TUNCELİ’Yİ BIRAK, SARAYBURNU’NA GEL


Başbakan Davutoğlu, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin Dersim isyanı konusunda söylediği sözlerden çok rahatsız oldu. Özellikle Seyit Rıza’ya “terörist” demesi, Davutoğlu’nun ağırına gitmiş olmalı. Bahçeli’ye “Bu sözlerini Tunceli’de söyleyebilir misin?” dedi başbakan. Bahçeli de Tunceli’ye giderek aynı sözleri orada da söyledi.

Davutoğlu’nun tıpkı ustası RTE gibi iki de bir muhalefet partilerini kışkırtarak bazı illerimize gidemeyeceklerini söylemesi büyük bir kışkırtmadır. Eğer bir muhalefet ya da iktidar lideri Türkiye’nin bir iline özgürce gidemiyorsa bu iktidarın suçudur.

Devlet Bahçeli ve partilileri, Tunceli’ye büyük bir koruma ordusuyla gittiler. Adeta kuş uçurtulmadı. Tıpkı cumhurbaşkanı ve başbakanın ziyaretlerinde olduğu gibi. Güvenlik güçlerinin basireti, Tunceli halkının sağduyulu davranışı büyük olayları önledi.

Bir ülkede seyahat özgürlüğü yoksa demokrasiden söz edilebilir mi? Türkiye’nin bazı illerine etnik kökenleri ya da görüşleri farklı yurttaşlar, gidemiyorsa bunun sorumlusu iktidardır. Bazı illerimizde hükümet, kamu güvenliğini neredeyse tamamen bölücü örgüte terk etmişse bunun sorumlusu başbakandır.

Bahçeli’nin Tunceli’ye gitmesi, Davutoğlu’nu tatmin etmemişe benziyor. Bu kez Hakkâri’ye gitmesini istiyor MHP Genel başkanından. Anlaşılacağı üzere kışkırtma tüm hızıyla sürdürülmekte başbakanca.

Bizim de yurttaş olarak başbakan ve ustası RTE’den bir isteğimiz var. Binlerce kişiden oluşan koruma ordusu olamadan Taksim Meydanı’nda yürüyebilir misiniz? Koruma ordunuz olmadan Boğaz’da ya da İstanbul’un herhangi bir yerinde bir öğün yemek yiyip çay içebilir misiniz?

RTE ve Davutoğlu’ndan isteğimiz yalnızca İstanbul’la ilgili değil. Ankara’da sabahleyin koruma ordunuz olmadan konutunuza en yakın fırından ekmek almaya gidebilir misiniz?

İzmir’de Kordonboyu’nda eşlerinizle el ele tutuşup gezebilir misiniz?

Koruma ordunuz olmadan Türkiye’nin her hangi bir parkında, kahvehanesinde ya da meydanında partinizin politikalarını beş dakika savunabilir misiniz?

Büyük illeri geçtim. En çok oy aldığınız illerde korumasız dolaşabilir misiniz özgürce? Erdoğan memleketi Rize’de, doğup büyüdüğü Kasımpaşa’da korumasız sokağa çıkabilir mi?

Ey Davutoğlu, sen memleketin Konya’da Mevlana Müzesine yürüyerek gidebilir misin? Hodri meydan! Kışkırtmayı bırakın da neden sokağa çıkarken koruma ordusuna gerek duyduğunuzu açıklayın. Üstelik her geçen gün koruma ordunuz büyümekte. Acaba neden?

Erdoğan ve Davutoğlu’na çağrımdır. Gelin, Sarayburnu’nda oturup çay içelim Boğaz’ın, Haliç’in, Marmara’nın eşsiz güzelliğini seyrederek. Üstelik Atatürk’ün saraylara sırtını dönüp Anadolu’ya baktığı heykeli de var orada.

Korkmayın çaylar benden... Helalinden kazandığım emekli maaşımdan ödeyeceğim çay paralarını. Hadi, buyurun!
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           30 Kasım 2014




KIŞKIRTICIDAN CUMHURBAŞKANI OLUR MU?


Ali İsmail Korkmaz... Haziran Direnişi’nde polis ve esnaflarca dövülerek öldürülen bir genç, bir ana kuzusu... Günlerce komada yattı hastanede.

Ali İsmail öldükten sonra kamera görüntüleri çıktı ortaya. O görüntüleri izlerken insan yürekler isyan etmekte vahşete. Koca koca adamlar, yere düşmüş gencecik bir bedeni tekmelemekte hunharca. Kaçmaya çalışan Ali İsmail’i sopalı vahşilerin darbeleri yere indirilmekte.

Dünyanın her yerinde iktidarlar protesto edilir. Yeryüzünün her köşesinde halk, haksızlığa uğradığında alanlara çıkıp sesini duyurmak ister. Demokratik yönetimler, bu seslere kulak verir. Halkın isteklerini yerine getirmeye çalışır. Bunlar olmayacaksa demokrasinin bir anlamı kalır mı?

Peki, neden bu vahşet? Öncelikle Türkiye’de demokrasi yok! AKP, bir diktatörlük yönetimi kurdu. RTE, liderlik görevini Tanrı’dan aldığını düşünmekte. Kendisine karşı gelenleri darbeci ya da terörist olarak görmekte. RTE ve AKP yönetimi Atatürk’e, Cumhuriyet’e, anayasaya, halka karşı suç işlediklerinin farkındalar. Bunun için de koltuklarını tehlikeye düşürecek en küçük demokratik hareketler bile ödlerini koparmakta. Başta RTE olmak üzere AKP yöneticilerinin tümü iktidardan uzaklaştıklarında yargılanacaklarını çok iyi bilmekteler.

RTE ve AKP yöneticileri, Haziran Direnişi’ni darbe girişimi olarak gösterdiler kamuoyuna. Neden mi? Uyguladıkları şiddete haklılık kazandırmak için. Haziran 2013’te birçok kişi öldü ya da sakat kaldı. Tabi, öldürme ve yaralamaların bir sorumlusu olacak. Sorumlular kim? Başta o günün başbakanı, hükümet ve aşırı şiddet uygulayan kolluk güçleri. Halkın sokağa çıkmasına “Darbe!” dersin, hem halk nezdinde destek bulursun hem de acımazlığını örtbas edersin aklınca.

RTE, Haziran Direnişi’nin başından beri halkın bir bölümünü kışkırttı. “Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz.” diyerek eşi benzeri görülmemiş bir kışkırtma örneği gösterdi.

“Polislerin destan yazdığını” söyleyerek polisi kışkırtıp şiddeti tırmandırdı zamanın başbakanı.

Haziran Direnişi’nde RTE’nin kahramanlarınca(!) öldürülen gençleri her fırsatta kötüledi zamanın başbakanı. Yüreği yanık ailelerin acılarına acı kattı. Çoğu zaman kışkırtıcı davranarak halkı bölmeye çalıştı.

26 Kasım 2014 günü Ali İsmail’i öldürenler yargıç karşısındaydı. Öldürme olayının sorumlusu olan polis memuru: “Bu ülkenin cumhurbaşkanı, Gezi darbedir, diyor. Ben darbenin bastırılmasında görev aldım.” diyerek kendini savunmakta. Bu polisin aslında satır arasında söylediği şudur: “Beni ve benim gibi saldırganları kışkırtan zamanın başbakanı ve bugününün cumhurbaşkanı olan kişidir. Yani RTE’dir.” Bu nedenle Haziran Direnişi’nde öldürülen tüm demokrasi şehitlerinin davalarında RTE, azmettirici olarak dava dosyalarına dahil edilmeli.

Ali İsmail’in davasının görüldüğü gün RTE: “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hâkimdir.” diyerek esnafı kışkırtma işini sürdürmüştür. Hem de Ali İsmail’e saldıran esnaftan bazı kişilerin yargılandığı bir günde.

Her fırsatta kışkırtıcılık yapan, yurttaşlarının bir kısmına düşmanlık güden, milletin birliğin temsil etmesi gerekirken kendi siyasal görüşünden olmayanları dışlayan, halkın arasına kin ve nefret tohumları eken birinden cumhurbaşkanı olmaz. Böyle yaparak hem anayasayı ihlal etmekte hem de yeminine sadık kalmamakta. Bu nedenle işgal ettiği koltuktan kalkmalıdır.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               27 Kasım 2014
                                              





ARINÇ’LA APO’NUN İTİBARI


Hükümetin Ağlamaktan Sorumlu Bakanı Arınç, HDP Genel Başkanı Demirtaş’a. “Siz kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan’ı itibarsız hale getirmek istiyorsunuz?” demekte.

Allah’ın işine bakın! Türkiye’yi temsil eden bir bakan, kalkıp dünyanın en büyük eli kanlı teröristinin itibarını savunuyor. Yahu, sen hükümet sözcüsü müsün, yoksa Öcalan’ın mı?

“MİT’in bu görüşmeleri yaptığı bilindiği halde onun taleplerinin dışında birtakım şeyler ileri sürmek suretiyle Öcalan’ı da zor duruma düşürdüğünüzü bilmiyorsunuz.” diye uyarmakta Demirtaş’ı Arınç. Bölücübaşının zor durumda kalmasını dert etmiş kendine Ağlak Bakan. Dostluk dediğinde böyle olmalı... Dostun zor durumda kaldığında onun imdadına yetişmek değil midir dostluk? İşte, Arınç da öyle yapıyor. Dostu zor durumda kalmasın diye, önceden uyarıyor bölücübaşının çevresindekileri.

Ağlak Bakan, Demirtaş’ın bir buçuk ay boyunca nerede olduğunu sormakta. Niye sorup merak ettiriyorsun kamuoyunu? Nerede olduğunu söyle de bilelim. Sen bakan değil misin?

AKP, açılım üstüne açılım yaparak iyi açıldı. Açıla açıla bölücübaşını savunarak onun sözcülüğünü yapma noktasına geldiler. Ağlak Bakanın bu sözleri suçtur. Çünkü bu sözlerde suçluya övgü var.

Kırk bine yakın kişinin ölümünden sorumlu bir terörist başının itibarı, olsa olsa onu savunan Ağlak Bakanınki kadardır.

Ey Arınç, Türk Milleti seni o koltuğa kendi haklarını savun diye oturttu. Unutma, sen milletin vekilisin, Öcalan’ın değil.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           26 Kasım 2014

ERBİL’DE NE İŞİN VAR?

                                               
Başbakan Davutoğlu, Irak’a gitti. Orada Irak yöneticileriyle görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler normaldir. Çünkü devletlerarası ilişkiler çerçevesinde olması gereken budur.

Davutoğlu, Bağdat’tan sonra Erbil’e gitti. Peki, neden? Erbil, Irak’ın bir kenti değil mi? Eğer Irak’ın bir kentini ziyaret edeceksen kimle gitmen gerek oraya? Tabi ki Iraklı yöneticilerle...

Davutoğlu’nu, Erbil’de Barzanistan’ın başbakanı Neçirvan Barzani karşıladı. Sonrasında Mesut Barzani’nin ayağına gitti Ahmet Bey. Anlaşılacağı üzere Erbil’de devlet protokolü uygulandı tam tamına. Türkiye’nin kırmızı çizgisi olan bir konuda Davutoğlu’nun aymazlığına bakın! Barzanistan’ı devlet olarak tanımış oluyor bu protokol kurallarına sessiz sedasız uyarak.

Davutoğlu, Erbil’de oldubittiyle karşılaştım, diyemez. Çünkü bu tür ziyaretlerde önceden programlar yapılır. İki taraf da programı onaylar. Her şey saati saatine bellidir.

Peki, Barzanistan’ın tanınması ne demektir? Türkiye’nin bölünmesine gidecek bir süreci onaylamaktır. Türkiye’nin başbakanlık orununda oturan biri, yaptığı çocukça ya da bilinçli bir şirinlikle kendi ülkesinin altına dinamit koymakta. İkinci İsrail’in kuruluşunun yolunun taşlarını döşemekte açıktan açığa.

“Ağacın kurdu içindedir.” derler. Kurt, ağacın içini kemirdi, dışarıya çıktı. Gizlisi, saklısı yok artık. Ağacın köküne balta vurmaktalar açıktan açığa.

AKP, şaşkın ördek gibi... Suya neresinden dalacağı belli değil. Dış politikayı, ülke güvenliğini, ulusun birliğini parti çıkarlarına kurban ettiler bir kez. Pusulaları şaştı bir kere. Ne yapacaklarını bilmez durumda dış ilişkilerde sağa sola dalmaktalar bilisizce. İlkesizlik çukurunda debeleniştir bu.

Devlet ve millet çıkarları mı? AKP’nin kapısına uğramaz bunlar...

Ey Davutoğlu, söyle bakalım senin ne işin var Erbil’de. Kim söyledi sana oraya gitmeni? Partine oy veren bir yurttaşa, oraya gitmeden önce sorsaydın, o bile sana “Erbil’de ne işin var?” derdi. Evet, ne işin vardı orada? Bir aşiret reisinin ayağına gitmek yakıştı mı sana?
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           25 Kasım 2014

UTANIN, BİR DEĞİL, BİN KEZ UTANIN!

                                   
Günlerdir madende kalan oğullarını beklediler. Bir umut...

Bir mucize olur belki diye günlerce ayrılmadılar oğullarının ekmek kapısından. Aslında oğullarının sağ çıkamayacağını herkes gibi, onlar da biliyorlardı. Ama dedik ya... Bir umut...

Ayşe ve Recep Gökçe çifti... İkisi de yetmiş beşinde... İlerlemiş yaşlarına karşın yaşama dört elle sarılmışlar.

Ayşe Gökçe “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sözüyle Ermenek faciasının simgesi oldu.

Nihayet oğullarının cansız bedenine ulaşıldı Gökçe çiftinin. Kara gün bu... Recep Dede, başsağlığı dileklerini kabul etmekte... Eş dost toplandı saf tutuldu cenaze namazı için. Bir şey oradakilerin dikkatini çekiyor. Recep Dede’nin ayağındaki kara lastikler yırtık. Yırtık değil, paramparça... Gazeteciler fotoğraflıyor, kameramanlar çekiyor bu durumu. Türkiye ağlıyor Recep Dede’ye. Yer gök ağlıyor. İnsanların yürekleri, tıpkı Recep Dede’nin lastik ayakkabıları gibi paramparça oluyor. Kan ağlıyor bir millet...

Devletliler mi? Onlar resmiyetini korumalı her durumda. Soğukkanlılıklarını da... Devlet görevidir bu, duygusallık kabul etmez. Lastik ayakkabı eskimişse alırsın yenisini gönderirsin Recep Dede’ye. Ne olacak şunun şurasında yedi buçuk lira çifti...

Gökçe çiftinin evlerinin içinde tuvalet yok! Tuvalet dışarıda. Banyo yok! Yoksulluk diz boyu...

“Bana söylediler. ‘İhtiyacın varsa bize söyle.’derler. ‘Tamam, söylerim.’ derim. Ama yine de söylemem. Ayıp olur, telaşe olur. Yaşım genç. Aylığımı aldığımda ayakkabıyı alırım. ‘Paran yoksa para verelim.’ derler. ‘Param var.’ derim ıstırabımdan. (Habertürk Gazetesi, 20.11. 2014)” Bu sözler, Recep Gökçe’ye ait.

“Param yok, param olsa bu ayakkabılarla gezer miyim herkesin içinde? ‘Elindeki lastiği atıver.’ derler. ‘Atarım ben, siz karışmayın.’ derim. Elin kadar ben alamadım mı? Elin kadar ben giyemedim mi? Param yok alamadım. Dişlerim yok! Eşimin de benim de dişlerim tükendi. Doktora yaptıracağımız dişler ‘Tutar mı, tutmaz mı?’ diye sorduk. Yoksulluk nedeniyle gidip taktıramadık. Eğer orada param olsaydı, hemen taktıracaktım. (Habertürk)” diye sürdürmekte sözlerini Recep Dede.

Herkes okuyup belleğine yazsın Recep Dede’nin yukarıdaki sözlerini. Kokuşmuş düzende, tüm olumsuzluklara, acılara karşın bir insanın nasıl dimdik durduğunu, onurlu yaşayabildiğini anlamak için okunmalı bu sözler. Üç kuruş için bin takla atanlar okumalı. Birkaç kuruş için onurunu beş paralık edenler okumalı bu sözleri. Hem de döne döne...

Torunları Recep ve Duygu ile gelinine sahip çıkmak için çalışacağını, onları kimseye muhtaç etmeyeceğini, oğlunun mezarını yaptırıp borçları varsa ödeyeceğini vurgulamakta Recep Gökçe.

Recep Dede bir örnek adam. Özellikle yeni yetişen kuşakların örmek alması gerek. Türkiye’de on binlerce Recep Dede var. Devlete de borcu olamaz, çarşıya pazara da. Asi de olmaz, terörist de. Her şeye karşın yasalar, içinde yaşadığı topluma saygılıdır Recep Dedeler...

Örnektir Recep Gökçe herkese. Ders kitaplarına girmelidir yaşamı, düşünceleri.

Recep Dede’den öğrenmeli dini-darlar İslam’ı.

Recep Dede’den öğrenmeli adamlığı da insanlığı da kamu mallarını talan eden soysuzluk paçavraları.

Recep Dede’den öğrenmeli yurttaş olmanın erdemlerini ABD’den rol bekleyen terörist beslemeler.

Recep Dede’den öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki...

Ey siyasetçiler, emeksiz yemek için kırk kapıya mandal olanlar...

Ey rüzgara göre yön, mevsime göre renk değiştirenler...

Ey yetim hakkı yemekten karnı şişenler...

Ey yüreği taşlaşan insansılar...

Duyun, işitin Recep Gökçe’yi. Duyun, işitin de utanın, bir değil, bin kez utanın! Eğer utanacak bir yüzünüz varsa tabi ki.... Taşlaşmış yüreklerinizin kan pompalamadığı yüzünüzün kızarmayacağını biliyorum. Ama Recep Dede’nin yüreğinde yanan insanlık ateşinin binlerce kişiyi ısıtacağını da anlamaktayım.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               20 Kasım 2014


KOCA YÜREKLİ BİR ADAM, ALİ DAL

                                   
Ali Dal... Koca yürekli bir adam... Fransa’da sıvacılık yapan Afyonlu gurbetçi bir işçi... Emeğiyle, alınteriyle geçinen biri... Bundan da anlaşılacağı üzere karnını helal lokmayla doyuran adam gibi bir adam... Kocaman yüreği vatan sevgisiyle dolu...

Ali Dal, geçen ay Diyarbakır’da teröristlerce şehit edilen Astsubay Necdet Aydoğdu’nun acısını uzak diyarlarda yüreğinde duyumsadı. Şehidin baba ocağının dramını izledi televizyonlardan. Ünye’deki dışı sıvasız derme çatma ev Sayın Dal’ın yüreğinin yaktı kavurdu.

Şehit Aydoğdu’nun hamile eşinin acısını kendi yüreğinde hissetti. Doğacak şehit çocuğunu bekleyen yoksulluk, Ali Dal’ı kahretti. Bin bir emekle Eskişehir’de sahip olduğu evi, şehidin eşi Esra Aydoğdu’ya vermeyi kararlaştırdılar ailecek. Bu nedenle yurda dönüp girişimlere başladılar.  Esra Aydoğdu, evi kendisinin değil de doğacak çocuğunun adına kabul edebileceğini söyledi. Esra Hanım’ın bu tavrı da örnek olmalı herkese.

“Sabah işe gittim. Telefonuma mesajlar geliyor. Türkiye’de ne oluyor diye. Şehidimizin baba evini gördüm, durulacak gibi değil. (...) Sıfır evimi, mezara mı götüreceğim ben? Senede bir kere gelip üç dört gün kalıyorum. Çocuklarımla düşündüm, şehidimin ailesine bağışladım. Allah bana bir daha verir. Önemli olan birlik beraberlik. Şehit, bizim şehidimiz; başkasının şehidi değil. Yanan bizim yüreklerimiz. Hepimizin kenetlenme zamanı. Avrupa’da birlik beraberlik içindeyiz. Köylü çocuğuyum ben. (...) Birlik olursak yüz tane Türkiye yaparız biz. Şehidimize sahip çıkalım. Biz evde yatarken onlar dağda geziyorlar.” demekte koca yürekli adam. Bu sözler herkese örnek olmalı. Dünya malına tamah eden, doymak bilmeyen, açgözlü kişiler bu sözleri döne döne okusunlar. Okusunlar ki belki yitirdikleri insanlıklarını anımsarlar.

Türkiye’de iktidarı ve muhalefetiyle söylenmeyeni gurbetçi Ali Dal söylüyor. Acı gerçeği herkesin yüzüne çarpıyor. Yüreğinde azıcık insanlık ve yurt sevgisi olan anlar. Ancak sol memesinin altı taşlaşmış kişiler için bir anlam ifade etmez Ali Dal’ın sözleri.

Şehit ve gazisine değer vermeyen toplumların varlığını sürdürmesi olanaklı mıdır? Şehit ailelerini yoksulluğa terk edenler, gazileri süründürenlerin yüzü kızarsın. Yüzleri kızarsın da Ali Dal’dan az da olsa insanlık, vatanseverlik öğrensinler. Tabi, kızaracak bir yüzleri varsa...

Türkiye’nin dağını, taşını, deresini, madenini, kurdunu, kuşunu, böceğini yağmalayanlar... Kefenlerine cep dikenler... Dizi dizi mülk edinenler... Afyonlu Ali Dal’dan insanlık öğrenin insanlık. Vatanseverlik nasıl olurmuş öğrenin ondan.

Ali Dal, örnek bir iş yaptı. Yediden yetmişe tüm Türkiye’ye bir ders verdi. Bu özverili, yurtsever Türk evladıyla ne kadar gurur duysak azdır.
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               19 Kasım 2014

ABD ÇUVALINDAN ÇIKAMAYANLAR

                                    
TGB’Lİ gençler, Eminönü’nde ABD askerlerinin başına çuval geçirdi. Tıpkı 68’lilerin Conileri, Dolmabahçe’den denize attıkları gibi.

TGB’liler, çuvalı ABD askerinin başına geçirmeden önce demokratik haklarını kullandıklarını açık bir dille söylediler onlara. Çuval geçirme eylemi sırasında, Conilerin üzerlerine atılan kırmızı boya ise ABD’nin döktüğü masum insanların kanlarını simgelemekte.

TGB eylemi sırasında vurma, yaralama, cam çerçeve kırma yok. Ellerinde delici, kesici, yakıcı, yaralayıcı, öldürücü alet ya da silah bulunmamakta. Bundan da anlaşılacağı üzere eylem tamamen demokratik çerçevede gerçekleşti.

TGB eylemine ne yazık ki Türkiye’de bazı kurum ve kişiler karşı çıktılar. AKP hükümetinin dışişlerinin bu işten üzüntü duyması doğaldır. Çünkü liderleri BOP eşbaşkanıdır. Eminönü’ndeki çuval eyleminin ABD’li dostlarını rahatsız ettiğinden kendileri de rahatsızdır.

Kendini devrimci, solcu sayan bazı kişilerin çuval eylemine türlü nedenlerle karşı çıkmaları anlaşılamaz. Hem devrimciyim, solcuyum diyeceksin hem de ABD emperyalizmine karşı yapılan bir eylemi yadırgayacaksın. Böyle şey olmaz. Devrimciliğin, solculuğun ilk koşulu emperyalizme karşı çıkmaktır. Emperyalizmin sömürüsüne, kan dökücülüğüne “Dur!” demektir görevin.

Neymiş efendim, ABD askerleri konuğumuzmuş. Onlar sivil giyimli ve silahsızmış. ABD güdümlü Cemaat’in komplosuyla Silivri’de en güzel yıllarını geçirmiş bir gazeteci ise bu askerlerin “halk çocuğu” olduğunu söylemiş.

O halk çocuğu, konuk dediğiniz kişiler Irak’ta bir milyon kişiyi gözünü kırpmadan öldürenler. Afganistan’da binlerce sivili elleri titremeden mezara gömenler. Vietnam’da ölüm kusan silahları kimler ateşliyordu sivillerin üstüne. Japonya’ya atom bombasını atan havacılar, Amerikan tröstlerinin yöneticileri miydi? Türk askerine PKK’nın pusu kurması için destek verenler sizin konuk halk çocuklarınız.

Halk çocuğu, konuk dediğiniz kişiler işgal ettikleri yerlerde kadınlara vahşice tecavüz edenler değil mi?

Dünyaya kan kusan ABD ordusunda holding patronlarının çocuklarının savaşacaklarını mı sanıyordunuz? Elbette paralı askerlerden oluşacak emperyalist ordu. Yurdumuzu işgale yeltenen Yunan ordusunda kimler tetiğe basıyordu. Çanakkale’de ölüm kusan emperyalist ordularda görev yapan Anzaklar, Gurkalar, Senegalliler halk çocukları değil miydi? Suriye’yi, Libya’yı kana bulayanlar kimler? O askerler halk çocuğuysa ezilenlerden yana iseler dünyanın en saldırgan ordusunda ne işleri var?

Bazı dostlarımızın, çok güvendikleri kişilerin TGB eylemine karşı çıkışları karşısında hayal kırıklığına uğradıklarını üzülerek görmekteyiz. Bu dostlarımıza, yoldaşlarını seçerken iki şeye dikkat etmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Birincisi, devrimci dediğin adam emperyalizme karşı olacak. İkincisi ise Cumhuriyet değerlerini “ama” demeden savunacak, onlardan her türlü ödün verilmesine karşı çıkacak. Bu kadarı yeterli mi? Hayır...

Devrimci, solcu dediğimiz kişi, emperyalizmle iş tutanlarla kol kola girmeyecek. Cumhuriyet devrimlerinin yok edilmesine göz yuman, zaman zaman destek olan kişilerle yol arkadaşlığı yapmayacak. Halkın çıkarlarını, koltuk sevdasından üstün tutmalı devrimci kişi.

Eminönü’ndeki eylem, ABD’yi çok rahatsız etti. Açıklama üstüne açıklama yaptılar. Bu demektir ki Conilerin başına çuval geçirme eylemi amacına ulaşmış, doğru bir eylemdir.

TGB’li gençleri bu eylemlerinden ötürü kutlamak, onlara saygı duymak her yurtseverin görevi. Dünyaya küreselcilerin penceresinden bakanlar, ABD çuvalından çıkamayanların bu tür eylemleri anlamaları olanaksız. Dünyayı iyi görmek için çuvaldan çıkmalı, güneşin aydınlığının nasıl ışıldadığını duyumsamalı. Olaylara emperyalistlerin karanlık penceresinden bakanlar aydınlığı göremezler. Aydınlığı, halkların devrimci birikimini görmek için Atatürk penceresinden bakmalı her şeye. İşte, o zaman anlarız ak koyunla kara koyunu...
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           18 Kasım 2014

SİFON


Epeyce oldu sanırım. Bir yakınım yürek damarları için ameliyat olacaktı İstanbul’a komşu bir kentte. Sabahleyin erkenden sayrıevine gittim. Ameliyata girmeden önce az da olsa söyleştik. Gözlerinde korkunun zerresi yoktu. Yaşama tutkusu her şeyin önüne geçmişti birden.

Yakınımı deneyimli sağlık çalışanlarının güvenli ellerine teslim ettikten sonra beklemeye başladık. İnsanlık hali... Ayakyoluna gitme gereksinimim doğdu. Sayrıevinin giriş katındaki ayakyoluna yöneldim. Tam içeri girerken genç biri çıkıyordu. Klozete yöneldim. O da ne ? Sifon çekilmemiş. Geri döndüm, ellerini yıkama gereksinimi bile duymayan gence: “Sifonu çekmemişsiniz.” dedim.

Genç adam: “Siz çekemiyor musunuz?” diye yanıtladı beni. İşte, insanın kafasının tasını attıran bir yanıt...  Ama ben sinirlenmemeliyim. Hastam var, gerginlik iyi değil. Olumsuz erkeleri kovmalıyım bedenimden ve çevremden. Gayet yumuşak bir dille:

“Bak yakışıklı delikanlı! Tuvaleti siz kirlettiniz. Ben niye sifonu çekip temizleyeyim?” dedim. Genç adam şaşkınca bana baktı. Anlaşılmaz bir yüz ifadesiyle geri dönüp sifonu çekti.

Yukarıda anlattığım olayın benzerleri birçok kişinin başına gelmiştir. Toplumun ortaklaşa kullandığı genel tuvaletlerin birçoğuna girdiğinizde sifonların çekilmediğini görürsünüz çoğu zaman. Tuvalet kâğıtlarının yerlerde süründüğünü, kâğıt havluların sağa sola atıldığını, sıvı sabunun lavaboya ve yerlere akıtıldığını görürüz. Hayret eder, üzülür, tiksiniriz bu durumdan.

Tuvalet temizliği konusunda ne yazık ki özenli olmayan kişi sayısı, hiç de azımsanmayacak kadar çok. Genel tuvaletlerin temizliği konusundaki özensizlik, toplumun farklı sosyoekonomik kesimlerinde benzerlik göstermekte. En lüks eğlence yerlerinde de mahalle ayakyollarında da durum aynı. Cami tuvaletlerinin çoğuna gittiğinizde hayal kırıklığına uğrarsınız.

Giyimine, kuşamına baktığınızda çok temiz olabileceğine inandığımız, süsüne püsüne düşkün kadın ve erkeklerin ayakyolu temizliğinde diğer kişilerden farklı davranmadığını zaman zaman gözlemlemekteyiz.

Ayakyolu temizliğinde eğitim düzeyinin çok fazla fark yaratmadığını görmek çoğu kişiyi üzmekte.

Bugün kullandığımız modern sifonlu tuvaletler, insanoğlunun yüz yıllarca uğraşması sonucunda bulunmuştur. Sifonun keşfedilmediği dönemlerde birçok toplum, insan dışkısından kaynaklanan salgın hastalıklar yüzünden kırıma uğradılar.

Tarihin çok eski dönemlerinden beri insanoğlu, kanalizasyon sistemini kurmak için uğraştı. Sifonlu tuvaletler sayesinde kentler sağlıklı yaşam alanları oldu.

Çok eski yıllardan beri sifon düzenekleri üzerinde çalışmalar oldu dünyanın farklı yerlerinde. Ancak bugün kullandığımız sifonu dolayısıyla modern tuvaleti, on dokuzuncu yüz yılın son çeyreğinde George Jennings, Thomas Crapper ve Thomas Twyford üçlüsü bulmuştur. Bu kişilere, ülkeleri İngiltere’de tesisatçılığın üç silahşoru adı verilmiş haklı olarak. Bu sayede insanoğlu arzuladığı temizliğe kavuşmuş.

Toplumun ortak kullandığı ayakyollarının temizliği konusunda, özensiz olanların evlerinde böyle davrandıklarını sanmıyorum. O zaman neden farklı davranmaktalar? Bir kişi, kendi özel alanına gösterdiği özeni kamu alanında neden göstermez? Ortak kullanım alanlarının temiz tutulması kişinin kendine ve topluma saygısının gereği değil midir?

Yurttaşlarımızın birçoğunun ayakyolu temizliğindeki duyarsızlığın nedeni nedir? Bence bunun nedeni toplumsal sorumluluk duygusunun zayıflığıdır. Biraz düşüncesizlik tabi ki... Kirlettiğiniz bir yer başkalarını etkilediği gibi sizi de etkiler. Çünkü siz de o kirlettiğiniz yerde yaşamaktasınız. Yerine getirmediğiniz bir sorumluluk nedeniyle de kişilere kötü örnek olmaktasınız.

Kendi dışkısının, küçük suyunun üzerine sifonu çekemeyen biri; toplumun ruhunu, bedenini, bugününü ve yarınını kirleten; cebimizdeki paramızı çalan, özgürlüğümüzü gasp eden yöneticilerden ülkemizi nasıl temizleyecek?
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               16 Kasım 2014 

CHP GENEL MERKEZİNDEKİ MESCİT

                            
YCHP yönetimi, 1930’lu yılların CHP’si ile bağlarını koparmaya karar verdikten sonra ilginç uygulamalara imza atmakta. Öncelikle yıllardır CHP ve Cumhuriyet’e karşıtlığıyla bilinen kişiler üst yönetime getirildi. Parti felsefesi, tarihi ve tabanıyla karşıt görüşteki kişilerin CHP yönetimine getirilmesi seçmenlerde güven bunalımının kaynağını oluşturdu.

CHP Genel Merkezinde mescit açılmış. Niye mi? İhtiyaç varmış. Oysa genel merkezin hemen yanı başında cami var. İnsanlar namaz kılma gereksinimlerini orada rahatça karşılayabilirler.

AKP’nin iktidar olmasıyla mescit modası başladı. Neredeyse tüm devlet dairelerinde mescit var. Hatta özel işyerlerinde bile her geçen gün mescitler çoğalmakta.

Adım başı caminin olduğu bir ülkede bunca mescidin açılmasının nedeni ne? Öncelikle bunun ibadeti gösteriş amacıyla yapmanın etkin olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer neden de iktidara yakın durmanın yolu, mescit açmak.

Peki, CHP neden böyle bir gereksinim duydu? Öteden beri laikliği Türkiye’ye getiren CHP’ye dinsizlik suçlaması yapılmakta Ortaçağ dini-darlarca. Efendim, mescit açılarak bu algıyı yok etmeliymiş CHP.

YCHP yönetimi, mescit açarak dinsizlik suçlamalarını kabul etmiş olmuyor mu? Kabul ettiği için de bir imaj düzenlemesi gereksinimi duyuyor. YCHP yönetimi bilerek ya da bilmeyerek Laik Cumhuriyet savunucularını, dinsizlikle suçlayan Ortaçağ cephesine hak vermiş oluyor bu uygulamayla.

Geçmişte de bugün de CHP kadroları ve seçmeni dine karşı olmamıştır. Dini vecibelerini yerine getirmeye gösterişten uzak olarak başarmıştır. Allah’la aldatma kervanın yolcusu olmamaya özen göstermiştir CHP’liler. Geçmişte CHP, din pazarlayarak yoksul halkın soyulmasına da göz yummamıştı.

CHP Genel Merkezine mescit açarak Kılıçdaroğlu ve ekibi de Allah’la aldatanlar kervanına katılmışlardır.

Ey beceriksiz siyasetçi! Bırak din üzerinden siyaset yapmayı, halkı kandırmayı. Toplumun sorunlarını tartışın. Bu sorunlara çözüm üreterek asıl işinizi yapın.

CHP’nin görevi, Allah’la aldatma kervanına katılmak değil, bu kervanı düzenlerin ipliğini pazara çıkarmaktır. İslam dinini, küresel emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin elinden kurtarmaktır asıl görev. Yoksa AKP’yi taklit etmek değil. CHP, AKP gibi değil; CHP gibi olduğunda, çağdaş değerleri ve emekçilerin haklarını savunduğunda iktidar olur.
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               14 Kasım 2014

BÜYÜKLERİN KARŞISINDA SİGARA İÇİLMEZ!


Gündüzkondunun sakini Erdoğan, Esenler’de koruma ordusuyla dolaşırken bir yeme içme yerinde sigara içenleri görünce çok sinirlendi. Yanında bulunan büyükşehir ve ilçe belediye başkanlarını biraz da azarlarcasına, onlardan zabıtaların olaya müdahale etmelerini istedi.

RTE, sigara içenlere neden bu kadar çok kızdı? Onlar kapalı bir yerde sigara içtikleri için mi suç işlediler Erdoğan’a göre? Hayır! Ne kadar kendisi sigara içenlerin suç işlediklerini söylese de işin gerçek nedeni bu değil.

Sigara içenlerin, oturdukları yerden RTE’nin kendilerine yaklaştığını görmemeleri olanaksız. Çünkü kalabalık bir grupla yürümekte. Çevredeki olağanüstülüğün gözlerden kaçmaması gerek. Evet, buna rağmen yurttaşlar keyiflerine bakıyorlar. Sigaralarını tüttürüyorlar. Oysa RTE’nin istediği bu değil.

Peki, RTE ne bekliyordu sigara içenlerden? Onu görür görmez sigaralarını söndürerek ayağa kalkmalarını... Göstermelik de olsa bir saygı gösterisi beklemekteydi. Ancak olmadı.

RTE, neden sigaraların söndürülmemesini bir saygısızlık olarak anladı? Kendi yetiştiği kültürde büyüklerin yanında sigara içilmez. Büyükler geldiğinde küçükler ayağa kalkar.

İşte, RTE de cumhurbaşkanı olarak kendini herkesin büyüğü olarak görmekte. Kendisini, bir demokratik ülkenin seçilmişi olarak değil de padişahı olarak görmekte. Bu nedenle de her şeyin sahibi olduğunu sanmakta. Bu yüzden de herkesten saygı beklemekte. Bunu bir zorunluluk olarak görmekte.

AOÇ’un ortasına yoksul halkın parasıyla kaçak bin odalı gündüzkondu konduran padişah özentisi birinden daha ne saçmalıklar göreceğiz. Yaşadıkça öğreneceğiz.
                                                   
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               14 Kasım 2014

MEYVE KESEN CEHENNEMLİKTİR


Henüz ilkokula başlamamıştım. Yaz sonuydu. Meyve, mısır, ağaç, ot kokan ılık güz esintileri başlamıştı. Sabahleyin birden fırtına koptu. Akşama doğru yağmur yağdı. Yağmurdan sonra rüzgâr daha da şiddetlendi.

Büyük bir bölümü ahşap olan evimizden çatırtı sesleri yükseliyordu. Rüzgâr, arada sırada çatıdan kiremit fırlatıyordu aşağıya. Evin kuzeyindeki bölümün üst katını örtmekte olan perde adı verilen tahtaları koparmaktaydı fırtına zaman zaman. Kopan perdelerin açıklığından delişmen rüzgâr evin içine dalmaktaydı.

Evin çevresindeki meyve ağaçlarının dalları, camlara çarpıyordu. Rüzgârın uğultusu, ağaçların vınlaması, ev tahtalarının çatırtısı, çatıdan düşen kiremitler korku vermekteydi. O gece çok uzun ve ürkütücü oldu. Komşularımızdan bazıları bizim eve geldiler. Evimizin üst yanında bir yol vardı. Yolun bir bölümü, iki kaya arasından geçen sığınak gibiydi. Burası korunaklı bir alandı. Ağaç devrilse bile buraya sığınanlara zarar vermezdi. Komşularımızla bu doğal korunağa sığındık.

Küçücük bir fener vardı aydınlanmak için. O da rüzgârın şiddetine dayanamayıp söndü. Karanlık gecede fırtına büyüdü, büyüdü... Önüne geleni yiyen, yıkıp deviren bir canavara dönüştü. Bazı ağaçların gövdelerinden gelen çatırtılar acı çığlıklar gibiydi. Kopan büyükçe bir dal parçası başka bir ağacın gövdesine çarparak korkunç bir gürültü çıkarmaktaydı.

Amcam ve babam, rüzgâra meydan okurcasına hızla eve doğru koştular. Ahırdaki inekleri alıp yanımıza getirdiler. Ev yıkılırsa ineklere zarar gelmesini istememişlerdi. İneklerimizle birlikteydik. Köpeğimiz Ç. de yanımızdaydı. Ben, ona sarılmış, kayanın dibindeki hendeğe yatmıştım. Fırtına arttıkça ağlama sesleri çıkarmaktaydı. Rüzgâr, kayaların arasında yitiveriyordu adeta. Eriyen bir cisim gibiydi.

Fırtınanın ara verdiği bir anda yerimden fırladım. Köpeğim de peşimde hızla kümese yöneldim. Hint horozumu kucakladığım gibi koştum sığınağımıza tavukların çığlıkları arasında.

 Büyüklerin kaygıları gecenin karanlığında belli oluyordu. Herkes evinin fırtınaya dayanamayıp yıkılacağını düşünmekteydi. Dualar okunuyordu. Herkes, sabahın olmasının hayır getireceğini düşünmekteydi. Babamın kolunda saat vardı. O yıllarda saat az bulunur bir şeydi. Babam karanlıkta ikide bir saatine bakıyordu. Çoğu zaman da göremiyordu kadranı. Zaman geçmek bilmiyordu.

Geceyi ortasından bölen büyük bir gürültü işittik çatırtılarla. Bir an evin yıkıldığını düşündük. Büyüklerden birkaçı koştu birden. Çocuklara yerlerinden çıkmamaları öğütlendi sıkı sıkı. Az sonra çatırtılı gürültünün nedenini öğrenmiştik. Evimizin alt köşesinde, yani güneybatısında yer alan, dede yadigârı muşmula armudu devrilmişti. Devrilen ağaç evimize yaslanmıştı. Yaslanırken de çatının bir bölümünü yıkmıştı.

Muşmula armudu, yaz sonunda olgunlaşır. Meyvesi, küçüktür hemcinslerine göre. muşmulaya benzediği için bu adı almıştır. Hamken turuncuya çalan sarı renktedir. Olgunlaştıkça rengi açık kahverengiye döner. Ciğerlendiğinde (Daha çok armutların olgunlaştıkça içlerinin koyu kahverengiye dönmesidir.) meyve koyulaşır. Dayanıklıdır. Kokusuna ve lezzetine doyum olmaz.

Muşmula armudu her yıl çok meyve verirdi. Dallar, meyvelerin ağırlığıyla aşağıya doğru sarkardı. Bereketli bir ağaçtı. Meyvesi bitmek tükenmek bilmezdi.

Tam da muşmula armudunun üzüntüsüyle sabahı beklerken büyük bir gürültüyle irkildik. Kayadan kafamızı çıkardığımızda evin üst yanındaki kırmızı eriğimiz yerdeydi. Koca ağaç, komşunun tarlasına yan gelip uzanmıştı. Gecenin karanlığında yapacak bir şey yoktu. Yarı uyanık bir gece son ermekteydi. Tan yeri ağarmaktaydı. Fırtına kesilmişti. Herkes bulunduğu yerden çıktı. Komşularımızla önce yıkılan meyve ağaçları incelendi, ardından çatının hasar gören bölümü. Bizler eve girdik. Kahvaltı hazırlıkları başladı. Babamla amcam komşularımızla gittiler. Onların evlerine bir şey olup olmadığına bakmak için. Onlarda kayda değer bir zarar yoktu.

Kahvaltı çabucak yapıldı. İpler, baltalar, testereler, direkler... hazırlandı. Evin yıkılan bölümü kimsenin umurunda değildi. Öncelik muşmula armuduyla erik ağacındaydı. Muşmula armudunun gövdesi direklerle desteklendi. Ağacın yere yapışması önlendi. Ağacın devrildiği tarafın ters yönünden iplerle bağlandı. Eli, ayağı çabuk genç biri, armut ağacına tırmandı beline ipler bağlıydı. Elinde bir çalakop.

 Uzun ve sağlam ipler, ağacın gövdesine sıkıca bağlanıp aşağıya sarkıtıldı. Ağaçtaki kişi, yukarıdan başlayarak özenle ağacı budadı. Dallar budandıkça ağaç hafifledi. Budama işi bitince genç akrabamız ağaçtan indi. Hep birlikte ağaca bağlanan iplere yapışıldı ağaç yavaşça çekilmeye başlandı. Birkaç güçlü kuvvetli büyüğümüz gövdeden itmeye başladı. Bir yandan da gövdedeki destek direkleri konuma uygun duruma getirildi. Ağaç tamamen doğrultuldu. Direkler, sağlamlaştırılıp sabitlendi. Köklerin üzerindeki gevşemiş toprak berkitildi. Yüzler gülüyordu. Bir meyve ağacını kurtarmanın mutluluğu yüzlerden okunuyordu.

Sıra erik ağacına gelmişti. Erik ağacı budanmadı. Direkler ve iplerle kaldırıldı yattığı yerden. Eriğin yere koşut uzanan büyük dalı ve gövde direklerle desteklendi. Dibindeki toprak sıkıştırıldı.

Meyve ağaçlarını kurtarma çalışması yorucu olmuştu. Çay molası verildi. Demli çay keyifle yudumlandı. Çayın yanında ufak atıştırmalar yapıldı. Sırada çatının yıkılan bölümünün onarımı vardı. Hava kararmadan çatı işi bitti.

Kimsenin usundan ağaçları kesmek geçmedi. Çünkü geleneklerimize göre ağaçları boş yere kesmek günah... Hele meyve ağacını kesmek çok büyük günah... Cehennemlik olur meyve ağacını kesen. Çünkü meyvede insanların olduğu kadar kurdun, kuşun, böceğin, tüm hayvanların hakkı olduğu düşünülür.

Komşularımızın yardımı olmasa işler bu kadar çabuk bitirilemezdi.

Şimdi öyle mi? Dönümlerce zeytin ağacı kesiliyor devlet yöneticilerinin aymazlığıyla. Para hırsı, her şeyin önüne geçmekte. Yüz yıllık ağaçlar kökleniyor arsızca. Hem de dalları meyvelerle doluyken. Soma’nın Yırca köylülerinin ekmeği, aşı olacak zeytinler heba ediliyor açgözlü varsıllarca. Böylelerine halkımızın diliyle seslenelim: Gözünüzü toprak doyursun.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               13 Kasım 2014