GERİ ÇEKİLEN KİM?


                                                
            Günlerdir medyanın neredeyse tamamı, teröristlerin geri çekilmesi ile ilgili Kandil’den yapılacak açıklanmaya kilitlendi. Öyle ki açıklamanın yapılacağı gün, yandaş ve merkez medyanın temsilcileri Kandil’e gitmek için adeta yarıştılar. Kamuoyunun beklentisi çok yükseltildi. Ne yazık ki dağ fare doğurdu.
            KCK Yürütme konseyi Başkanı Karayılan’ın açıklaması üç aşamalı bir plan. Birinci aşamada teröristlerin geri çekilmesi var, hem de silahlı. Sanki işgal birliklerinin çekilmesi gibi… Açıklamanın her noktasında açık tehditler göze çarpmakta. “Geri çekilme esnasında Türk ordu güçlerinin de aynı duyarlılık ve ciddiyetle hareket etmesi bir zorunluluktur. Geri çekilen gerilla güçlerimize yönelik herhangi bir saldırı, operasyon, bombardıman olması halinde geri çekilme derhal durdurulacak ve meşru savunma temelinde güçlerimiz misilleme hakkını kullanacaklardır.” Bu sözlerle Türk Devleti tehdit edilmekte. Türk ordusunun görevini yapması durumunda PKK’nın buna yanıt vereceği açıkça dile getirilmekte AKP’nin barış(?) meleğince.
“Gerilla güçleri çekilirken, Türk devlet güçlerinin de buna paralel olarak, Kürdistan’da herhangi bir askeri aktivite ve çatışmaya neden olabilecek tahriklerde bulunmaması ve fırsatçı yaklaşımlara yer vermemesi gerekmektedir.” diyerek sözlerini sürdürmekte Karayılan. “Tahrik” sözcüğü, görecelidir. Kimin neye, ne kadar, nasıl tahrik olduğu bilinmez. Orada ay yıldızlı bir üniforma da PKK’lıları tahrik edebilir. Buradan hareketle Türk güvenlik güçlerinin geri çekilmesini ya da ortalıkta görünmemesini istemekte terör örgütü. Bunun tersi olabilecek bir durum, teröristlerin saldırısı için neden sayılabilecek.
“Geri çekilmede güçlerimizin gelip üsleneceği yer Güney Kürdistan (Irak Kürdistan’ı) dır.” Karayılan, açıkça Irak’ın kuzeyinin teröristlerin üssü olduğunu söylemekte. Buranın silahlı bir yığınak merkezi olduğu görülmekte. Bu tümceden anlaşılacağı üzere Kürdistan’ın kuzeyi Türkiye’dedir. Çözüm süreci denilen bölücü açılımla Türkiye’nin bir bölümü başka bir ülkeymiş gibi tanımlanmakta. Bu da vatanın birliğini koruma görevi olan devlet yöneticilerinin eliyle yapılmakta.
Planın ikinci aşamasını şöyle açıklıyor bölücü lider: “Anayasal çözüm çerçevesinde yapılacak reformlarla Türkiye'nin gerçek anlamda demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasının koşulları doğmuş olacaktır.” Bölücü örgüte göre Türkiye’nin demokratikleşmesi, anayasanın değiştirilemez maddelerinin ortadan kaldırılmasıyla olabilecek. “Kürt sorununun çözüme kavuşması” da ancak federatif bir yapılanmayla olabileceğini defalarca söyledi bölücü sözcüler.
“Koruculuk, özel tim, vb. tüm özel savaş yapılarının devre dışı edilmesi ve demokratik sivil toplum zihniyetine uygun bir ortamın oluşturulması gereklidir.” bu sözlerle Güneydoğu Anadolu Bölgesinden devletin güvenlik güçlerinin gitmesi istenmekte. Peki, güvenlik güçlerinin yerini ne alacak? PKK’nın özerk yapı çerçevesinde düşündüğü öz savunma birlikleri. Bu yolla PKK, Kürdistan’ın silahlı gücünü de örgütlemiş olacak. Hem de hiçbir engelle karşılaşmadan.
“Önder Apo dâhil herkesin özgürleşeceği bu sürecin pratikleşmesi paralelinde silahın tümden devre dışı kılınması ve gerillanın silahsızlanması gündeme girecektir.” Asıl istek üçüncü aşamada sunulmakta. Öcalan’ın özgürleşmesi… PKK’nın asıl amacı terörist başının serbest bırakılması. Bu yolla mahkûm olan tüm teröristlerin salınması istenmekte.
PKK’nın istekleri çok açık, anlayana… Federasyonun alt yapısını AKP eliyle oluşturmak istemekteler. Hem de yasal diye yutturulan bir zeminde. Akiller de bu bölücü planı, halka kabul ettirmek için uğraşmaktalar. Bu da demektir ki Türk varlığı, devleti tehlikede. AKP-PKK’nın bu bölücü girişimini başarısız kılmak için tüm milli güçlerin seferber olması gerek. 1919 ruhuyla milleti birleştirmeli ki emperyalist bölücü planlar uygulanmasın.
Bütün bunlara bakınca insan sormadan edemiyor: Geri çekilen kim? TSK mı, PKK mı? 
                                   Adil HACIÖMEROĞLU
                                   26 Nisan 2013
Not: 6 Nisan 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlandı.

İNSAN, MALZEME MİDİR?



            AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, “Onun için, içinde bulunduğumuz ders yılından itibaren seçmeli de olsa okullarımıza Kuran-ı Kerim dersini koyduk. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatı anlamına gelen Siyer’i Nebi derslerini bunun için koyduk. Çünkü sizler de herhalde farkındasınız, insan malzememiz bozuldu.” diyor. Bu sözler, aslında AKP’lilerin halka, insanlara nasıl baktığını gösteren güzel bir örnek.
            “Malzeme” sözcüğü, “gereç, materyal” demek. İnsan bir gereç midir? İnsan pastaya, yemeğe katılacak bir malzeme midir? Yoksa insan, bir inşaatta kullanılan demir, çimento, kum, çakıl mıdır? Ya da AKP’li yüklenicilerin yaptığı çürük yollarda zift, mıcır mıdır? Hangisidir insan Sayın Şahin? Söyleyin de kullarınızın niteliğini öğrenelim.
            Siz, AKP içinde bozulmamış bir malzeme misiniz? Kendinizi ne olarak görüyorsunuz.
Ben, sizi malzeme değil; yalnızca insanı tanımayan, insanlığa saygı duymayan ve değer vermeyen bir insan olarak görüyorum. Bilgisizliğinize, düşünsel tutsaklığınıza da çok üzülüyorum.
            İnsana değer vermeyen, halkını sevmeyen bir kişinin devleti yönetmesi ne acı değil mi? İnsanın üstünlüğünü, değerini bilmeyen bu kişi devlet orunlarında bulundu.
            Yeri geldiğinde büyük sözler edersiniz demokrasi özgürlük adına. “Malzeme”ler özgür olur mu? “Malzeme”ler demokratik kurallara uyar mı?
            Kul zihniyetiyle yetişen ve kendini değerli bulmayan kişilerden başkalarına saygı duyması beklenemez.
            İnsanları “malzeme” olarak gördüğünüz için mi RTE şehitlere “Kelle!” dedi.
Maden göçüğünde ölen işçilere “Güzel öldüler.” diyen de sizin malzemeci arkadaşınızdı değil mi?
Şantiye çadırlarında işçiler yanarken AKP iktidarının duyarsızlığı ölenleri "malzeme” olarak gördüğünüzden miydi?
Sel sularında can verenlere karşı iktidarın ilgisizliği, “malzemeci” anlayışından mı kaynaklanmaktaydı?
Depremzedeleri kış soğuğunda naylon ya da su geçirgen bez çadırların insafına terk etmeniz; Suriyeli teröristlere her türlü konforu sağlamanız da bu “malzemeci” bakış açınızla mı ilgiliydi Sayın Vekil? Bu arada sizin de “malzeme”lerin vekili olduğunuzu düşünebiliriz.
            Sizin yaptığınız işlerdeki malzemeler bozuk. Onun içindir ki on yılı aşkındır Türkiye’nin iki yakası bir araya gelmiyor. Yalnız Türkiye değil, komşularımız da belanın içine gömüldü sayenizde. Özür dileyin tüm yurttaşlarımızdan. Bari yaptığınız hatayı anlayın.
            İnsanı başka varlıklarla karıştırıyorsunuz, sizin baktığınız aynada görüntü bu kadar mı bozuk?
                                                  Adil HACIÖMEROĞLU
                                                  25 Nisan 2013

BAŞBAKAN GÖKDELENLERE KARŞIYMIŞ!



            Başbakan İstanbul’u teslim alan gökdelenlere karşı olduğunu söyledi. Ne zaman mı? İstanbul’un her yeri gökdelenle dolup kent mahvolduktan sonra. Olağanüstü güzellikte doğa ve paha biçilmez tarih yok olunca gökdelenlere karşı çıkmak aklına geliyor başbakanın.
            “Benim nereden haberim olsun. Bunları gördükçe kahroluyorum. Her İstanbul’a geldiğimde binaları sayamam ki, yıldızları saymak mümkün mü? Ben kültürümüze uygun bir mimariden yanayım, bunu her yerde söylüyorum. Ankara’da da şehrin dokusuna uymayan bir yapılaşma var. İstanbul’da da böyle. Dikey yapı benim onaylamadığım bir şey, yatay bina yapılmasından yanayım. Dört kat yer altında, dört kat yer üstünde olmalı.” Bu sözler RTE’ye ait. Başbakanı tanımayan biri bu sözlere bakınca Erdoğan’ı çevreci bir muhalif sanacak. Yüksek binaları yıldızlara benzetmekte başbakan. Bir yandan karşı çıkarken bir yandan da hayranlığını anlatmakta.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1994’ten beri AKP zihniyetince yönetilmekte. Merkezi yönetimde on yılı aşkındır AKP’de. İstanbul’daki yüksek yapıların yüzde doksan beşi son on yılda inşa edildi. İmar planlarında akıl almaz değişiklikler yapıldı. Bazı ilçe belediyelerinin zaman zaman karşı çıktığı yoğun yapılaşma planları, yeşil alanların imara açılması hep Ankara marifetiyle uygulamaya konuldu. TOKİ, kentlerin yaşanamaz duruma gelmesinde en büyük etken. Çoğu zaman belediyelerin muhalefetine karşın istediği yerde, dilediği biçimde yapılar yapmakta bu kuruluş. TOKİ’yi kim yönetiyor AKP hükümeti. Bu nedenle TOKİ faaliyetlerinden RTE’nin haberdar olmaması olanaksız.
AKP, on yıldır başta İstanbul olmak üzere tüm büyük kentlerimizde neden gökdelenlerin yapılmasına hız verdi de şimdi vazgeçiyor? İşte, bu sorunun yanıtı gerçeği ortaya çıkarır. AKP iktidara geldiğinde Türkiye’yi dâr-ül harp olarak benimsemişti. Bu nedenle de kamuya ait malları talan etmek onlar için amaçtı.
AKP’nin bir başka amacı da kendi burjuvazisini yaratmaktı. Bu hangi yolla olacaktı? Sanayi ve hizmet sektörü gibi alanlarda kısa zamanda büyük karlar elde etmek olanaksızdı. Onun için en kestirme yol inşaat sektörüydü. Yapsatçı olmak için fazla sermaye, beceri ve nitelik gerekmiyordu.  Öğrenim ve beceri gerektirmeyen kısa yoldan varsıllaşma yoluydu yapsatçılık. Büyük kentlerde pahalı olan arsa konusu da kamu arazilerinin yapılaşmaya açılmasıyla aşıldı. Kamu arsalarının birçoğu, TOKİ eliyle yandaş müteahhitlere verildi. Sözde bir ortaklık vardı. Bu yolla sıfırdan zengin olma devri başladı. Bazı kamu arazileri de ihale yoluyla satıldı yapsatçılara. Kent planlarına aykırı olan bazı durumlarda hükümetçe çözümlendi. Yüksek binalar arsa maliyetini düşürdüğünden kar oranını da artırmakta. Bu yolla hızlı bir kazanç sistemi kuruldu. Son yıllarda en varsıllar sıralamasında sanayiciden çok yapsatçı var. Bu ülkemizdeki sermayenin nasıl el değiştirdiğinin bir göstergesi.
AKP, kendi varsılı yarattı. Sermaye birikimi istedikleri noktada. Kentler yüksek binalara doydu. Kentlerin betonlaşması, AKP seçmenini de rahatsız eder duruma geldi. Her olayda olduğu gibi iktidar partisi kendi muhalefetini kendi yapıyor ve gökdelenlere karşı çıkıyor başbakan.
Yeni AKP burjuvazisi ellerindeki sermayeyle yeni yatırım alanları istiyor. Tabi ki bu üretim sektörü olmayacak. Anladıkları tek iş, kenti yağmalamak. Bu nedenle yeni alanlar gerekli onlar için. Buralarda kentlerin eski semtleri. Özellikle İstanbul’da bu semtler. Bakırköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Eyüp, Fatih, Kadıköy, Üsküdar, Zeytinburnu gibi ilçelerde yapılar eski. Bu ilçeler kentin merkezini oluşturmakta. Buralarda yaşayanlar kentsel dönüşüm için bir kat daha fazla imar istemekteler ki kendi mülklerini koruyabilsinler. İşte, AKP buna yanaşmamakta. Kentsel dönüşüm adı altında yasalarla buralara el koyup yeni yapılar yapacaklar. Tabi, buralarda yapılacak yeni konutlar çok pahalı olacak. Bu yolla AKP yapsatçıları olağanüstü para kazanacaklar. Ayrıca bu ilçelerin çoğunda genellikle AKP karşıtı yurttaşlar oturmakta. Böylelikle İstanbul’da muhalif ilçeler de dağıtılacak. Bundan da anlaşılacağı üzere bir taşla birkaç kuş vurulacak.
On yıldır gözleri kapalı mı gezdin İstanbul’da ey başbakan! Devasa binaların hiç mi yanından geçmedin? Hızla varsıllaşan yapsatçılar ilgini çekmedi mi hiç senin? Bu yapılara imar izinlerini veren kimdi acaba, hiç düşünmedin mi? Yeşil alanları yasadışı olarak imara açan belediye görevlileri ve TOKİ yöneticileri hakkında herhangi bir yaptırımda bulundun mu? Dere yataklarında yapılan konutlarda can veren yurttaşlarımızın hakkını aradın mı? Atatürk Havaalanının dibinde, Ayamama Deresi yatağına yapılan devasa büyüklükteki cemaat okulunu da görmedin? “Göremedim!” diyerek kendine “Çok meşgul adam!” pozu vererek masum olamazsın. İstanbul’da kuş uçsa haberin olur. Bak, Kazlıçeşme’deki gökdelenlerin yapsatçısına beş yıldır küsmüşsün. Küseceğine niye gereğini yapmadın?
Gökdelenler yeni kurulan, tarihsel kökleri olmayan, hızlı varsıllaşan ülkelerin ve kentlerin simgesi. ABD, Singapur, Malezya ve petrol varsılı Körfez ülkelerinde gökdelenler pıtrak gibi. Türkiye gibi olağanüstü varsıllıkta tarihsel kökleri olan, İstanbul gibi dünyanın en eski kentinde bu kadar çok gökdelen yapmanın mantığı yoktur. İstanbul’un bu durumu biraz da görgüsüzlükten kaynaklanmıyor mu?
Fatih’i iki de bir diline dolamakta AKP’liler. “Yaş kesenin, başını keserim diyen koca yürekli bir fatihtir II. Mehmet. Onu Fatih Sultan Mehmet yapan da budur. Yerinden kalksa İstanbul’u yöneten belediyecilerin ve yeşil alanların katledilmesinin yolunu açan AKP yöneticilerinin de hiçbirinin gövdesinin üzerinde baş olmazdı. “Ecdat!” diye diye ecdat yadigârlarını talan etmek Tarihi tersten okumaktır. Çok yazık ettiniz kentlerimize… Çok yazık ediyorsunuz Türkiye’mize…
                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           19 Nisan 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.



YASA MI, RİCA MI?



            İstanbul Kazlıçeşme’de deniz manzaralı üç gökdelen aylardır görenlerin şaşkın bakışları arasında yükseldi. TV, gazete ve İstanbul’un ana caddelerinde reklamlarını gördük günlerce. Belki de bu gökdelenlerdeki dairelerin birçoğu da satılmıştır.
            Kentle ilgilenen, tarihe, doğaya, kültüre karşı sevgi ve sorumluluk duyan herkes gökdelenlerin yapımıyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Sultanahmet Camii gibi dünya kültür kalıtının en önemli yapıtının görünümünün arkasında bir karaltının oluştuğu ısrarla söylendi. Tarihi Yarımada’nın görünümünü böylesine bozan yapıların yapılmasına göz yummak, izin vermek büyük bir aymazlık. Yüz yıllardır ayakta duran tarihsel yapıları para hırsına kurban etmek bağışlanamaz bir hata.
            Türkiye’yi ve İstanbul’u yönetenler camileri çok sevdiklerini söylerler. Yeni camiler yapmak için de yarışırlar adeta. Sultanahmet gibi sanatsal bir yapıyı koruyamayan anlayışın, camiler konusundaki düşünceleri de göstermeliktir, içten değildir. ABD’nin yeni Osmanlıcıları, Osmanlıya ait yapıtları koruyamıyor. Neden mi? Çünkü onlar, ABD’nin gördüğü açıdan görüyor Osmanlıyı. Onlar, hep Osmanlının çöküş dönemine hayrandır. Onların sevgisi II. Abdülhamit ve Vahdettin’edir. Onlar Mimar Sinan ve Sedefkâr Mehmet Ağa’daki ince ruhu, sanatsal ustalığı, evrensel düşünceyi anlayamazlar.
            Kazlıçeşme gökdelenleri yalnızca tarihe zarar vermiyor. Deniz kıyısına yakın olan bu tarz binalar, deniz rüzgârlarının iç kısımlara ulaşmasını engellemekte. Hava akımlarının doğal yollarını değiştirmekte. Kıyıdan içerde yaşayan yurttaşların deniz havası solumalarına olanak tanımamakta. Bu tür bir yapılaşma çevre sorunlarını da beraberinde getirir. 
            İstanbul’un birçok semtinin yolları dar. Kanalizasyonları, su tesisatları eski. Eski semtlere yoğunluk artırıcı yapılar yapmak, alt yapının yetersizliğini daha çok ortaya çıkarır. Trafik sıkışıklığı artar. Yollar geçilemez engellere dönüşür.
            AKP döneminde nerede bir yeşil alan varsa yapılaşmaya açılmakta. Kentler yeşilsiz, rüzgârsız bir cehenneme dönüşmekte. Çağdaş kent, kişi başına düşen yeşil alanıyla orantılıdır. Kentlerin yaşanabilir olması, yeşil alanlarının çokluğuyla olanaklıdır. Betona gömülmüş kentlerde yaşayanların ruh sağlıklarının normal olması beklenemez.
            RTE, Kazlıçeşme gökdelenleri konusunda sonunda konuştu. İş oldu, bitti; başbakan gökdelenleri ancak gördü. Karadan, denizden, havadan, nereden bakarsanız bakın görmemek olanaksız bu yapıları; ama RTE, yeni fark etti.
            Kazlıçeşme’deki kent ve tarih katliamı başbakana soruluyor ve yanıtı şöyle oluyor: “Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın, dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok kırıldım, beş yıldır konuşmuyorum.” Bu açıklama, evlere şenliktir. Sorumluluk orununda bulunan ve yasaları uygulamakla yükümlü olan birinin konuşması böyle olmamalı.
            Başbakanlar rica etmez, yasaları uygular. Başbakanlar küsmez, yasal yaptırımlarla yanıt verir.
            Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, İstanbul ve Zeytinburnu belediye başkanları AKP’li. Bu yapılara izin veren tüm sorumlu kişiler AKP’li demektir bu. O zaman sormak gerek: Kenti, tarihi böylesine mahveden üç gökdelene kimler, hangi nedenlerle izin verdiler? Baştan beri bunca eleştiri neden duymazdan gelindi?
            Başbakan, yüksek yapılara karşı olduğunu söylüyor. Ne zaman? Neredeyse tüm kentler, kendi iktidarı ve AKP’li belediyelerce gökdelenlere teslim edildikten sonra. İşin özü şu: Gökdelenlerle yandaşa gerekli parasal olanaklar sağlandı; kentler bitti, paralar cüzdanlara kondu, şimdi yüksek yapılar istenmiyor. Vay be, uyanıklığa bakın! Önce kentleri yapsatçının para hırsıyla bezenmiş insafına bırak, sonra bu duruma karşı çık! Şark kurnazlığı budur işte!
            AKP ve onun öncülü ANAP’la başlayan kent yağmacılığı sınır tanımamakta. Yeşil alanlar, tarihsel anıtlar, kültür değerleri, toprak yağmalanıyor. Bunlar olmadan ülke olur mu?
                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           18 Nisan 2013
            Not: 19 Nisan 2013 tarihli Ulus Gazetesinde yayımlanmıştır.
            Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


           
           

YILLARIN YAZICISI, YAZMAYI BİLMEZSE



            Onu ilk kez Cumhuriyet’in spor sayfasında tanıdım. Tuttuğu takımı yazdığı köşede savunan ilk köşe yazıcısıydı. Böylece de önemli bir taraftar-okur kümesini arkasına almıştı. Özal döneminin “imaj” cilalanmaları içinde yıldızı parladı, yeni ve büyük bir gazetenin önemli kalemşoru oldu. Yazılarından çok, yaptıkları ve kimi zaman da genç sevgilileri konuşuldu.
1980 sonrasının tatlı su balıklarından biri oldu. Siyasetin doruklarıyla iyi geçinmeyi ilke bildi. Okurlarına şirin görünmek adına iktidarda bulananları eleştirir gibi yapar. Ancak siyasetçiler, nedense kamuoyu oluşturmak için proje fısıldamak gerektiğinde bu “deneyimli ağabeyi” bulurlar. Yazılarındaki düşünsel derinliği, içeriği değerlendirmeyeceğiz burada. Yıllardır gazetelerde köşe tutan yazıcının Türkçeyi nasıl kullandığına bakacağız bu yazımızda.
Hıncal Uluç, 14 Nisan 2013 tarihli Sabah’ta yayımlanan “Akil adamlardan beklenen ne?” başlıklı yazısına şöyle bir bakalım. Yazıda ilk göze çarpan başlıktaki sözcüklerin küçük harflerle yazılması. Başlıklar özel ad değeri taşıdığından her sözcük büyük harfle başlamalı. Son yıllarda birçok köşe yazıcısı aynı yanlışı yapmakta ne yazık ki.
Uluç tümcelerin birçoğunun sonuna yan yana iki nokta koymakta. Oysa Türkçede böyle bir noktalama imi yok. Kendine özgü bir buluş sanırım. İmaj yaratma kaygısından olsa gerek. Bazı köşe yazıcıları da iki nokta yan yanayı kullanmakta. Yani yanlış yaygınlaşmakta.
“Tabi bir de, çaktırmadan ‘O var da, ben neden yok’ havası..” İnsan ilk bakışta soruyor kendine: “Bu tümcenin neresi doğru?” diye. “O var da, ben neden yok” tümcesinde iki özne var. Birinci özne “o” üçüncü tekil kişi ve yüklemiyle uyumlu. İkinci özne “ben” birinci tekil kişi, ancak yüklem olan “yok” sözcüğü üçüncü tekil. Özne yüklem uygunluğu yok bu tümcede. Bu tür tümceleri Türkçeyi öğrenmekte olan yabancılar kullansa anlayış gösterilir. “Ben geldi.”, “Ben çalıştı.” der Türkçeyi çat pat konuşan yabancılar. İşte yılların köşe yazıcısı Uluç da öyle yazıyor.
Uluç, “de, da” bağlaçlarından sonra gereksiz virgül kullanmış. Zaten bu bağlaçlar, virgülün yapacağı bağlama görevini yapmakta. Tümceyi iki nokta yan yana ile bitirmiş yazıcı, nedendir acaba?
“Bir gurup var ki, asıl kalabalık onlardır, ülkemizde yüzde 90’lara varır hatta oranları..” Aynı yazının bir başka tümcesi. “Grup” sözcüğüyle “gurup” karıştırıyor yılların yazıcısı. “Grup”, “küme” demek. “Gurup”sa “Ay, güneş, yıldız vb. gök cisimlerinin ufkun altına inmesi. (Türkçe Sözlük, TDK Yayınları)” anlamında. Küçük bir yanlışlık olarak görülen bu yazımın, anlamı nasıl değiştirdiği görülmekte. Bu hata, yazıda bir kez olsaydı, “Kaza!” derdik; ama yazıda birden çok “gurup” sözcüğü kullanılmış. Gülelim mi, ağlayalım mı; yoksa üzülüp kızalım mı?
Yukarıdaki alıntıda iki tümcenin virgülle bağlanması söz konusu. Tümcenin ikinci bölümünde “oranları” tamlananının tamlayanı olmadığından anlam belirsizliği var. “Kimlerin/nelerin oranları?” sorusunun yanıtı yok tümcede.
“Hatta” bağlacı “bile, hem de, üstelik ayrıca” anlamlarına gelir ve iki tümceyi birbirine bağlar. Sayın Uluç, “hatta” yı virgülden sonra kullanması gerekirken “oranları sözünden önce getirerek tümceyi anlamsızlaştırmış. Ayrıca yazıcı bu tümcede “90” sayısını rakamla değil, yazıyla yazmalıydı.
“Ama ‘Gitsin, konuşsun, ikna etsin’ için değil..” tümcesi de yazara özgü bir kullanım olsa gerek. Burada “için” yerine “diye” sözcüğü kullansaydı tümce, anlamlı olurdu.
Yazının tümüne bakıldığında onlarca anlatım bozukluğu, noktalama yanlışı var. Türkçeyi kullanmada bu kadar yanlış yapan kişinin yıllardır kamuoyunu yönlendirmesi ilginçtir. Güzel Türkçemiz kıyım kıyım kıyılmakta gazete ve televizyonlarda. Dili giden bir ulusun adı kalır mı?
                                               Adil HACIÖMEROĞLU
                                               16 Nisan 2013

İNSANLIK DERSLERİ


                                               
            “Uşaklı yetmiş yaşındaki Eşe Eğerci, on beş yıl önce Hakkâri Yüksekova’da şehit olan oğlu Piyade Komando Mustafa Eğerci için ödenen tazminat ve maaşları biriktirip okul yapılması için bağışladı.” Bir hafta önce gazete ve televizyonlarda yayımlanan bu haber birçok kişinin gözünden kaçmış olabilir. Hem de “açılım, çözüm, barış” gibi anlamsızlaştırılan sözcüklerin havalarda uçuştuğu günlerde Eşe Ana, insanlık dersi veriyor herkese.
            Vatan için şehit olan oğlu için ödenen tazminatı harcama, üstüne de şehit maaşlarını kuruşu kuruşuna biriktir, okul yaptır. Bu büyük insanlık dersini okullarda, televizyonlarda, gazetelerde anlatmalı. Üç kuruş için insanlık onurunu, erdemlerini unutanların gözünün önüne büyük harflerle, kalın puntolarla yazmalı bunu. Belki körleşmiş, taşlaşmış yürekler birazcık yumuşayıverir.
            Her durumda, en acılı anda bile yurduna, ulusuna, insanlığa hizmeti yaşamın odağına koymanın değeri herkesçe bilinmeli. Toplumda saygı görmesi gereken Eşe Analar. Vatanı para, halkı hizmetkâr görenlerin yüzleri kızarmalı bundan.
       *                    *                   * 
            Eşe Ana’nın insanlık dersinden bir hafta sonra Bakan Bayraktar Edirne’de. Çevreyi betonlaştırmaktan, yürekleri taşlaştırmaktan sorumlu bakandan kanserli bir genç kız ilaçlarının alımı için yardım istiyor.
            Kanser zor bir hastalık. Otama süreci uzun ve acı verici. İlacı, otaması pahalı. Kişi, tensel ve tinsel çöküşü birlikte yaşar.  Kırılgandır kanserli beden ve yürek. Özgüven yaralanmıştır delişmen kötü huylu hücrelerce. Bu illetten kurtulmak büyük bir utkudur.
            Genç kız üzgün, yaralı, çekingen yüreğiyle Bakan Bey’e yaklaşıp isteğini söylüyor. Bakanın usuna gelen ilk şey sadaka vermek. Oysa o, anayasayla yönetilen bir cumhuriyetin bakanı. Yardım için önce düşünmesi gereken yasal çerçevede neleri yapabileceği. Sosyal güvenlik kuruluşları aracılığıyla çözüm bulmayı düşünmüyor Bayraktar. Hemen cüzdanından parayı çıkarıp genç kızın cebine sokuşturuyor. Arkasından da parayı düşürmemesini tembihliyor. Herkesi cami avlusundaki dilenci sanmak ne kadar kötü.
            Genç kız erdemli, onurlu, insanlık dolu bir davranışla “Ben dilenci değilim.” diyerek parayı geri veriyor. Bayraktar’a insan olması gerektiğini anımsatan olağanüstü güzellikte bir davranış. Tabi anlayabilirse…
            Kralın kulu, yetki alıp koltuğa oturunca kendisini küçük kral sanıyor. Krallıklarda, Ortaçağ tiranlıklarında mabetlerde, sokaklarda yoksullara, gereksinimi olanlara sadaka dağıtılırdı. Acımasızlıklar, insanlık dışı uygulamalar sadaka gösterisiyle saklanmaya çalışılırdı. Olmayan vicdan, cüzdanla örtülmek istenirdi.
            “İleri demokrasi”nin kralı bayram namazı çıkışı para dağıtıyor yıllardır. Her geçen yıl cami önlerinde kuyruklar uzamakta. Dilenmek desteklenir oldu hükümetçe. Eeee, kral elinde cüzdanla gezer de kralcık ondan aşağı kalır mı? O da elini cüzdana atıyor gereksinim olduğunda. İnsanlık ve vicdan cüzdana sığmayacak kadar büyüktür. Ülkeyi yasalarla yönetmek kimsenin usuna gelmemekte.
            Bayraktar’ın yetiştiği topraklarda babalar, oğullarına harçlığı insan içinde vermezlerdi. Aman çocuğumun onuru kırılmasın başkalarının yanında, diye düşünürlerdi. Cami avlusunda yalnızca dilencilere sadaka verenleri görmüş Bakan Bey. Çevresine bakıp aksakallı dedeleri biraz gözlemleyip dinleseydi keşke. İnsan olmanın erdemlerini az da olsa öğrenebilirdi.
            Ezik kişi, ezikliğini örtmek için başkalarını ezmeyi dener. Bu, ona zevk de verebilir. Halkımızın çok iyi bildiği bir vali öyküsü vardır: “Oğlum sen vali oldun, ama…” diye biter. Evet, “ Sen bakan oldun, ama…” Her şey insan olmakta…
                                               Adil HACIÖMEROĞLU
                                               15 Nisan 2013                       
            

DİL OLMASA DÜŞÜNCE OLUR MU?


    
            Basında son zamanlarda nedense dile özen gittikçe azalmakta. Çalakalem yazmak, anlatım bozukluklarını sıkça yapmak, noktalama işaretlerini kullanmamak, kısıtlı sözcük dağarcığıyla yazmak yaygınlaşmakta. Gazetelere şöyle bir baktığımızda Türkçe kurallarına uygun yazan köşe yazarı ya da yazıcısı çok az.
 Sosyal medyada kendini eleştirenlerin dil yanlışlarını söyleyerek Türkçe dersi vermeye çalışan köşe yazıcılarından Ahmet Hakan’ın, 9 Nisan 2013 tarihli Hürriyet’teki yazısına, şöyle bir bakalım.
“Koca İstanbul’da ‘Ben bu sinemaya dedemle gitmiştim’ denilecek bir tane sinema salonu bile yokken, ‘Ben bu sinemaya babamla gitmiştim’ denilebilecek kalan tek sinema salonunu da yıkıyorlar.” Uzun bir tümceden oluşan bu paragrafta yazıcının kullandığı “denilecek, denilebilecek” sözcükleri hatalıdır. Bir eylem, yalnız bir tane edilgenlik eki alır. Eyleme iki tane edilgenlik eki getirmek yanlıştır. “- ( )n, - il” ekleri etken eylemleri edilgen yapar. Bu nedenle dil kurallarına aykırı olan “denilecek, denilebilecek” sözcükleri,  “denecek, denebilecek” biçiminde kullanılmalıydı. Yazının bütünü göz önüne alındığında benzer yanlışların çokça yapıldığı görülür.
“…kalan tek sinema salonunu da yıkıyorlar.” Burada “kalan” sözcüğü, gereksizdir; çünkü “tek” sözcüğü “kalan”ın da anlamını karşılamakta. Zaten tümcedeki “da” bağlacı, “diğer salonları yıktıkları gibi” anlamını vermekte.
Aynı tümcede “yokken” sözcüğünden sonra virgül konmuş. Ulaçlardan sonra virgül konmaz. Çünkü ulaçlar bağlama görevi yaptığından virgül (,) kullanımı gereksizdir.
Sayın Hakan, tırnak içinde yazdığı tümcelerin sonuna anlama uygun noktalama imi koymamakta. Bu yazıda tırnak içinde gösterdiği tümcelerin sonuna nokta koymalıydı.
“Aydınların, sanatçıların, şehir tarihçilerinin, ‘Emek Sineması’nı yok etmeyin, onu yok ederseniz, tarihi yok edersiniz, geleneği yok edersiniz, kültürü yok edersiniz” diye aylardır itiraz etmelerine rağmen…” Bu tümcede beş tane “yok et-” eylemi kullanılmış. İlkokul ödevlerinde bile rastlanmayacak dil yanlışı. Aynı sözcüğün art arda kullanılması ses kakışmasına neden olduğundan kulağa hoş gelmediği gibi, okuma zevkini de öldürüyor. Oysa tümceyi “Emek Sineması’nı yıkarsanız tarihi, geleneği, kültürü yok edersiniz.” biçiminde yazsaydı doğru olacaktı anlatımı.
Son yıllarda köşe yazıcılarının edindiği alışkanlıklardan biri gereksiz eksiltili tümce kullanmak. Kendilerince üç nokta ile bitirdikleri kesik tümcelerle okuru düşünmeye sevk edecekler. Zorlama bir durum bu. Yazıların bütününe bakıldığında üç noktadan başka bir yok sanki.
Köşe yazıcılarının bir başka saplantısı da neredeyse her tümceden bir paragraf yapma alışkanlığı. Tümceler tek başına anlamsız, kuru sözcük yığınları durumuna getiriliyor böylece.
Dil doğru kullanılmadığında düşünce ve duygular doğru olarak anlatılamaz. “Yazarım!” (?) ortaya çıkanların öncelikle anadillerini doğru kullanmaları gerek. Sözcük dağarcığı, sıradan insanlarınkinden fazla olmayan kişilerin dile, kültüre, düşünce yaşamına, toplumsal gelişmeye bir katkısı olabilir mi?
Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünce olmadığında da sözcükler kuru karalamalar durumuna gelir. Bu tür bir yazım anlayışı toplumun kültürel gelişimini terse döndürür.
                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           11 Nisan 2013

8 NİSAN UTKUSU


                                                          
     Ellerinde molotof, sapan, sopa, taş yoktu. Ellerinde Türk Bayrağı, Atatürk posteri, ait oldukları partilerin ve derneklerin flamaları vardı.
      Yüzleri bezlerle kapalı değildi; çünkü korkup saklayacakları yaşamları, onları sonradan utandıracak eylemleri yoktu. Yüzleri aydınlık ve güleçti.
      Ceplerinde su şişesi ve limon vardı; biber gazına karşı ilaç olsun, diye. Ekmekler, azıklar paylaşılıyor, yedek yağmurluklar, ıslananlara veriliyordu.
     Bağırışlarında küfür, hakaret, ulusal değerlere saygısızlık, bölücülük yoktu. Yüz yıllardır halkımızı birleştiren türküleri coşkuyla söylüyorlardı. Türkülerde yedi bölge, dört mevsim vardı.
   Dillerindeki adalet haykırışı, demokrasi isteğiydi. Haksızlığa karşı hakkın sesi olmak için çırpınmaktaydılar. Uydurma delillerle, yalancı tanıklarla Silivri kalasında tutsak edilen yoldaşlarına destek olmaktı amaçları.
    Kimi akşamdan, kimi de gecenin kör karanlığında tarlalardan yağmur çamur demeden yürüyüp gelmişti geç kalmamak için. Kimileri ise kilometrelerce uzaktan çıkmıştı yola. Gecenin uykusuzluğuna, ayazına karşın gözlerinin içi gülüyordu.
       Gençler, göğüslerine “Tam Bağımsız Türkiye!” yazmıştı. Yılların özlemiydi bu.
       On binler “Atatürk’te birleştik!” diyordu inançla.
     Bariyerler kuruldu önlerine, Silivri Kalasına yaklaşmasınlar diye. Bariyerlere yürüdüler, dillerinde özgürlük, bağımsızlık ve adalet sloganları. Kolluk güçleri sıra sıra dizildiler. Mahkeme salonunda kargaşa. Görevli savcı ve yargıçlarda kaygı, korku.
     Diktatör emretti. Bariyerlere yürüyenlerin üzerlerine yağmurla yarışırcasına gaz bombası yağdı. Gözler yandı. Soluklar kesildi. Yere düşenler oldu. Düşenlerin imdadına arkadaşları koştu. Kadın, erkek, genç, yaşlılar yere düşerken ellerdeki bayraklar havaya kalktı. Ya yerdeki çamur al bayrağa değerse, lekelenirse şehidimin son örtüsü, nasıl yaşarım bundan sonra başım dik, diye düşündüler.
       Tazyikli su, yağmuru unutturdu. Sırılsıklam olanlar, az sonra üşümeye başladılar. Bariyerler yıkılınca kömür ateşinde demlenen çayı içercesine ısındılar. Yerde yatanla ayaktaki dostlar göz göze gelip gülümsediler mutlulukla. Ellerdeki bayrak kan kırmızısı ve sıcaktı. Dillerdeki şarkı umut yüklü bir bulut oldu. Silivri rüzgârıyla tüm ülkeyi dolaştı. Selamlar götürüp selamlar getirdi, memleketin dört bir yanından nazlı bulut.
Bariyerlerden coşkuyla geçtiler. Bayrağa, Atatürk’e, dostlarına minnet duydular sonsuza dek.
Gaz o kadar çoktu ki göğe sığmadı, rüzgâra karışmadı. Uçtu, uçtu mahkeme olmayan mahkemenin salonuna girdi, adaleti aradı. Sanıklar güldü, tanıklar hapşırdı, savunmanlar şaşırmadı, yargıç kurulu gözlerini ovuşturup kaçtılar topluca. Gazın binde birinin zekâtından kaçanlar geri dönmedi. Onları soluksuz bırakan, dizlerindeki dermanı kesen aslında adalet isteyen gök gürültüsüydü, gaz bahane…
Yurtseverler, Silivri çayırlarında gelincik oldular, güvercin olup kanat çırptılar maviliklere… Bulutlar gözyaşı döktü olanlara. Yuva yapan kuşlar dondu kaldı adaletsizlik karşısında. Guguk kuşu hukuksuzluk karşısında dilini yuttu. Gökyüzünde kanat çırpan martılar olanlara şaşırarak “Kara, hava, denizin de bir hukuku var. Bundandır ki biz balıklarla besleniriz.” dediler.
Yargıçlar kaçtı, savcı sıvıştı. Yere düşen kalktı. Limonlar şişedeki sular umar oldu canlara. Yağmur dindi, güneş bulutların arasından ufacık bir gülümsemeyle köşesine çekildi.
Diktatör tazyikli suyun ve biber gazının bir milim bile geriletemediği aydınlık yüzlü insanları düşündü. Sağına, soluna döndü, arkasındaki koruma ordusuna baktı, herkesin suratı asıktı. Titrek ve boğuk bir sesle: “Silivri’de yürüyenlere gaz ve su neden etki etmiyor?” sorusunu sordu oradakilere. Herkes şaşkınlıkla çevresine bakındı utangaç ve şaşkın. Kimse bu soruya yanıt veremedi. Diktatör, kara kara düşünmekte o gün, bu gündür… Bu gidişle de daha çok düşüneceğe benzemekte…
                                               Adil HACIÖMEROĞLU
                                               9 Nisan 2013

ÂKİL Mİ, AKILLI MI, YAŞLI MI?



Nedense son zamanlarda “adam” sözcüğünün yerine “insan” sözcüğü yeğlenmekte. Neymiş efendim, “adam” sözcüğü erkek demekmiş, kadınları kapsamazmış.
“Adam” sözcüğü, “Adem”den gelir. “Adem” demek, “insan” demektir. TDK Türkçe sözlüğe baktığımızda “adam” sözcüğünün karşısında birinci anlam (temel anlam) olarak “insan” yazmakta. Sözlüğe bakma alışkanlığı olmayan, kıt sözcük dağarcıklarıyla kamuoyuna akıl vermeye çalışan bilgisizlerin yönlendirdiği siyasetten ne beklenir?
“Adam” sözcüğünü, erkeklerin tekeline veren sözde kadın hakları savunucuları, kadınları adam ve insan olarak görmüyorlar mı? Adamlık erkeklere de kadınlara da çok yakışmakta. Sözcüklerin anlamlarını bilmeden Türkçenin anlamsal varsıllığını çoraklaştırmak doğru mu?
Ferit Devellioğlu’ nun Osmanlıca-Türkçe Sözlüğünde “âkil” sözcüğünün anlamı, “yiyen” olarak açıklanmakta. Buna göre “âkil insanlar”, “yiyen insanlar” anlamına gelmekte. Acaba bu listedeki insanlar neyi yiyecekler? AKP-PKK işbirliğiyle emperyalizm adına Türkiye’nin birliğini tabi ki.
“Âkil insanlar” yerine “akıllı adamlar” demek daha uygun olur. Ancak dilimizde unutulmaya yüz tutmuş bir sözcük var ki “akil adamlar” sözüyle anlatılmak isteneni çok iyi karşılar. Bu sözcük: yaşlı… “Yaşlı” sözcüğü, “yaş+ulu” sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş. Zamanla söylene söylene ses değişimi olmuş; yaşulu, yalı’ya dönüşmüş. Türkmenistan’da senato görevini yapmakta olan danışma meclisinin adı, Yaşulu Maslahatı (Nezih Kuleyin, Hayat İçin Bir Kahve Molası).
Yaşulu olmak için bilgili ve deneyimli olmak gerek. Aynı zamanda toplumun saygısını da kazanmalı. Bilgi ve görgüsüyle topluma yol gösterici olmalı yaşulu. Anlaşmazlıkları tatlıya bağlamalı, hakkaniyetten ayrılmamalı. Yaşulu olana biri güce tapınmaz, ezilene sırtını çevirmez.
Cem törenlerinde Alevi dedelerinin dargınları barıştırması geleneği, yaşululuğun nasıl olması gerektiğine bir örnek olabilir.
Yıllar içinde sözcükler yeni anlamlar kazanıp bazen de anlamını anlamdaşına devreder. Yaşulu sözcüğü de anlamını Anadolu’nun birçok yerinde Arapça “ihtiyar” sözcüğüne devretti. Birçok köyümüzde anlaşmazlıklar, çevredeki bilge kişilerin ihtiyarlık yapmasıyla çözülür.
“Âkil insanlar” sözünün yerine “yaşulular (yaşlılar) kurulu denebilir. Ancak yaşlılar kurulu hayırlı işler için emek harcar. Âkiller ise şer işlerin peşindeler. Anlamına uygun olarak bir şeyleri yiyip bitirmenin uğraşındalar…

Adil HACIÖMEROĞLU
                                               4 Nisan 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.



ABD İSTİYOR, AKP-PKK UYGULUYOR 5



            “Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakârlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.” Bölücü başının bu sözleri önemli.
            “Fedakârlıklarının, mücadelelerinin hiçbirinin boşa gitmediğini söylüyor Öcalan. Pusuya düşürdükleri askerlerin, polislerin, korucuların, öğretmenlerin, masum sivil yurttaşların, yaşını almamış bebeklerin ne uğruna katledildiklerini anlatmakta. Tüm yaptıklarının bir millet yaratmak için çabalar olduğunu belirtmekte. Peki, millet boşu boşuna mı yaratılır? Millet olunca devlet de gerekir. Devletsiz millet olur mu? Her sözcüğüyle ayrılıkçılık kokan bir ileti bu.
            “Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.” Sözleriyle de silahlı mücadelenin ürünlerini siyaseten toplama zamanının geldiğini belirtmekte bölücü başı. Tabi bu konuşmanın AKP’nin kalem efendilerince yazıldığını düşündüğümüzde bu; yalnız PKK’nın değil, iktidar partisinin de görüşü.
            Yukarıdaki sözlerde terör örgütü lideri, “silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi” diyor. Yani teröristler, silahlı olarak gidecekler sınır ötesine. “Silah bırakma” diye bir şey söz konusu değil.
            PKK lideri sözlerini şöyle sürdürmekte: “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır. Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkâr eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır.” Öcalan burada mücadeleyi bırakmadıklarını söylemekte. “Farklı mücadele” ile anlatılmak istenen devlet olma sürecidir. Bu, Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmek isteyen ABD’nin öngördüğü süreçtir.
            Burada dikkat çekici olan şudur: AKP ve PKK hem ulus devlete hem de modernizme savaş açmışlardır. Çünkü ulus devlet ve modernizm, AKP ve PKK’nın ABD desteğiyle oluşturmak istedikleri Sünni İslam oluşumuna ters düşmekte. Ayrıca aşiret, tarikat, cemaat temelindeki toplumsal bir yapılanmanın önündeki engeldir, ulus devletle modernizm.
            İşin ilginç yanına gelince… Erdoğan’ın da Öcalan’ın da kafasındaki millet tanımının aynı olması. Milleti, milliyetle karıştırmakta ikisi de. Tabi bilinçli olarak işlerine öyle geldiği için. Bu anlayış, etnik ırkçılığı körükleyecektir. Bu nedenle bu sözlerle etnik ırkçılık körüklenmekte. Bu da Ortadoğu’da yeni çatışmaların yolunu açmakta.
            İletinin her tümcesi, AKP-PKK’nın ortak düşüncesinin ürünü. Bu ABD isteğidir. Bunun sonunda ne barış gelir, ne de çözüm. Bu süreç, yeni çözümsüzlüklere ve bitmek bilmeyen çatışmalara gebe.
                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           26 Mart 2013
            Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.




ÂKİL (YİYEN) İNSANLAR



            Başbakanlık, günlerdir konuşulmakta olan “âkil insanlar” listesini sonunda açıkladı. Merakla beklenen âkiller beklentileri boşa çıkarmadı. Yandaş basının köşe yazıcıları, beyazcamın üniversite hocası kılıklı gedikli bülbülleri, iktidarlara göre yön değiştirmeyi ustalık sanan sivil toplumcular, sanatçı maskeli yeteneksizler…
AKP yörüngesinde dolaşan sözde aydınların bazıları listede yer buldular. Yıllardır AKP için çırpınan kimi medya bülbülleri listenin dışında kaldılar. Yazık oldu bu bülbüllere…
Âkil insanlar komisyonun kurulması, Öcalan’ın isteği. AKP, âkilleri atamayla getirdi. İleri demokrasiden söz edenler, her şeyi tepeden atayarak büyük bir demokratik tavır sergilemekteler. AKP ve PKK destekçileri dışında kimsenin âkil olamaması da ilginç. AKP’de demokratik olgunluk öylesine gelişti ki âkillere zahmet olmasın diye komisyonların başkanlarını, başkan yardımcılarını, sekreterlerini bile kendileri seçiyorlar.

            Yıllardır gözü kara bir biçimde AKP-PKK propagandası yapan kişilerin toplumsal barışa hiçbir katkısı olamaz. “Barış projesi” denilen de Batılı merkezlerden Türkiye’ye dayatılan bir tuzak. Bu bölünme tuzağının ikna timleri de âkil insanlar. Şimdi dağılacaklar yurdun dört bir yanına, halkın beynini yıkamak için… Yurttaşa karayı, ak göstermeye çalışacaklar.

            Aklıma gelmişken AKP’nin âkil insanlarına bir uyarım olacak. “Yetmez, ama evetçi” bazı köşe yazıcılarının son kullanma tarihleri gelince nasıl çöpe atıldıklarını arada sırada anımsamalarında yarar var. Türkiye’nin bölünme projesindeki göreviniz bitince size gerek kalmayacak. Doğal süreç, sizi bir kenara itecek.

AKP-PKK ittifakı, arkasına ABD’yi de alarak ulusal bütünlüğümüze saldırmakta. Yüz elli yıllık çağdaşlaşma birikimimiz yok edilmeye çalışılmakta.

AKP ve PKK’yı aynı safta bir araya getiren nedir? Birincisi, ikisinin de 1919 ruhuna ve Cumhuriyet değerlerine karşı olmalarıdır.

AKP-PKK ittifakının ikinci nedeni; ikisinin de 12 Eylül’ün ürünü ve ABD’nin siyasal projesi olmaları. AKP ve PKK, Ortadoğu’ya Atlantik’ten gönderilmiş Truva atlarıdır. Âkil insanlar da bu Truva atlarının koşum takımları. Eskiyenler, yıprananlar değiştirilir zamanı gelince.

“Âkil insanlar”a karşı yurtsever “akıllı adamlar” yerini almalı. Akıllı adamlar, yurdun her köşesinde emperyalizmin bölünme projesini anlatmalı. Ulusumuz 1919’da olduğu gibi Atatürk’te birleşmeli. Atatürk, bu topraklarda birliğin, çağdaşlaşmanın, uluslaşmanın adıdır, emperyalizm ve işbirlikçileri ise parçalanmanın, ilkelliğin.

Bakalım ve görelim: Türkiye’de âkiller (yiyenler) mi, akıllılar mı amaca ulaşacaklar?

                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                                       4 Nisan 2013
             Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.


           


            

ABD İSTİYOR, AKP-PKK UYGULUYOR 4



            Öcalan’ın 21 Mart iletisinde ilgi çekici bir tümce var: “Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.” Bu tümceyle BOP’ un amacı özetlenmekte.
            “Yeni bir Türkiye” ile anlatılmak istenen bölünmüş, Cumhuriyet’ten uzaklaşmış, Ortadoğu’nun sorunlarına daha çok bulaşmış bir Türkiye’dir. Bölücülüğün, insan öldürmenin, sağı solu bombalamanın kutsandığı “yeni bir Türkiye”dir anlatılmak istenen.
            “Yeni bir Ortadoğu” sözüyle de BOP kapsamında bölünmüş parçalanmış, etnik kavgaların, mezhep boğazlaşmalarının olduğu; Ortaçağ değerlerinin geçerli duruma geldiği bir coğrafya tanımlanmakta. Bugün bölgemize baktığımızda İslam coğrafyasının nasıl bir uçuruma yuvarlandığını görürüz. Sınırların Washington’da çizildiği, güvenliğin(!) Pentagon’da planlandığı, ekonominin sıcak para komisyoncularınca yönlendirildiği, dış ilişkilerin NATO şemsiyesi altında sürdürüldüğü bir Ortadoğu’dur AKP ile PKK’nın istediği.
            “Yeni bir gelecek”le anlatılmak istenen bölünmüş, parçalanmış, çağdaş değerlerden uzaklaşmış bir Türkiye ve Ortadoğu’dur. Türkiye’nin bölünerek emperyalizmin boyunduruğuna girmesi, Ortadoğu’daki tüm halkaları da tutsaklaştıracaktır. Burada sözü edilen “gelecek” Türkiye ve Ortadoğu için cehennemi yaşamaktır. Oysa Ortadoğu cennetinin anahtarı Türk Ulusunun elinde.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz ve Fransızlarca masa başında cetvelle çizilen sınırlarla sorunlara, çatışmalara teslim edilen Ortadoğu’nun yeni bölünmeleri kaldıracak gücü yoktur. Yeni bölünmeler, yeni düşmanlıklar demek.
Marifet bölünmekte değil, birlikte olmaktadır. Demokrasi de birlikte yaşamakla gerçekleşir. Düşmanlıkların olduğu topraklarda demokrasi de barış da olmaz. Hele insan haklarından hiç söz edilemez.
Türkiye ve Ortadoğu’nun demokrasi, barış, insan hakları, gönençli ve birlikte bir yaşam için Atatürk’te birleşmesi gerek. Bu topraklardan emperyalizmin ayağı kesilmeden kimseye huzur yok!
                                               Adil HACIÖMEROĞLU
                                               25 Mart 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.

ABD İSTİYOR, AKP-PKK UYGULUYOR 3



            Bölücü başının 21 Mart iletisinde: “İçinde doğduğumuz çaresizliğe, bilgisizliğe, köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele her türlü dayatmaya karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçlıyordu.” tümcesi ilgi çekicidir.
            Eğer Öcalan’ın doğduğu topraklarda bir kölelik düzeni varsa o da feodalizmdir. Aşiretlerin keskin feodal kuralları, bu düzende yaşayan insanları köleleştirmekte. Uygar bir dünyada feodal kurumların, ilişkilerin ne işi var? PKK, feodal kurumlara karşı başkaldırmadı, feodal düzeni yıkmak için çabalayan Cumhuriyet’e karşı savaş açtı. Bu savaşta birçok aşiret liderini de saflarına aldı.
            Öcalan, “kişisel isyanım” diyerek PKK hareketinin kendisi demek olduğunu vurgulamakta. Açılımda da asıl amacı kendi geleceğini kurtarmak. Kürtlerin geleceği pek de umurunda değil. Kişisel çıkarı yerine temsilcisi olduğunu iddia ettiği etnik grubun geleceğini düşünen biri, bu kadar çizgi ve saf değiştirmez. Paçayı kurtarmak için umulmadık ittifaklar kuruyor, bu süreçte de Kürtleri ateşe sürüyor.
            Yukarıdaki tümcede “bilinç, anlayış, ruh oluşturmakla” anlatılmak istenen nedir? Anlatılmak istenen etnik Kürt milliyetçiliğinin oluşturulmasıdır. Bu etnik milliyetçilik kendi dışındaki millet ve milliyetlere nefretle düşmanlıkla bakan bir öz taşımakta. Feodal kültürle kan davalarıyla yoğrulan ve beslenen bir etnik şovenizmden başka ne beklenir?
            PKK’yı barış güvercini gören ve göstermek isteyenlerin bu iletiyi iyi okuyup anlamaları gerek öncelikle.
“Bizim kavgamız hiçbir ırka, dine, mezhebe veya gruba karşı olmamıştır, olamaz. Bizim kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı olmuştur.” PKK-AKP’nin ortak kavgası çağdaş cumhuriyet değerlerine karşıdır. “Türk” sözcüğüne karşı PKK tabanının olağanüstü tepkisel davranmasının nedeni nedir? Kavganız, hiçbir ırka karşı değilse PKK’lılar, “Türk” sözcüğünü duyunca neden alevleniyorlar?
Kürtlerin yaşadığı coğrafyada bilgisizliğin yok edilmesi için neden savaş vermiyor PKK? Okulları yakarak, öğretmenleri öldürerek bilgisizlik yok edilir mi? Töre cinayetlerinin azalması, berdelin yok edilmesi için kılınızı kıpırdattınız mı bugüne kadar?
“Her tür haksızlığa” karşı mücadele ettiğini söylemekte terör örgütünün lideri. Haksızlığa karşı mücadele ediyorsan, bugüne kadar örgüt içi infazların ne kadar olduğunu açıkla da herkes öğrensin.
AKP de PKK da masum istekler, sözlerle halkın duygularını sömürmekteler. Kendilerini ezilmiş ve horlanmış göstermekte mahirler. Ezen kim? Onlara göre Laik Cumhuriyet. Sömürü düzenini oluşturan, özgürlüğümüzü yok eden emperyalizme ve beynimizi kör cehalete tutsak eden feodalizme karşı bir tek söz söylemezler, söyleyemezler. Çünkü beslendikleri bataklık, emperyalizmin ve feodalizmin çöplüğüdür. Efendileri ABD, besin kaynakları Ortaçağ karanlığı… Dillerinin tutukluğu da bundandır.
                                                           Adil HACIÖMEROĞLU
                                                           24 Mart 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.



ABD İSTİYOR, AKP-PKK UYGULUYOR 2



            Bu yazı dizisinin birinci bölümünde bölücü başının 21 Mart’ta okunan sözde barış bildirisini genel hatlarıyla değerlendirdik. Şimdi de yazının içeriğini ayrıntılı bir biçimde ele alacağız.
            “Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve Dicle nehir vadilerine; kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy ve şehir uygarlıklarına analık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere selam olsun...(İletideki anlatım bozuklukları ayrı bir yazı konusudur.)” Öcalan, iletisinin ilk bölümünde bu sözlere yer vermekte. Bakıldığında masum gibi görünen bu anlatımla terör örgütü lideri, Büyük Kürdistan’ın coğrafi sınırlarını çiziyor. İran’dan başlayıp Toroslara dayanan, Mezopotamya’yı içine alan geniş bir coğrafya tanımlanmakta burada. Yine bu sözlerle tarihsel dayanakları, kökleri de açıklamakta. Tanımlanan coğrafyada yaşamış tüm eski uygarlıkların devamı olarak görmekte kendilerini.
Kısaca bu sözlerle hem tarihsel geçmişten hem de gerçekleştirilecek bir ülküden söz etmekte bölücü başı. 21 Mart iletisini hayra yoranlar, birlikte yaşama isteğinin dile getirildiğini söyleyenler anlayana kadar okumalı bu satırları.
Öcalan, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Son iki yüz yıllık fetih savaşları batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve inkârcı anlayışlar, Arabî, Türkî, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara suni problemlere gark etmeye çalışmıştır.” Öncelikle son iki yüzyıldır sözü edilen topraklarda fetih savaşları yapılmadı. Osmanlı’nın çöküşü, petrolün keşfedilmesiyle bu topraklar emperyalizmin öncelikli paylaşım alanı oldu bu süreçte. Emperyalizmin Ortadoğu topraklarına göz dikmesine koşut olarak Kürt isyanları da başladı. Emperyalist ülkelerin petrol kokusunu almasıyla Kürtlerin ulusal uyanışı(?) rastlantısal bir durum olmasa gerek.
Emperyalist işgal ve sömürü düzenine dünyadaki ilk başkaldırı da bu topraklardan geldi. Türk Kurtuluş Savaşı emperyalizmin “Böl, parçala, yönet!” politikasına Karşı bir utkudur. Emperyalizmin bölmek istediği Türkiye’yi Atatürk birleştirdi. Arap coğrafyasında cetvelle çizilen sınırlar varsa bunun nedeni Arapların emperyalizme karşı bir kurtuluş mücadelesi verememeleridir. Onların bir Mustafa Kemal Atatürklerinin olmayışı, bugün çekilen sıkıntıların da nedenidir. Öcalan “sanal sınırlar” sözüyle Büyük Kürdistan’ın parçalı durumundan söz etmekte.
Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı üzere AKP ve PKK Ortadoğu’daki ulus devletleri yıkmak için anlaşmışlar. Onlara BOP kapsamında ABD’den görev verilmiş, onlarda görevlerinin gereğini yerine getirmekteler.
Ortadoğu’daki Türk, Arap, Fars ulus devletlerinin parçalanıp yıkılması, sınırların değişmesi emperyalizmin amacıdır. ABD; Ortadoğu’da Türkü, Arap’ı, Fars’ı, Kürt’ü, Ermeni’yi, Süryani’yi, Asurî’yi… sevmiyor. ABD petrolü ve petrolden kazanacağı dolarları seviyor. BOP gereğince bölgemizde oluşan çatışmalar, ölen insanlar Amerikalıların umurunda değil. Onun istediği şey: petrol, petrol, petrol…
BOP’un uygulanması, Ortadoğu’ya kan, gözyaşı ve düşmanlıklar getiriyor. Tıpkı, Irak, Libya, Suriye’de olduğu gibi. Yeni ayrışmaların sınır değişikliklerini zorlayan isteklerin yeni kan gölleri yaratacağı kesindir. Bu anlayışla davrananlar barışı kuramaz, yeni savaşların yolunu açarlar.
İşte, Öcalan’ın iletisinden, AKP-PKK uzlaşmasından çıkacak olan sonuç da budur. Sözde barış süreci yeni düşmanlıkların, daha büyük çapta bir terörün temellerini atmakta. Bu aşamada terör yalnızca Türkiye ile sınırlı kalmayacak, komşularımıza da zarar verecek bir konuma gelecek… Bu nedenle buna barış süreci değil; parçalanma, yıkım, gözyaşı süreci demek yerinde olur kanısındayım.
                                               Adil HACIÖMEROĞLU
                                               23 Mart 2013
Not: Yazılarımın tümünü, http://adiladalet.blogspot.com dan okuyabilirsiniz.