın hangi demokratik ülkesinde işini bu kadar kötü yapan biri, görevini bunca zamandır sürdürebilir?

Şimdi de duyduk ki ÖSYM, din ve ahlak bilgisi dersinden Yükseköğretime Giriş Sınavında (YGS) beş, Lisans Yerleştirme Sınavında ise sekiz soru soracakmış öğrencilere.  Yine popülizm, her alanda olduğu gibi. Sen yolsuzluklarla dolu sınavların hesabını verme; din sorusu sorarak halka hoş görün. On üç din sorusuyla yaptığın onca yanlış sınavın ve mağdur ettiğin on binlerin, senin üzerinde olan günahını ödeyeceğini san. Bu kul hakkıdır. On üç değil, yüz on üç din sorusu da sorsanız bu vebalden kurtulmanız çok zor.

                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           25 Aralık 2012
Not: 26 Ocak 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.                          





MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ


                                    
            CHP yönetimi, yıllardır mitinglerde coşkuyla bağırılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”  sloganını değiştirerek “Mustafa Kemal’in yurttaşlarıyız!” yaptı. Nedeni de “asker” sözcüğü, militarizmi çağrıştırıyormuş.  
            
        Son yıllarda ulusunun bağrından beslenen orduyu halktan koparmak; onu, beslendiği damardan koparmak için büyük bir çaba var, Batılı emperyalistlerden ve işbirlikçilerinden. Özal-Erdoğan çizgisi, Cumhuriyet düşmanlığını asker düşmanlığına indirgemekte. Neden mi? Çünkü Cumhuriyet’i kuran askerler emperyalistleri İzmir’den denize döktü de ondan. Üstelik Türkiye’nin kurucusu da bir asker.
            
       CHP Parti Meclisinin genç üyesi Canan Kaftancıoğlu, “Lozan Antlaşmasıyla silahlarımızı bıraktık.” diyor. Tarih bilgisi yoksunluğu ya da tarihi liberal bakış açısıyla yorumlamak kişiyi yanlışlara götürür. Atatürk savaştan nefret eden bir askerdi. “Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir.” özdeyişi Atatürk’ündür. Emperyalistlerin çıkarları uğruna çıkardıkları haksız savaşlara hep karşı çıktı Atatürk. Ancak yurt savunması gündeme geldiğinde ise gözünü budaktan sakınmadı bu büyük adam. Mussolini, ülkemizi tehdit ettiğinde mareşal üniformasını yıllar sonra giyen Atatürk’tü. Hatay sorunu çıkmaza girince hasta yatağından kalkarak Adana’ya gidip orduyu başkomutan olarak denetleyen de o idi. Cumhuriyet’e karşı kalkışmalarda Büyük Taarruz’daki Sarışın Kurdu gördük karşımızda. Atatürk askerlik görevini bıraktı; ama kurduğu devleti, yaptığı devrimleri korumanın da ulusuyla birleşen ordu tarafından olacağının bilincindeydi.
            
       Ordudaki subayların askerlik görevini sürdürürken siyasette yer alma geleneğini Atatürk’ün sona erdirdiği doğrudur. Böyle bir durumun orduya nasıl zarar verdiğini Balkan Savaşlarında gördük. Askerlik görevini bırakarak siyaseti seçenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Mareşal Fevzi Çakmak’ın yirmi üç yıl Genelkurmay Başkanlığında bulunmasının da bir nedeni olsa gerek.
            
       Mustafa Kemal’in askerleri kimlerdir? İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı savaşanlardır. İnebolu’dan Ankara’ya yağmur çamur, kar kış demeden kağnıyla kimi zaman da sırtında cephane taşıyan kadınlarımızdır. İki çift çorabından birini cephedeki askerine bağışlayan yoksul köylümüzdür. Gece gündüz demeden atölyelerde silah tamir eden, mermi üreten maharetli ellerdir.

İzmir’de ilk kurşunu atan Hasan Tahsin, Ayvalık’ta direnişin ilk ateşini yakan Ali Çetinkaya, Dörtyol’da İngiliz’e karşı silaha sarılan Akdeniz’in sıcakkanlı yiğitleridir.
            
          Mustafa Kemal’in askerleri Antepliler, Maraşlılar, Urfalılar, Ege’nin kekik kokulu dağlarında Kuvay-ı Milliye isyanı başlatan efeler, Karadeniz’in azgın dalgalarına karşı koyarak cephane taşıyan gözünü budaktan sakınmayan uşaklardır.
            
        Mustafa Kemal’in askerleri Trakya’nın savaştan savaşa koşan kızanlarıyla Kongrelere ev sahipliği yapan Erzurumlular, Sivaslılardır. Kurtuluş Savaşı’nın tüm meşakkatini çeken Ankaralılar, Osmanlı cephaneliğini Anadolu’ya taşıyan İstanbullular; buğdayını, samanını, beşikteki yavrusunu köyünde bırakıp cepheye koşan Niğdeliler, Mersinliler, Konyalılar, Kayserililer, Çorumlular, Diyarbakırlılar, Eskişehirliler, Giresunlulardır.       

Mustafa Kemal’in askerleri; Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde çıkan iç isyanları bastırmak için can siperane mücadele eden doğudan batıya, kuzeyden güneye Türk Ulusudur. Kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk yurt savunmasına koşan adsız kahramanlardır.

Mustafa Kemal’in askerleri; yurdunu, bağımsızlığını devrimlerini korumak için yüreğinde heyecan duyandır. Emperyalist ve gerici dayatmalara boyun eğmeyip yurttaşlık onuruyla yaşayanlardır.

Mustafa Kemal’in askerleri; 19 Mayıslarda, 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda alanlara sığmayıp biber gazı, cop ve tazyikli suyla gelişip büyüyen Kemalistlerdir.

Mustafa Kemal’in askerleri; ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİYLE BURSA NUTKU’NU OKUYUP ANLAYAN VE GEREĞİNİ YAPMAK İÇİN AYAĞA KALKANLARDIR.

Mustafa Kemal’in askerleri aynı zamanda Atatürk’ün yurttaşlarıdır. Onlar tarlada çiftçi, fabrikada işçi, okulda öğrenci, dağda çoban, tahta başında öğretmen, hastanede doktor, şantiyede mühendis, direksiyon başında şoför, Ege’de zeybek, Doğu’da halay, kuzey’de horondur. Onlar; Türkiye’dir, Türk Ulusudur.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           21 Aralık 2012
Not: 24 Aralık 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.
                                                                                 

           
           
           
           

SOSYAL DEMOKRATLARDAN ABD’YE DESTEK


    
Alman Federal Meclisi, 14 Aralık Cuma günü Türkiye’ye yerleştirilecek patriotlarla ilgili karar verdi. Alman milletvekilleri ezici bir çoğunlukla patriotların yerleştirilmesini ve dört yüz Alman askerinin Türkiye’ye gönderilmesine “Evet!” dedi. 461 milletvekilinin “Evet!” dediği oylamada, 86 kişi de “Hayır!” oyu kullandı. 

Oylama öncesinde TGB Almanya Başkanı Beyhan Yıldırım, milletvekillerini savaş konusunda uyardı. Daha sonra da protestosunu yaptı. İşte, Türk Gençliği bu. Her koşulda doğruları cesaretle savunmayı ve emperyalist savaşlara karşı çıkmayı görev edinen cesur bir yürek. Beyhan Yıldırım ve TGB ile ne kadar gururlansak az.

Alman siyasetinin önemli iki siyasal aktörü Hıristiyan Demokratlarla (CSU) Sosyal Demokratların (SPD) “Evet!” demesi beni şaşırtmadı. Yeşiller Partisi de hükümetin isteği doğrultusunda oy kullandı. Karara, Sol Parti (Eski Komünist Parti’nin devamıdır.) karşı çıkacağını önceden açıklamıştı. Görüşmeler sırasında Sol Parti Meclis Grubu Eşbaşkanı Gregor Gysi ise, Alman hükümetinin askerlerini Ortadoğu’ya gönderdiğini ve böylelikle savaşın tarafı olacağını savundu. 

Evet, bu savaşın tarafları kimler? Bu kirli savaşı başlatan ABD ve uluslararası petrol tekelleriyle AKP, Katar, Suudi Arabistan, İsrail bir tarafta. Diğer tarafta ise ülkesinin bütünlüğünü savunan Suriye ve onu destekleyen İran, Irak, Rusya ve Çin var. Almanya, bu kararla Suriye’yi parçalayarak Ortaçağ zihniyetine teslim etmek isteyen saldırgan ABD bloğunun yanında yer almakta.  

Kürecik’ten sonra Suriye sınırına patriotlar neden yerleştiriliyor, Türkiye’nin savunması için mi? Şu anda Türkiye bir savaşın içinde mi, yoksa bir saldırı tehdidi altında mı? Bu soruların yanıtı tabi ki “Hayır!”dır. O zaman neden savunma silahı olan patriotlar topraklarımıza iki arada bir derede yerleştirilmekte? Suriye’nin mevcut durumuyla Türkiye’ye saldıracak gücü ve niyeti mi var? Üstelik Suriye saldırgan bir siyaset izlemiyor. Olası bir İran saldırısında İsrail’i ve ABD üslerini korumak için yerleştirilmekte bu silahlar ülkemize. 


Öteden beri İran ile ABD ilişkileri gergin. İsrail’in de İran’a düşmanlığı herkesçe bilinmekte. ABD’nin Ortadoğu’daki ulus devletleri parçalayarak erke (enerji) kaynaklarını daha rahat kontrol etmesi asıl amaç. Bu durumda ABD-İsrail zalim; İran, Suriye, Irak ve diğer bölge ülkeleri mazlum. AKP iktidarı, saldırganları destekliyor. Çoğu zaman da kraldan çok kralcı kesilmekte RTE. Hakkı, emeği savunanlar kimden yana olması gerek? Doğaldır ki mazlumdan … 

Ülkemizde kimi sol siyasetçilerce örnek alınan Alman Sosyal Demokratları zalimden yana. ABD,  İsrail ve AKP saldırganlığının yanında yer almakta SPD. Yani sosyal demokratlar, geleneksel kimlikleri gereğince emperyalizmin sol ayağı olarak  mazlumun karşısında, zalimin hizmetinde bulunmayı yeğlemekteler Suriye’de. 1976-77 yıllarında Baader-Meinhof  grubu üyeleri hapishanelerde tek tek öldürüldüğünde iktidarda kim vardı acaba? Sosyal demokratlar ne yazık ki…
           
CHP’yi Kemalizmden sosyal demokrat çizgiye taşımak isteyenler, bu konudan ders çıkarmalı. Avrupa sosyal demokrasi tarihi boyunca ezilen ulusların yanında yer aldı mı hiç? Ezilen ulusların yanında olamaz, çünkü emperyalizmin sol ayağı. Ayak, başa karşı çıkabilir mi? İrade baştadır, yöneten de baştaki akıldır.  

                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           17 Aralık 2012   
Not: 20 Aralık 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.   

DEMOKRASİNİN OLMAZSA OLMAZI, KUVVETLER AYRIMI


                 
      Son “Osmanlı padişahı” RTE, Mevlana’yı anmak için gittiği Konya’da yaptığı konuşmada baklayı ağzından çıkardı. RTE’yi doğru tanıyan yurttaşlar bu duruma şaşırmadı; ancak AB solcuları, liberaller, demokrasiyi laf salatası sanan kimi budalaların şaşkınlığını açıkça görülmekte.
            
      “En başarılı olduğumuz alanlardan biri olmasına rağmen bunu sağlıkta aşamadık. Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı, bunlara takılıp kalıyoruz. Ama dışarıdan bakanlar zannediyor ki ‘326 milletvekiliniz var yine mi bahane’ ama kuvvetler ayrılığı denen olay var ya o geliyor önümüze, engel olarak dikiliyor.” Bu sözler ileri demokrasiden söz eden başbakana ait. Bunları söyleyen bir kişinin demokrasinin “d”sinden haberi olur mu? Oysa en sıradan yurttaş bile demokrasinin kuvvetler ayrımına dayandığını bilir.
            
     Kuvvetler ayrımı; yasama, yürütme ve yargı erklerinin eşit sayılması ve birbirlerinin alanına müdahale etmemesi, aynı elde toplanmamasıdır. Yasama yasaları yapacak mecliste özgür iradesiyle. Yürütme, yasamanın yaptığı yasaları yaşama geçirecek, bu yasalara göre yönetecek ülkeyi. Yargı da yasaların anayasaya uygunluğunu ve yürütmenin yasalara aykırı hatalı uygulamalarını denetleyecek. Krallıklarda, diktatörlüklerde yasama, yürütme ve yargı yetkileri tiranın elindedir. Denetim olmadığında devletin işleyişinde keyfiyet egemendir.
            
       RTE’nin başkanlık sistemi konusundaki ısrarındaki amacı, devletin tüm yönetim yetkilerini eline almak istemesidir. Erdoğan’a yasama ve yürütmeyi kontrol etmek yetmiyor. Dönüştürülmüş siyasetin emrine girmiş yargı da onun için yeterli olmuyor.  Yargının tümüyle kendi avuçlarında olmasını istemekte. “Demokrasi araçtır.” dememiş miydi yıllar önce RTE? Demokrasiyi, kuvvetler ayrımını ortadan kaldırmak için araç olarak kullandı on yıl. Şimdi canına okuduğu demokrasiye son darbeyi indirmek istiyor yargı yetkisini de eline alarak. Başkanlık tartışmalarıyla padişahlık yetkilerini artırmanın peşinde.
            
      Demokrasiyi yalnızca seçim sandığı olarak düşününce padişahlığa giden yol kısalır. Oysa sandık, demokrasinin yalnızca bir adımıdır. Kamunun parasını denetleyemeyen bir yönetim demokrasi olur mu? TBMM’de, Sayıştay raporları gelmeden bütçe görüşmelerinin yapılması hangi demokratik ve yasal kurala uygundur? Yargı, iktidarın denetimine girdiği için AKP’ye muhalif olan aydınlar Silivri ve Hasdal zindanlarındadır sorgusuz sualsiz.
            
        Burada “şehir hastaneleri projesi”ne değinmeden geçemeyeceğim. Şehir hastaneleri oluşturacağız diye neredeyse yüz yıllık hastaneler kentlerin dış mahallelerine taşınmakta. Merkezdeki hastane arsaları değerli olduğundan iş merkezlerine dönüştürülmekte. Böylece yandaş işadamlarına yeni olanaklar tanınıyor. Kentle özdeşleşmiş bir hastanenin taşınması, insanlardaki kentlilik bilincini yok ediyor. Kentin belleği siliniyor böylece. Oysa kentle tarihsel bağlantıların canlı tutulması, kişinin yaşadığı yere daha çok sahip çıkmasını sağlar. Anne ve babaların yaşadıkları kentle ilgili anılarının olması gerek Ama bu anlayış, anıları iş merkezlerinin temeline gömüyor.
            
         Bakırköy Doğumevi taşındı yerinden, koca bina hüzün içinde. Yaşı kırkı aşan ve burada doğan birçok kişi ziyarete gidiyor boş duvarları. Çocuklarına anlatacaklar anılarını, ama hastane yok yerinde. Rant uğruna hastaneler taşınmakta, arsalara gökdelenler dikilmekte. Birileri cep doldururken kentin belleği yok ediliyor kimin umurunda. Yargı, kentten yana tavır koyunca da kuvvetler ayrımı ortadan kalksın isteniyor.
            
        Yargının tamamen ortadan kaldırılmasını istiyor başbakan. Yüksek yargı organlarından en küçük bir karşı çıkış bile yok. Siyasallaşan yargı, kendi varlığını bile savunacak gücü kendinde bulamıyor. RTE’nin padişahlığını şimdiden kabul etmiş görünüyorlar.

On yıldır yazıyoruz, konuşuyoruz AKP’nin demokrasiyi ve cumhuriyet kurumlarını ortadan kaldırmakta olduğunu. Sözde aydınlar cumhuriyete saldırıda AKP’nin önünde koştular. Neymiş efendim, cumhuriyet olmadan demokrasi olurmuş. Alın, size cumhuriyetsiz bir demokrasi! Kuvvetler ayrımı ortadan kaldırılmış, padişah yetkileriyle donatılmış bir başkan.

Büyük harflerle yazıyorum: TÜRKİYE’DE CUMHURİYET OLMADAN DEMOKRASİ OLMAZ.

3 Mart 2009 günü Söğütlüçeşme metrobüs hattının açılışında, “Kadıköy’e hoş geldin Son Osmanlı Padişahı Recep Tayyip Erdoğan” pankartı açılmıştı. Demek ki RTE’nin partilileri; geleceği görmüş, liderlerinin padişahlığa gideceğini anlamışlar! Padişahlık iyi, güzel de inşallah sonu son Osmanlı Padişahı gibi olmaz RTE’nin diyelim. Çünkü Ankara’da emperyalist zırhlıların demirleyeceği deniz yok!
                                                           
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           18 Aralık 2012
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

TARİHİN TEKERLEĞİ GERİYE DOĞRU DÖNER Mİ?



          13 Aralık günü ülkemiz tarihi günlerinden birini daha yaşadı. Türkiye’nin dört bir yanından kopup gelen yurtseverler Silivri tutsaklarının yanındaydı.

Cumhuriyet, demokrasi, adalet ve bağımsızlık isteyen yurtseverlerin sesleri Silivri tutukevinin duvarlarından yankılanıp tarlalara yayılarak gökyüzüne yükseldi. Jandarma barikatı, kararlı ve inançlı kitleleri durduramadı. Yurtseverlerin nasibinde yine biber gazı, cop ve tazyikli su vardı. Dondurucu soğukta tazyikli su sıkılan cumhuriyetçilerin kararlılığı daha da arttı. Dün orada toplananlar isteseydi, barikatları ve tüm engelleri aşıp içeriye girerlerdi.

Her kesimden insan vardı Silivri’de. Mesleğinin zirvesinde sanatçılar, gazeteciler, avukatlar, öğretmenler, üniversite öğretim üyeleri, doktorlar, emekli askerler, mühendisler… Kimler yoktu ki? Atatürk Devrimi’yle aydınlanma sürecinde aş, iş, ekmek, ülkü sahibi olan on binler; coşkun bir nehir gibi akmıştı Silivri’nin adalet suyuna hasret topraklarına.

Duruşma salonu da dışarıdan farksızdı. İçerideki izleyiciler, sanıkları alkışlayınca coşku arttı. Avukatların susturulduğu, dışarı atıldığı bir mahkemede hukuk arayanlar art niyetli değil de nedir? Hani savunma hakkı kutsaldı? Duruşma salonuna robokopların girmesi adaletin nasıl dağıtılacağının bir göstergesi değil mi?

Yandaş medyanın bülbülleri, Silivri’deki aydınlanma ateşinden korkmuşa benziyorlar. Kanal kanal gezen tetikçi yorumcular daha sinirli ve saldırgandılar. Demokratik bir hakkın kullanılması olan gösteri yapmayı, “baskın” olarak niteleyen bu zevatın; kimler adına yurtseverleri ve Cumhuriyet kurumlarını kuşattıklarını anlamak güç değil. Emperyalizmin ve onun desteklediği faşist bir iktidarın kullandığı bu zavallılar deliğe süpürüleceklerini anlamış olmalılar ki kaygıları yüzlerinden okunmakta.

Yandaş medyanın bülbüllerinden biri, dün “Mütalaanın verileceği duruşmaya Doğu Perinçek niye gelmedi?” diyerek günün en güzel yumurtlamasını yaptı. Bu köşe yazıcısının, Doğu Perinçek’in duruşmalardan men edildiğinden bile haberi yok. Hatta Perinçek’in savunması nedeniyle on altı yıl ceza alarak dünya yargı tarihine geçtiğini de kendisine anımsatmalı. Bilgi sahibi olmadan ekranlara çık, uydur uydur, söyle.

CHP’li bazı milletvekillerinin Silivri’de olmaları çok güzel. Ancak demokrasi aşığı(!) “yetmez, ama evetçileri” de gözlerimiz aramadı değil. CHP’de ciddi bir ayrışma süreci yaşanıyor. Önümüzdeki günlerde bu ayrışma daha belirgin olacak. Dünyanın en büyük hukuksuzluklarından birinin yaşandığı Silivri’de olmamak, bu CHP’li vekillerin AKP treninde yolculuk yaptıklarının göstergesi.

Silivri’de MHP’lileri de göremedik. Engin Alan’ın sanık, Şemdin Sakık’ın tanık olduğu bir duruşmaya katılmayan, buradaki hukuksuzlukta taraf olamayan MHP’li yöneticiler kimin yanında yer alıyorlar bu tavırlarıyla? Kurdun, kuzuyu yemeye çalıştığı bir yerde tarafsız kalmak, kurdun yaptığını onaylamaktır. Silivri’ye gidemeyen MHP’li yöneticiler, Şemdin Sakık’ın tanıklığını onayladıklarının farkındalar mı? “Ergenekon” adı da bir şey anlatmıyor mu bu yöneticilere? Ergenekon davasıyla Türk milleti bölünüyor, Türk devleti çökertiliyor; bundan ötesi var mı?

Silivri’de askerler, gazeteciler, siyasetçiler, öğretim üyeleri... Yargılanmıyor. Ergenekon Davasında İlker Başbuğ, Fatih Hilmioğlu, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Hurşit Tolon, Yalçın Küçük, Hikmet Çiçek, Erkan Önsel… Sorgulanmıyor. Orada Atatürk, Cumhuriyet, devletin ve ulusun birliği, yüz yıllık çağdaşlaşma süreci, Türk Devrimi yargılanıp sorgulanıyor. Bunun içindir ki yurtseverler ayakta.

Herkes şunu iyi bilmeli ki tarihin tekerleği geriye dönmez. Son yıllarda tarihin tekerleği ıslak zeminde biraz geriye kaymış ve patinaj etmekte. AKP’nin tarihin tekerleğini geriye döndürme girişimi, olaylara ve siyasal gelişmelere uzak olan yurtsever çoğunluğu uyandırmıştır. Sağ iktidarlarca kesintiye uğramış, biraz da hırpalanmış Cumhuriyet Devrimini tamamlama fırsatı ulusumuzun önüne gelmekte. Mustafa Kemal Atatürk’ün ışığı, yeniden ve daha güçlü olarak topraklarımızı aydınlatacak. Dünyadaki tüm akarsular denizlere, göllere akar. Ters çevirebilir misiniz bu akışı? Her sabah sımsıcak doğan güneşi engelleyebilir misiniz? Binlerce yıldır kimi zaman hızlı, kimi zaman da ağır aksak ileriye giden uygarlık treninin tekerini geriye döndürebilir misiniz?
                                                           
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           14 Aralık 2012
Not: 17 Aralık 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KILIÇDAROĞLU ŞAM’A DA GİT


                                   
     CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Bağdat’a gidip Maliki ile görüşeceğini duyduğumda çok sevindim. CHP’nin, Türkiye’nin birliği için AKP iktidarından daha çok çaba gösteren Maliki ile görüşmesi geç de olsa olumludur. CHP yöneticileri, NATO bakış açısından sıyrılarak yeni bir Ortadoğu politikası geliştirmeli. Bağdat ziyaretinin bu yolda iyi bir adım olacağını düşünelim.
            
         BOP’la bölünmek parçalanmak istenen; etnik ve mezhep gruplarının boğazlaşmasını kışkırtan ABD planları boşa çıkarılmalı. Bu emperyalist oyunlara karşı mücadele veren Ortadoğu liderlerini desteklemeli, onlarla dayanışma içinde bulunmalı CHP. Maliki’nin, Barzanistan’la ilgili kararlarının yanında olmalı. Irak’ın bütünlüğü sağlanmazsa Türkiye’nin birliği korunamaz. Bu bilinçte olan siyasetçiler bölgeye barış getirir. Maliki’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusundaki çabaları erdemli bir siyasal duruşun göstergesidir.
            
         Kılıçdaroğlu’nun Bağdat ziyareti iyi bir başlangıçtır; fakat yeterli değildir. Öncelikle Şam’ı ziyaret etmeli. Ülkesinin birliğini korumak için emperyalizme ve onun işbirlikçisi teröristlere karşı amansız bir savaşın içinde bulunan Esat’a elini uzatmalı Kılıçdaroğlu ve CHP. Esat’ı desteklemek; Arap dünyasında çağdaş yaşam biçimini yok etmek isteyenlere, emperyalizmin uydusu kukla devletçiklerin oluşumuna karşı durmaktır. Suriye’nin bölünmesi durumunda, bundan en çok zarar görenin Türkiye olduğunu kavramalı her renkten Türk siyasetçisi. AKP yandaşı medyanın saldırılarını hiçe sayarak gitmeli Şam’a. Gitmeli ki Müslüman ülkelere oynanan Atlantik operasyonlarını ve bunlara alet olan AKP iktidarının İslam düşmanı politikalarını açığa çıkarmalı.    

Yalnızca Şam ve Bağdat mı ziyaret edilmeli? Tabi ki hayır! Özellikle Batı Şeria’ya gidilip FKÖ ve Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la görüşülmeli. FKÖ, Filistin’in çağdaş, laik ve akılcı temsilcisidir ve altmış yılı aşkın bir haklı davanın öncüsüdür. Batı’nın, İsrail’in ve BOP İslamcılarının Hamas’ı öne çıkararak FKÖ’yü yok sayma anlayışı boşa çıkarılmalı bu geziyle. Batı Şeria’da uygulanan İsrail zulmü, Gazze’den az değil. Filistin topraklarının büyük bölümü Batı Şeria’dadır. Nüfusun çoğunluğu da burada yaşamakta. Bu nedenle Ramallah’ı giderek Abbas’ın elini sıkmak tarihsel bir görevdir.      

CHP, Tunus’ta işçilerin yönetime karşı sürdürmekte olduğu grevle de ilgilenmeli.

CHP, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bir parti. Bu nedenle de onun dış politika siyasetini izlemeli. İzlemeli ki dünyanın mazlum toplumları gözyaşı dökmesin. Yeri gelmişken Atatürk’ten bir anıyı paylaşalım.
            
          Şapka devriminin yapılmasından sonra Mekke’de büyük İslam kongresi toplanacaktır. Türkiye de davetlidir. Atatürk’ün buraya temsilci gönderip göndermeyeceği merak konusudur. Büyük devrimci, tereddütsüz karar verdi ve milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü yanına çağırdı:

“Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin.” dedi.

Sözlerini şöyle sürdürdü Atatürk: “ Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke’ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı gelse eğilmeyeceksin.”    

“Edip Servet Tör, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi o temsil etti.  (Falih Rıfkı Atay’dan)”            

Mekke’de saygı gören Atatürk’ün antiemperyalist, çağdaş, laik duruşu; popülizm seline kapılmayan anlayışıydı. İnsanlar, güzel, haklıya ve doğruya değer verip saygı gösterirler. Sayın Kılıçdaroğlu korkmayın haklının yanında olmaktan. Çekinmeyin Atatürk’ün ardılı olmaktan.

Anadolu insanı, zalime karşı olmayı, mazlumun yanında durmayı bir vicdan borcu olarak gördü yüz yıllarca. Bugün CHP’nin vicdanı da emperyalist zulme karşı, komşularımızın onurlu direnişinin yanında olmayı gerektiriyor. Korkmayın, çekinmeyin, gidin… Esat’a, Maliki’ye, Abbas’a hatta Tahrir’i dolduran milyonların önderi Nasırcı Halk Akımı’nın lideri Hamdin Sabahi’ye “Kardeşim!” deyin; kucaklaşın onlarla. Bu gezilerinizde bir yakanıza Atatürk’ün, diğer yakanıza da Cemal Abdülnasır’ın rozetini takmayı da unutmayın. Komşularımızın Atatürk ışığına en çok gereksinim duyduğu bir dönemde onlardan bunu esirgemek yakışık alır mı?
                                                                       
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       8 Aralık 2012
Not: 10 Aralık 2012 tarihli Kent Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

KARAKIŞTAN BAHARA


                                               
Aralık ayının başlamasıyla Tahrir Meydanı da hareketlendi. Meydan yüz binlerce Mısırlının gösterilerine sahne olmakta. Bu gösterilerin amacı öncekilere göre daha açık. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin ılımlı İslamcı diktatörlüğe giden uygulamalarına karşı duruyor halk. Önceki gösterileri dakikası dakikasına naklen yayımlayan Batı basını ve Türkiye’nin yandaş medyası suskun. Üstelik tam da gösteriler ortalığı kasıp kavururken Mursi, Time dergisine kapak oluyor, “Ortadoğu’nun en önemli adamı” diye. Niye en önemli adam? İsrail’le iyi ilişkiler yürütüyor, ondan.
            
Tunus’ta başlayan ve ardından birçok Arap ülkesine yayılan ayaklanmalara ABD/AB ci medya, “devrim” diyerek bunun bir “bahar” olduğunu söylediler. Birçok yazıda “Devrim böyle olmaz.” deyip bunun bahar değil, zemheri(karakış) olduğunu yazdım. Nedense bu ayaklanmalar, kısmen laik ve ABD karşıtı olan ülkelerde oldu. Ayaklanmalarda ya o ülkelerdeki örgütlü İslamcılar ya da aşiretler kullanıldı. Ayaklanmaların antiemperyalist niteliği yoktu.
            
“Mısır halkı zor durumda, bir çıkış yolu, model arıyor. Ancak emperyalist kıskaçla dinsel tutuculuk arasında sıkışmış. Bu cendereden kurtulması gerek. (bkz. http://adiladalet.blogspot.com)” 3 Şubat 2011 tarihli MISIR başlıklı yazımda bunları yazmıştım. İşte, bir haftadır Mısır’ın birçok kentindeki gösterilerin nedeni bu. Emperyalizme dayalı dinsel kıskaçtan kurtulma isteği.
            
Peki, Mısır’ı ayağa kaldıran ne? Mübarek gitti, Mursi geldi. Demokrasiye kavuşacağını sanan Mısırlılar, daha katı bir diktatörlüğün demir yumruğuyla karşılaştılar. Mübarek Amerikancıydı, Mursi de aynı çizgide sürdürmekte politikasını. İsrail’le Mursi arasından su sızmıyor. Yaşamın düzenlemesi, devlet kurumlarının işlerliği dinsel kurallara uydurulmaya başlandı. Yeni diktatörün, yargıyı da kendine bağlamaya kalkışması bardağı taşıran son damla oldu. Kitleler, Mursi’yi “Yeni Firavun!” olarak nitelendirmekte. Firavunluk, mazlumlara yapılan aşırı zulmün ifadesi.
            
Mursi, alanları dolduran halka Mübarek’ten daha sert davranıyor. Yalnız polis saldırmıyor halka, Müslüman kardeşlerin militanları da ellerinde sopalar ve kesici aletlerle göstericilere ölüm yağdırıyor. Halk demokrasi istiyor, iktidar şeriat kurallarını dayatıyor. Dünyanın demokrasi bekçileri nerede? Neden Tahrir’i dolduran milyonlar görmezden geliniyor. Çünkü eylemciler Nasırcı. Ulusalcı, laik, antiemperyalisler ve çağdaş bir Mısır için ayaklanmaktalar. Batı, Ortadoğu’daki bağımsızlık ruhundan, çağdaşlaşma hareketlerinden korkar. Neden mi? Bağımsız ve çağdaş toplumlar ülkelerinin emperyalistlerce sömürülmesine son verir de ondan. Yaklaşık yüz yıldır Ortadoğu’nun kanını emen Batılı emperyalistlerin korkulu rüyasıdır Mustafa Kemal. Nasır, Mustafa Kemal’i örnek almış, başkaldırmıştı emperyalist hegemonyaya, savaş açmıştı feodal geriliğe. Nasır sayesinde    Arap toprakları, laik yaşamın ışığıyla az da olsa aydınlanmıştı. Bu nedenledir ki Batılı emperyalistlerle onların Ortadoğu’daki işbirlikçileri, Nasır’a da onun düşüncelerinin ifadesi olan BAAS’çılığa da savaş açtılar. Yapılabilecek en kötü suçlamalarla yalanlarla Arap çağdaşlaşması gözden düşürülmeye çalışıldı.
            
Emperyalistlerin “Arap Baharı” dediği, benim “Arap Zemherisi” dediğim kalkışmaların bölünmüş Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı daha çok böleceğini söyledim ısrarla (Yalnız ben değil, yüreği yurt aşkıyla çarpan herkesin düşüncesi bu doğrultudadır.). Aşiretlere teslim edilen Libya üç parçaya bölünmek üzere. Irak çoktan üç parça. Mısır, içten içe kaynamakta. Suriye, parçalanmaya direnmekte. Başta Türkiye olmak üzere birçok ülke sırada beklemekte BOP’un bölme planı çerçevesinde…
            
Mısır’da emperyalizme ve Ortaçağ’a karşı başlayan uyanış, Tunus’a sıçramış durumda. Bu kez Arap topraklarına karakış değil, gerçek bahar geliyor. Zaten öyle değil midir? Kıştan sonra bahar gelmez mi? İşte, doğal süreç işliyor Mısır’da. Tarihin tekerleği geriye değil, ileriye dönüyor.
            
Mısır’da başlayan laiklik mücadelesi, BOP’un yalancı baharıyla bölünmeye başlayan Arap coğrafyasını birleştirecek mayayı da taşımakta. Önümüzdeki günler çok şeye gebe. Maliki ve Esat’ın ülkelerinin birliği için verdikleri mücadele Arapların yeni bütünleşmeler oluşturacakları bir sürecin kapısını açmakta. AKP, ABD, AB ve Körfezdeki kralcıklar bölüyor; Nasır’ın yolundan giden Esat birleştiriyor. Tarih, kimi deliğe süpürecek dersiniz?
                                                                       
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Aralık 2012 
            Not: 10 Aralık 2012 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.