HDP’DEN SYRİZA OLUR MU?


Haftalardır özellikle merkez medyanın yazıcıları ve beyazcam bülbülleri HDP’yi parlatma yarışındalar. Onu, solun tek temsilcisi gibi göstermekteler. Sol oyları HDP’ye yöneltmek için olağanüstü bir çabaları var.

Yunanistan’da SYRİZA’nın seçimleri kazanmasından sonra HDP’yi Türkiye’nin SYRİZA’sı, Demirtaş’ı da siyasetin Çipras’ı olarak gösterme seferberliği başladı neredeyse.

Peki, HDP’den SYRİZA, Demirtaş’tan Çipras olur mu?

SYRİZA, etnik milliyetçiliğin kapısından bile geçmez. Yunan Ulusu’nun tümünü kucaklar. Yunanlıların emperyalizme karşı sesidir. Ekonomik iflas nedeniyle emperyalistlerce aşağılanan, horlanan, dalga geçilen, küçümsenen Yunanlıların gururunu kurtarmak için ortaya çıkmıştır.

HDP ise etnik milliyetçilik temelinde siyaset yapan bir partidir. Halkın tümüne seslenmez. Hatta halkın büyük çoğunluğunu etnik bakış açısı nedeniyle düşman beller. Ulusu bütünleştirici değil, bölücüdür.

Çipras, savaşımını emperyalizme karşı yapmakta. Batılı sömürgeci güçlere kafa tutmaktadır. Her hangi bir emperyalist güçten koruma ve yardım beklemektedir.

Demirtaş ise ABD’den rol istemekte. Siyasal varlığını, ABD desteğiyle sürdürmek niyetini defalarca açıklamıştır. Hatta gurur duydukları, utku ilan ettikleri “Kobani direnişini” de ABD ile omuz omuza savaşarak kazandılar.

SYRİZA, hangi etnik kökenden olursa olsun her Yunan yurttaşının dostudur. Ayrımcılık, ırkçılık kuruluşunda ve siyasetinde yoktur. Bu sol partinin tarihinde halkına silah çekmek diye bir şey söz konusu bile olamaz.

Oysa HDP’nin arkasındaki bölücü örgütün eli kanlıdır. Lider olarak benimsedikleri Öcalan, kırk bin kişinin katili olarak yargılanıp mahkûm edilmiştir. PKK’nın öldürdüğü kişiler arasında Kürt yurttaşlar da bulunmakta. Gücünü büyük bir oranda silahlı baskı yöntemlerinden almakta. Halkına silah çekmesi nedeniyle PKK/HDP halk düşmanıdır.

SYRİZA solcudur. Emekten yanadır. Ortaçağ kurumlarına karşıdır.

HDP ise solcu değildir. Çünkü solculuk antiemperyalist olmaktır. HDP/PKK, emperyalizmden rol beklediğinden işbirlikçidir. Bu partinin emekten, sömürüden, Ortaçağ kurumlarının ortadan kaldırılmasından söz ettiğini duyan oldu mu? Çocuk gelinlerle ve berdelle ilgili her hangi bir savaşımına tanıklık eden var mı?

SYRİZA, bağımsızlıktan yanadır. Bu nedenle de Avrupa Birliğinin köleleştirici uygulamalarına karşı savaşım vermekte.

HDP/PKK Türkiye’yi terör yoluyla zayıflatarak bağımsızlığının yok olmasına neden olmakta. Emperyalistlerle silah ve siyaset arkadaşlığı yaparak bağımsızlığa değil, sömürge valiliğine talip olduklarını ortaya koymuşlardır.

SYRİZA, cumhuriyetçidir. Yunanistan’ın çağdaş kurumlarının ayakta durması için savaşmakta.

HDP ise Cumhuriyet’e karşıdır. AKP ile işbirliği yaparak cumhuriyet kurumlarını yıkmak için elinden geleni yapmaktadır. Ne kadar Cumhuriyet düşmanı, gerici Ortaçağ kafalı kişi varsa onları kahraman ilan etmekteler AKP ile birlikte.

SYRİZA devletçi ve ulusçudur. Bu nedenle de ilk iş olarak özelleştirilen kurumları devletleştirmeye başlamıştır. Ulusun haklarını uluslararası tekellere peşkeş çekmekte, o hakları korumakta.

HDP ise devlete karşıdır. Bunca özelleştirme yapılırken sesi çıkmamış, etnik kavga bataklığında debelenmiştir. Ne devletçidir ne de ulusçu.

SYRİZA laiktir. Dini, siyasete alet etmemiştir. Dinin devlet işlerini karışmaması doğrultusunda tavır sergilemiştir genel başkanları daha ilk günkü yemin töreninde.

HDP/PKK ise laik değildir. AKP ile dini kullanma yarışına girmiştir. Allah’la aldatanlar kervanının içinde ön safta yerini almıştır.

SYRİZA, ülkesinin kalkınmasından yanadır. Bu nedenle de yoksulların iş sahibi olması ve çalışanların ücretlerinin yükseltilmesi için kolları sıvamış durumdadır.

HDP/PKK ise etkili oldukları bölgelerde yapılan devlet yatırımlarını bombalayarak havaya uçurmaktalar. Yurttaşları işsizliğin, yoksulluğun kucağına atmaktalar böylece. Ekmek ve emek savaşımı yerine, etnik savaşı yeğlemekte.

Yazı sayfalarca uzayabilir. Ancak bir köşe yazısının sınırlarını da aşmamak gerek.

Kısacası, HDP’den SYRİZA; Demirtaş’tan Çipras olmaz. Çipras ve SYRİZA, halkın gönlünde ilmik ilmik dokunmuştur. PKK/HDP ise emperyalist gergeflerde yapay kumaşlarla yamalanarak oluşmuştur. Hiç ikisi bir olur mu?
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           30 Ocak 2015


PERİNÇEK’LE DE STRAZBURG’LA DA GURURLANDIK

            
Günlerdir heyecanla Strazburg’da yapılacak Doğu Perinçek’in temyiz duruşmasını bekledim. Özel bir nedenle Strazburg’a gidemedim. Belki de yaşamım boyunca en çok gitmek istediğim yerdi orası. Ne yapalım koşullar, bu isteğimi engelledi.

27 Ocak gecesi heyecanım doruğa çıktı. Yarım yamalak bir uykudan sonra sabahın köründe dikildim ayağa. Açtım ulusal Kanal’ı. Eee, kargalar bile uyanmamış. Kendimi oyalayacak bir şeyler bulmaya çalıştım. Zaman geçmek bilmiyor nedense böyle durumlarda. Kahvaltı hazırladım. Ancak herkes uyumakta. Neyse uyuyanları, uyandırmayı başardım.

Ulusal Kanal açık. Kahvaltıya başladık. Yurttaşlarımız al bayraklarıyla ekrandalar. Hava soğuk orada. Bayrağın kırmızısı ısıtmakta Avrupa’nın dört bir yanından ve Türkiye’den kopup gelenleri.

Canlı yayında konuşanların hepsinin ağzından ölçülü sözler çıkmakta. Kimseyi kırıp dökmemek için özen göstermekte konuşmacılar. Neredeyse her siyasal görüşten yurttaşlarımız var. Türkiye, yüz yıllık davasını savunmak, iftiraları boşa çıkarmak için birlik olmuş gurbet ellerde. Slogan yok! Taşkınlık yok! Yakıp yıkmak yok! Sövüp saymak yok! Başkalarını itham etmek yok! Birilerini günah keçisi yapmak hiç yok! Hak arayan kişi böyle davranmalı. Örnek olmalı cihana. Eğer haksızsan yıkıp yakarsın çevreyi, kentleri, insanların gönüllerini. Vatan sorumluluğuyla davranmakta her yurttaş. Çünkü bir ulusun yükü omuzlarında. Ağırbaşlılık egemen Strazburg’da.

Doğu Perinçek’in mahkeme salonuna girdiği söylendiğinde daha çok heyecanlandım. Perinçek’in savunması üç aşağı beş yukarı usumdan geçmekte. Özenli üslubunu bilen biriyim. Onun savunmasından zerre kadar kaygılı değilim. Tersine orada yapacağı konuşmanın olumlu yönde ses getireceğini bilmekteyim. Karşı tarafın avukat olarak magazinel birini seçmesi beni iyice rahatlatmakta. Eee, savunacak bir şeyin olmazsa magazin sayfalarından çıkıp gelmiş bir avukatta umar ararsın.

Doğu Perinçek’in ve avukatlarının savunmalarını okuyunca gurur duydum. Göğsüm kabardı. Ulusuma güvenim bin kat daha arttı. Türk Ulusu, en zor zamanlarda kendisini gururlandıracak evlatlarını çıkarmakta. Savunmalarda Ermenileri incitecek tek bir sözcük bile yok. Ermenilere saygı var. Onların mazlum bir ulus olarak emperyalizmin oyununa geldikleri vurgulanmakta. Aslında bu konuşmalarla yalnız Türklerin değil, Ermenilerin de hakları savunuldu orada.

Ulusal Kanal’ı izlerken zaman zaman gözyaşlarıma engel olamadığımı da itiraf etmeliyim. Tarihi bir davada gösterilen özen yurttaşlarımızın çoğunu duygulandırmıştır sanırım.

Strazburg’da hem Doğu Perinçek’le hem de oradaki yurttaşlarımızla gururlandık. Baştan sona herkese örnek oldular. Türk’ün yüce gönüllülüğünü, efendiliğini, hoşgörüsünü gösterdiler dünyaya. Tarih, 28 Ocak 2015’i düşünce özgürlüğü isteyenlerin mücadele günü olduğunu yazacak. Üstelik Doğu’nun Batı’ya çok önemli bir özgürlük dersi verdiğini de not edecek baş sayfaya. Bu tarihi günü tüm insanlığa yaşatan Doğu Perinçek’e ve emeği geçen yurttaşlarımızın tümüne binlerce teşekkür...
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               29 Ocak 2015




YUNANİSTAN HALKI “ NE AB NE ABD” DEDİ

                        
Yunanistan, AB üyesi bir ülke. AB’nin güçlü ülkeleri arasında ezim ezim ezilmiş. İlk başta AB yardımları gözleri boyadı. Ancak ilerleyen zamanda Yunan ekonomisi çöktü. Özelleştirmelerle ulusal ve stratejik sektörler satıldı. Ekonomide dışa bağımlılık arttı. Üretmeyen bir ülke durumuna geldi komşumuz. AB’nin varsıl ülkeleri, kaşıkla verip kepçeyle aldılar Yunanistan’dan.

Yıllardır merkez sağ ve sosyal demokrat partilerce yönetilmiş. Yolsuzluk diz boyu. Yolsuzluk arttıkça halk yoksullaştı. Yunanlılar, neredeyse günlük ekmek gereksinimlerini karşılayamayacak bir ekonomik zorluğun bataklığında çırpınmaya başladılar. Devlet, dış borçlarını ödeyemez bir durumdaydı. Bu nedenle turistik adaları bile satmayı düşündüler. Nüfusun yüzde yirmi beşi bir anda işsiz kaldı. İşi olanların da aldığı ücretler düştü. Çalışanların aylıkları, temel insani gereksinimleri karşılayacak durumda bile değil.

AB’nin varsılları, tefeci bir anlayışla Yunanistan’ın üzerine kara bulut gibi çöktü. Yunanlılar, AB baskısı altında soluk alamaz oldu. AB’nin alacaklı olarak küstah tavrı, Yunan halkının onurunu kırdı. Umutlarını tüketti. Özellikle kuzeyli varsıl ülkelere karşı nefret tohumları ekti Yunan yurttaşlarının beyninde ve yüreğinde. Ülkenin dış borcu, yıllık GSMH’nin neredeyse iki katına çıktı. Bu denli yüksek bir borcun ödenmesi olanaksız.

Radikal Sol Birlik (SYRİZA), dış borçların haksız olduğunu ve iktidar olduklarında dış borçların önemli bir kısmını ödemeyeceklerini açıkladı. Ulusal egemenliğin öneminden söz etti. SYRİZA Genel Başkanı Aleksis Tsipras, AB’nin varsıllarına: “Bugüne kadar onlar çaldı, biz oynadık; şimdi biz çalacağız, onlar oynayacak.” diyerek Avrupa emperyalizmine karşı bağımsızlığı öne çıkardı.

SYRİZA, yoksulları sahiplenen ve onların durumlarını düzeltecek bir ekonomik program sundu topluma. Özelleştirilen birçok kurumun devletleştirileceğini açıkladı. Özellikle banka, hastane, iletişim kuruluşlarının devletleştirileceğinin söylenmesi ilgi çekicidir. Laikliği öne çıkardı. Dinin devlet işlerinden soyutlanması gerektiğini savundu. Varsılların vergilerinin artırılacağını, yoksulların ise vergilerinin azaltılacağını söyledi Tsipras. Özellikle milletvekillerine sağlanan ekonomik, sosyal ayrıcalıkları ortadan kaldıracaklarını söyledi SYRİZA.

NATO karşıtı bir söylem söz konusuydu. Yunanistan’ın silahlanma harcamalarının düşürüleceği açıklandı. Yurtdışındaki Yunan askerlerinin geri çağrılacağının altı çizildi.

Yunanistan seçimlerinde halk, siyaset anlayışına “Dur!” dedi. Neredeyse üç kuşaktır sürmekte olan Papandreu ve Karamanlis ailelerinin yine bu ailelerin çevresinde toplanmış siyaset oligarkları politik yaşamdan silindi.

Yunanistan seçimlerinin en dramatik sonucunu sosyal demokratlar yaşadı. Yıllardır sağ liberal politikaları uygulayan PASOK ve Sosyalist Enternasyonal’in başkanlığını yürütmekte olan Yorgo Papandreu’nun partisinin toplama oyları çok aşağılarda. Papandreu’nun partisinin yüzde üçlük barajı aşamaması ilginçtir.

SYRİZA’nın koalisyon ortağı olarak sağcı Bağımsız Yunanlılar Partisi’ni (ANEL) seçmesi anlamlıdır. Oysa birçok kişi, koalisyon ortağı olarak PASOK ve komünistlerin olabileceğini düşünmekteydi. ANEL’in hükümet ortağı olmasının nedeni, bu sağ partinin de AB politikalarına karşı ulusal egemenliği savunmasıdır. Bu arada ANEL’in Putin’le yakınlığını da belirtmek gerek.

            Yunan halkı “Ne AB ne ABD, bağımsız Yunanistan!” dedi seçimlerde. Emperyalizme karşıt bir seçeneği hükümete getirerek Yunanistan, yeni ittifakların da yolunu açtı. Darısı emperyalist sömürünün cenderesinde inleyen diğer ülkelerin başına.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           26 Ocak 2015




PARİS TERÖRİSTLERİ NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

                        
Paris’te Charlie Hebdo dergisini basan teröristlerin çok profesyonel olduklarını neredeyse tüm güvenlik ve terör uzmanları söylemekteler. Dergi baskını baştan sona soğukkanlı bir süreç izledi. Baskını yapanların en dikkat çekici özellikleri ise olay yerinden kaçmak için hiç acele etmemeleri ve telaşsız olmalarıydı hem de polis arabasıyla karşılaşmalarına karşın.

Dergi baskıncılarının kimliklerini, eylem sırasındaki görüntülerinden belirlemek olanaksız. Çünkü kar maskeleriyle yüzleri tamamen kapalıydı. Mermilerin havada dans ettiği bir anda görüntüleri çeken kişinin soğukkanlılığı da ilgi çekiciydi. Sıradan bir kişinin amatörce bu çekimi yapması olanaksız görünmekte.  

Baskının hemen ardından teröristlerin kimliklerinin belirlendiği açıklandı Fransız yetkililerince. Oldukça profesyonel davranan teröristler nasıl olduysa kimliklerini kaçtıkları arabada unutmuşlardı. Ardından da bulundukları yer belirlendi. Çevresi sarıldı matbaa binasının. Teröristlerin sağ yakalanması emniyet güçlerince asıl amaçtır dünyanın her yerinde. Çünkü terörist demek, istihbarat demektir. Sağ yakalanan teröristin vereceği bilgi, örgüt bağlantılarının belirlenmesi için çok önemlidir. Kuvaşi kardeşlere, Fransa’da destek veren kişiler varsa onların belirlenmesi, terörle savaşım açısından gerekliydi. Kuvaşi kardeşlerin ellerinde bir rehine vardı ve uzun süre dayanmaları olanaksızdı. Sağ olarak teslim alma seçeneği çok güçlüyken ivedi bir saldırıyla teröristleri öldürmekteki amaç neydi?

Market baskını yapan Amedy Coulibaly’yi etkisiz duruma getirirken rehinelerden dördünün öldürülmesi düşündürücüdür. Coulibaly, dergi baskınına katılmamıştı. Kuvaşi kardeşlere destek olmak için market baskını gerçekleştirmişti. Çevresi sarılmış, dışarıyla iletişimi kesilmiş birinin (özellikle de Kuvaşi kardeşlerle) sağ teslim alınması, diğerlerine göre çok daha kolaydı. Ama ne yazık ki sağ olarak yakalanmadılar. Bundan da çıkarıyoruz ki Paris teröristleri susturuldu. Konuşmaları istenmedi nedense... Böylece de deliler yok edildi.

Teröristlerin öldürülmesi akla şu soruyu getirmekte ister istemez: Acaba Charlie Hebdo baskınını Kuvaşi kardeşler değil de başkaları mı yaptı? O baskının asıl faillerini gizlemek amacıyla mı öldürüldü Kuvaşi kardeşler ve Coulibaly acele tarafından? Eğer eylemi Kuvaşi kardeşler gerçekleştirmişse konuşmalarından korkan birileri mi vardı? Baskından sonra bir gün ortada görünmeyen teröristler, arkalarındaki büyük güce, şantaj yaparak konuşabileceklerini mi söylediler? Ya da arkadaki asıl güç, Kuvaşi’lerin konuşabileceklerini mi düşündüler? Bu sorular çoğaltılabilir.

Paris saldırısının birçok bilinmeyeni var. İslamcı terör örgütlerini çok zalim, acımasız göstererek Ortadoğu’ya yeni müdahalelerin önü açılmakta. Tabi, bu arada Fransa’nın da ufaktan kulağı çekildi bu eylemle.

İslam ülkeleri, kendine “Müslüman’ım!” diyen her kişiye itibar etmemeli. Hele terörü çözüm olarak sunanlarla araya kalın çizgiler çekilmeli. Emperyalizmin kullandığı terör örgütleri de siyasetçiler de kabul görmemeli İslam dünyasında. Çağdaş değerler egemen kılınmalı topluma insanca yaşamak için. Atatürk’ün devrimci düşüncesi örnek alınmalı herkesçe.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               19 Ocak 2015


PERİNÇEK’İN DEĞİL, TÜRK MİLLETİNİN YASAĞINI KALDIRIN!

             
        İsviçre, “Ermeni soykırımı yoktur.” demeyi yasaklamıştı. Bu ne demek? Düşünce özgürlüğünü rafa kaldırmak demek. Önyargıları, art niyetleri sorgusuz sualsiz karşısındakine kabul ettirmek demek. Tarihçilerin gerçeği ortaya koyma, insanlığı aydınlatma hakkını gasp etmek demek. Hukuku rafa kaldırmak, suçlamalara karşı savunma hakkını yok etmek demek...

İşte Doğu Perinçek, İsviçre’nin ne hukukla ne tarih bilgisiyle ne de düşünce özgürlüğüyle bağdaşan bu yaptırımının çağdışılığını ortadan kaldırmak için Lozan’a gitti ve “Ermeni soykırımı yoktur.” dedi. Bu açıklamadan sonra İsviçre mahkemesi Perinçek’i cezalandırdı. Perinçek durmadı, AİHM’e gitti. AİHM, İsviçre mahkemesini haksız buldu.

Bu karar ne anlama gelir? İsviçre “Ermeni soykırımı vardır.” dedi diye soykırım olmaz. Soykırım olmamıştır, diyenlerin de düşüncesini savunma hakkının teslim edilmesidir.

Türkiye yüz yıldır soykırım iddialarıyla köşeye sıkıştırılmaya çalışılmakta. Yapmadığı bir işten ötürü cezalandırılmak, insanlık âleminden dışlanmak istenmekte. Bu yolla sınırları tartışmaya açılmakta. Toprakları üzerinde hak iddia edilmekte. Doğu Perinçek’in AİHM’de kazandığı bu utku, Türk Milletini iftiralarla mahkûm etmek isteyenlerin amaçlarını boşa çıkarmakta. O zaman bu dava, Perinçek’in değil, Türk Milletinin davasıdır.

İsviçre AİHM kararına itiraz etti. Bu nedenle 28 Ocak 2015 günü Strasbourg’da AİHM’in Büyük Dairesinde itiraz görüşülüp yeniden karar verilecek. İsviçre’nin itirazlarına karşı da Doğu Perinçek’in savunma yapması gerek.

Perinçek, kendini mi savunacak Büyük daire karşısında? Hayır, Türk Milleti’ni savunacak soykırım yalanlarına karşı. Orada kişisel bir savunma olamayacak, bir milletin savunması olacak.

AİHM’de Doğu Perinçek bir simgedir. O, orada Türk Milleti adına bulunacak. Yüzyıllık bir iftiranın karşısına dikilecek, daha önce olduğu gibi. Yurtdışına çıkma yasağının kaldırılmaması, soykırım iftiracılarını desteklemektir. AKP hükümeti ve yüksek yargı bu konuda ivedilikle çözüm bulmalıdır. Perinçek, İsviçre’nin karşısına dikilmelidir millet adına. Yalnızca yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması ile kalınmamalı, TBMM’deki siyasal partilerden oluşacak bir kurul da o gün Büyük Daire’de yerini almalı. Çünkü bu dava milletin davası...

Doğu Perinçek’in nezdinde Türk Milletinin Strasbourg’da kendini savunma yasağını kaldırın. Kaldırın da Türk Milleti yüz yıllık iftiraları boşa çıkarsın, yalanları çürütsün. Her 24 Nisan geldiğinde falanca ne karar alacak, filanca ne konuşacak diye meraktan çatlatmayın milleti.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               16 Ocak 2015


İKİ KEKLİK

                                                          
“İki keklik bir kayada ötüyor/ Ötme de keklik derdim bana yetiyor (Aman aman yetiyor)/ Annesine kara da haber gidiyor

Kavuştak: Yazması oyalı, kundurası boyalı/ Yar benim aman aman yar benim)/ Uzun da geceler yar boynuma sar benim (Aman aman sar benim)

İki keklik bir dereden su içer/ Dertli de keklik dertsizlere dert açar (Aman aman dert açar)/ Buna kara sevda derler tez geçer

Kavuştak...

İki keklik bir kayada yaslanır/ teke de bıçak gümüş kında paslanır (Aman aman paslanır)/ Bir gün olur deli gönül uslanır

Kavuştak”... Çok sevilen bir Balıkesir türküsü bu. Ezgisi ve sözleriyle insanın ciğerine işleyen bir türkü.

 Ne yazık ki türkülerimizi yalnızca eğlence aracı olarak düşünenlerden “İki Keklik” türküsü de nasbini almakta. Bir türkünün dile gelme nedenini bilmediğinde anlam yitip gidiyor.

“İki Keklik” türküsünün kaynağı, Balıkesir’in Edremit İlçesinin Güre Köyünde. Güreli Kahveci Mehmet Şevket Efendi’nin karısı Şöhret Hanım zamanın varsıllarından. Bu varsıllığı giyimine kuşamına da yansımış. Zeytin toplamaya giderken bile cam topuklu rugan ayakkabılar giyermiş ayağına. Anlaşılacağı üzere keyfine, mutluluğuna diyecek yokmuş.

Çoğu zaman yaşanan mutluluk, bıçakla kesilir gibi bitiverir. Mutluluğun yerini derin bir acı alır. Şöhret Hanım’ın da öyle olur. Birinci Dünya Savaşı çıkar. Oğlu Zekeriya askere gider. Hem de Sarıkamış’a. Enver Paşa komutasında karakışta yürür düşman üstüne. Hem düşmana hem de doğaya karşı amansız bir savaşa girer kahraman arkadaşlarıyla soğuğa, kara aldırmadan.

Karda yürümek zordur. Karda zorlukla ilerlerler. Bir yandan karı açmaya çalışırlar yürümek için. Alet edevat da yoktur. Karı ayaklarıyla teperek yürürler hedeflerine. Bu sırada kar kuyusuna düşer Zekeriya, şehit olur. Şöhret Hanım’ın ocağına ateş düşer. Biricik oğlunu kara toprağa vermiştir.

Şöhret Hanım, ovaya dolaşmaya çıktığı ve kekliklerle söyleştiği bir anda kara haberi alır. Yüreği yanmıştır derinden derine. Keklikler ötmeye başlar. İşte, tam da bu sırada Şöhret Hanım’ın yüreğinden kopanlar, dilinden söze dökülür. O gün, bugündür türkü yüreklere işler, dillerde yer eder. Söylenir yıllardır.

Türkünün sözlerine bakıldığında hem Şöhret Hanım’ın yaşamını hem de bir annenin acısını anlatan dizelerin bulunduğunu görmekteyiz. Aslında türkü, bir anne yüreğinin derinden çağlayan çığlığıdır.

Kadınların dile getirdiği tüm türküler gibi “İki Keklik” de duygu ve içtenlik yüklüdür. “Ana sütü gibi temizdir.” Anlatım yalın, dil anlaşılırdır. Zaten dili yaşatan da yeni kuşaklara öğreten de annelerdir.

Şehit olan bir evlada yakılan bir türkü “İki Keklik”. Yürek acısını anlatmakta. Bu içeriği bilinmeden dinlenip söylendiğinde yazık oluyor türkümüze. Acıyı anlattığı bilinmeden eğlenmek amacıyla çalınıp söylendiğinde Sarıkamış’ta donarak Hakk’a yürüyen şehitlerimize saygısızlık olmuyor mu? Orada düşmanla yiğitçe vuruşan askerlerimize, kınalı kuzulara vefasızlık değil mi bu?

Sarıkamış Savaşı’nın üzerinden yüz yıl geçti. Canlarından üstün tuttukları vatanları için gözlerini kırpmadan ölüme yürüyen binlerce kahramanı hak ettikleri gibi anmanın zamanıdır artık. Onları; halkımız türkülerde, destanlarda, manilerde, en çok da yüreklerde yaşattı. Şehitlerimize olan borcumuzu saygı ve minnetle ödeme zamanıdır bugün.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           14 Ocak 2015

TÜRKİYE ZOR DÖNEMEÇTE


Pazar günü Paris’te türlü ülkelerden devlet yöneticileri terörü lanetlemek için yürüyüşe katıldılar. Ne yazık ki teröre destek verenler de devlet terörünü kendi yurttaşlarına uygulayanlar da teröristlerle görüşmeyi beceri sayanlar da vardı orada. Tabi bu durum, dünyanın dört bir yanındaki insanların gülümsemesine neden oldu. Çünkü tüm insanlık, terör acısını gerçekten içinde duyumsayan devlet yöneticilerini bir arada görmek isterdi.

Paris’teki yürüyüşte en olumlu olan şey ABD’nin üst düzey bir yöneticisinin katılmayışıydı. Bu; bilerek mi, yoksa bilmeyerek mi oldu bilmem ama günün anlamına uygun bir davranıştı. Çünkü eylemi yapan terör örgütü ve ona kardeş örgütler, ABD’nin oluşumlarını desteklediği müttefikleriydi. Birçok İslam ülkesinde omuz omuza savaştığı örgütleri lanetlemek ABD’ye yakışmazdı zaten.

İsrail başbakanının Paris’te bulunması da ilginçtir. Devlet terörünü yıllardır Filistinlilere uygulayan ve binlerce masum insanın yaşamına son veren bir devletin yöneticisinin orada olması ironiktir.

Gelelim asıl konumuza...

Türkiye’yi, Paris’te Davutoğlu temsil etti. Başbakan’ın arabası Elize Sarayının önünde durdu. İçinden paltosunun bir kolu yerlerde sürünen diğer kolunu yanındakilerin yardımıyla çıkarmaya çalışan, okula geç kalan bir lise öğrencisinin telaşlı görünümüyle biri indi. İşte, o kişi Davutoğlu idi. Yani Türkiye’nin başbakanı.

Her zaman ki gülümsemesiyle merdivenleri çıktı Ahmet Bey. Oysa cenaze evindeydi, orada yas vardı. Fransız Cumhurbaşkanına yaklaşınca elini uzatıp öpmek için yaklaştı. Ah be, şu Fransız’ın yaptığı işe bakın! Cümle devlet temsilcilerini öpen ev sahibi, dünya liderinin yanağını öpmedi. Bu ne demek oluyor şimdi? Buna eskiler “Araya mesafe koymak” diye anlatırlardı. Neyse tören faslını geçelim, oldu bir yanlışlık. Fransa lideri, Davutoğlu’na birazcık fransız kaldı.

Yürüyüş sonrası Avrupa’da bazı basın organları, Davutoğlu’nun orada ne işi olduğunu, sordular. Bunu sormalarının nedeni AKP hükümetinin cihatçı terör örgütleriyle olan sıkı fıkı ilişkisiydi. Hatta bu konuda özellikle Alman istihbarat örgütü şefinin Türkiye’yi kast ederek “Sınırlarınıza hâkim olun.” Demesi ilgi çekicidir.

AKP iktidarı ne kadar gizlese de tüm dünya, Suriye’ye giden teröristlerin Türkiye sınırını kullandıklarını bilmekte. AKP’nin Müslüman kardeşliği çerçevesinde bu konuda cihatçı gruplara ilgi duyduğu da saklanamayacak bir gerçek. Çoğu zaman da AKP, kendini bu grupların ağabeyi olarak görmekte. Tabi, ağabey olunca da küçük kardeşleri koruyup kollaması olağan duruma gelmekte.

Önümüzdeki günlerde gerek ülkeler gerekse terör karşıtı kuruluşlarca AKP hükümetine, cihatçı örgütlerle ilişkisi konusunda ciddi uyarılar ve eleştiriler gelecektir. Bu durum Türkiye’yi diplomatik alanda zorlayacak. Doğaldır ki büyük çapta bir uluslararası sorunun ekonomik bir sonucu da olur. AKP iktidarı, dış politikadan iç politikaya oy devşirme tutumundan vazgeçmeli. İktidarı sürdürme uğruna, Türkiye’nin geleceğine zarar verme hakkı kimsede yoktur.

Teröre binlerce yurttaşını kurban vermiş bir ülkenin terör örgütleriyle ilişkilerinde olağanüstü dikkat göstermesi gerek. Terörün dini, imanı olmadığı gerçeği iyi bilinmeli. Dünyanın her yanında hangi ırktan, inançtan olursa +olsun terörün hedef aldığı tek şey insanın canıdır.

Türkiye’nin yüz yıllık diplomasi birikimi, ülke saygınlığı, geleceği birkaç terör grubu için heba edilemez. Hele kişisel ve politik çıkarların ülke çıkarının önüne geçmesi hiç kabul edilemez. Bir tek Türkiye var, onun değerini herkes çok iyi bilmeli.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               13 Ocak 2015


DİNLER SAVAŞI MI, EMPERYALİST SALDIRI MI?


İslamcı teröristler, Paris’i kana buladılar. İlk andan itibaren AKP ve yandaş gazeteciler anlaşılmaz ve inanılmaz bir savunmaya geçtiler. Hemen gerçek İslam’ın ne demek olduğunu anlatmaya başladılar. Anlattıklarının gerçekle de İslam’la da bir ilişkisi yok!

Savunma yapmak için anlatılanlara bakıldığında terör örgütlerinin eylem gerekçelerini destekleyici, haklı çıkarıcı sözler göze çarpmakta. Neredeyse kurulan her tümcede “ama, fakat, lakin, ancak, yalnız...” sözcükleri bulunmakta. İşi döndürüp dolaştırıp Müslümanlarla diğer dinler arasında bir çatışmanın var olduğuna getirmekteler. Bu yolla da İslamcı teröristleri masum göstermekteler. Sanki o teröristler tüm Müslümanların hakkını savunuyorlarmış gibi bir algı yaratmak istemekteler.

Fransa’daki silahlı saldırıdan sonra televizyonlara çıkan sözde yorumcuların büyük çoğunluğu, olayları “medeniyetler çatışması” olarak yorumlamakta. Bu konuda ipe sapa gelmez teoriler ortaya atmaktalar. Bu yorumcuların arasında yandaşlar olduğu gibi, çağdaş değerleri savunduğunu savlayan akademisyenler de var.

İslamcı terör örgütlerinin eylemlerini incelediğimizde işin gerçek yüzünü anlamak çok kolay. Başta Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan, Yemen, Libya, Sudan’a baktığımızda birçok İslam ülkesinde toplu öldürme olayları yapmakta bu örgütler. Ölenlerin neredeyse tamamına yakını Müslüman. Bu eylemlerle dirliği, esenliği, düzeni, güvenliği, geleceği yok edilenler hep Müslümanlar. Darmadağın olan ülkeler Müslüman ülkeler. Kaynakları heba edilen yine bu ülkeler. Bu ülkelerde yapılan katliamlarda ölenlerin sayısı, milyonları aşmış durumda.

Gerçekte çatışma, dinler arasında mı; yoksa emperyalizmle mazlum uluslar arasında mı? Yapılanlardan anlaşılacağı üzere İslam ülkelerinin neredeyse tamamı emperyalist bir saldırı altındadır. Bu saldırıyı da ne yazık ki İslam adına ortaya çıkan birtakım terör örgütleri ve yasal görünümlü partilerle yapmakta küresel emperyalizm. Yani İslam ülkelerinde dökülen kanların sorumlusu işbirlikçi iktidarlar, ılımlı İslamcı muhalefet partileri ve yasadışı örgütlerle onların efendileri emperyalist ülkelerdir.

Emperyalizmin mazlum uluslara saldırıları, zaman zaman kendi halklarına da zarar vermekte. Tıpkı Paris’te olduğu gibi...

Paris saldırısıyla bütün Avrupa tedirgin olmuştur. Özellikle Batı Avrupa’nın emperyalist ülkeleri diken üzerinde oturmaktalar. Kendi besleyip büyüttükleri ve kirli işlerde kullandıkları terör örgütleri kimi zaman namluları efendilerine doğrultmaktalar. Bu terör örgütleri, kullanılmaya alışmışlar bir kere. Ha “a” kullanmış onları, ha “b”. Bir şey fark eder mi?

Emperyalizmin ezilen uluslara saldırısını dinler arasındaki bir savaşmış göstermeye çalışan iki grup var. Birisi, emperyalist ülkelerin yöneticileri... Diğeri ise ılımlı ya da radikal İslamcılar... Her iki grup da işbirliği içindedir. Her ikisi de insanlığın binlerce yıldır oluşturduğu uygarlığı, değerleri, hepsinden önemlisi de insanlığı yok etmekteler elbirliğiyle.

Tüm insanlık, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin vahşi saldırısına karşı birleşmeli. “medeniyetler çatışması” adı altında tüm dünyaya düşmanlık tohumları eken bir anlayışla sonuna dek savaşılmalı. Savaşılmalı ki insanlık kurtulsun.
                                              
                                            Adil Hacıömeroğlu
                                               11 Ocak 2015


İSTANBUL VE PARİS’TEKİ SALDIRILAR


            Önce Sultanahmet’te canlı bomba saldırısı oldu. Bir polis şehit edildi. Eylemi yapan kadının hangi örgüte bağlı olduğu çok sonra açıklandı. Açıklandı da açıklanmasına bu konuda AKP hükümetinin gönülsüz davranması dikkatlerden kaçmadı. Çünkü canlı bomba, sol bir örgüte değil, İslamcı bir gruba mensuptu. Bu durum hükümetin işine gelmedi.

            Sultanahmet’teki patlamadan birkaç gün sonra Paris kana bulandı. Eylemi yapan kardeşler, İslamcı örgüt militanı. Fransız polisinin operasyonuyla kardeşler ölü olarak ele geçirildi.

            İstanbul ve Paris eylemcilerinin üçünün de ölmesi önemli. Çünkü militanların bu kentlerdeki bağlantılarını öğrenmek zorlaştı. Başka bir deyişle deliller yok edilmiş oldu.

            Peki, art arda iki eylemi kim, neden yaptı? Neden Türkiye ve Fransa hedefe oturtuldu?

            Son aylarda hem Türkiye hem de Fransa, Rusya ile yakınlaşmaya başladı. Yeni ticari anlaşmalar imzalandı. Enerji alanında işbirliği kararı alındı.

            Fransa, AB’de Almanya ile lider konumunda. AB’nin lokomotifi iki ülke. Almanya da son zamanlarda Rusya ile iyi ilişkiler içinde. Bu nedenle Almanya da terör örgütlerinin hedefi olabilir yakın zamanda. Özellikle de enerji alanında. Rusya’ya yaklaşmak demek, ABD’den uzaklaşmak demektir. Böyle bir durumda ABD, hem siyasal hem de ekonomik anlamda zarar görür.

            Eğer Suriye’ye kara harekâtı yapılacaksa bu iş için en uygun iki ülkedir Türkiye ve Fransa. Çünkü iki ülkenin de Suriye ile tarihsel bağları var. AKP iktidarı, Yeni Osmanlıcılık siyaseti nedeniyle Ortadoğu’yu yönetmek istemekte. Fransa ise hem Suriye’deki hem de Afrika’daki eski sömürgelerinde yeniden egemenlik peşinde.

            Dünyanın neresinde olursa olsun bir terör örgütü varsa onu destekleyen ve kendi çıkarı için kullanan bir devlet de vardır. Her terör örgütünü yönlendiren bir istihbarat kuruluşu bulunur. Kısaca denebilir ki, ülkeler terör örgütleri üzerinden gizli bir savaş yürütürler birbirleriyle. İslamcı terör örgütlerinin büyük çoğunluğu ABD ve İsrail’in girişimiyle kuruldular. Bu iki ülkenin denetiminde olmaları doğaldır.

            Söyleyeceğimizi eğip bükmeden söyleyelim, apaçık olarak. ABD-İsrail, Fransa ve Türkiye’ye uyarıda bulundu Paris ve İstanbul’dan. “Rusya ile yakınlaşmayın!” demekteler. Ayrıca Fransa ve Türkiye’den Ortadoğu’da asker olmalarını istemekte ABD.

            İstanbul-Paris eylemleri, her iki ülkede ve de Avrupa’da İslamcı örgütlere nefreti büyütecek. Özellikle batı Avrupa’da yükselen ırkçılığı daha da palazlandırıp yabancı düşmanlığını körükleyecek. Bu yolla dünya kamuoyu, Suriye’ye askeri müdahale için hazır duruma getirilecek. “Terör örgütlerini yok ediyoruz.” bahanesiyle birçok masumun kanına girilecek. Yoksul insanların başlarına bombalar yağdırılacak.

            Emperyalizm paraya da kana da doymuyor. Sömürüye giden yolda her şey mubah onlar için. Terör örgütlerini yok etmek için emperyalizmin oyununu görerek ona karşı savaşım vermek gerek.
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           9 Ocak 2015

BU CANAVARI KİM YARATTI?


Dün Paris’te, ünlü mizah dergisi Charlie Hebdo silahlı kişilerce basıldı. On iki kişi yaşamını yitirdi, yirmi kişi de yaralandı. Saldırganların Kuzey Afrika kökenli ve İslamcı terör örgütlerinin birinin militanı oldukları söylenmekte.

Charlie Hebdo, Hz. Muhammet’le ilgili karikatürler yayımlamıştı. Bu durumun Müslüman kitleden tepkilere neden olacağı çok açık. Ayrıca İslamcı militanların böyle bir şeyi, terör uygulama gerekçesi sayacakları da belli. Aylardır tehditler havada savrulduğu için de dergi, polis korumasındaydı. Bundan da anlaşılacağı üzere böyle bir saldırı beklenmekteydi. Bu eylemi hangi örgütün yaptığı çok önemli değil; IŞİD, El Kaide ya da başka bir İslamcı örgüt... Önemli olan bu eylemcileri ortaya çıkaran toplumsal, siyasal ortamdır.

Charlie Hebdo’yu basan militanların, otomatik silahlarla eli kalem tutan sivil kişileri gözlerini kırpmadan öldürmeleri ilginçtir. Yere düşen yaralı bir polisi, yalvarmasına karşın kurşunlayan militanları yetiştiren ortam nasıl oluştu? Baş kesen, sivilleri kurşunlayan, kadın ve çocukları köle pazarlarında satan bu canavarları kim yarattı?

Silahlı İslamcı örgütler ilk önce Afganistan bataklığında boy attı. ABD’nin bölgeyi istikrarsızlaştırması, merkezi otoriteyi yok etmesi, toplumu parçalaması, İslamcı örgütlerin kuruluşuna destek vermesi işin asıl başlangıç noktasıdır. Afganistan yangını kısa sürede Pakistan’ı da içine aldı. Kurşunlanan insanlar, bombalanan kentler, ardı arkası kesilmeyen suikastlar, hukuk ve insanlık değerlerinden uzak militanlar...

Afganistan’da doğan birçok İslamcı terör örgütü, dağılmış Irak’ta palazlanacak ortam buldu. ABD işgaliyle oluşan siyasal belirsizlik ortamında terör örgütleri boy attı. Bu örgütlerin birçoğu, ABD desteğiyle kuruldu. ABD, bu terör örgütleriyle bazen savaştı bazen kol kola girdi. ABD, Ortadoğu egemenliği için her türlü şer yola başvurdu.

ABD yapar da Avrupalı emperyalistler durur mu? Onlar da bu terör örgütleriyle flört ettiler. Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bölgede egemen olmak için çalıştılar.

Libya hedefe konduğunda ilk önce Fransa saldırdı. Hem de BM kararındaki imzalar kurumadan. Müttefiki kimlerdi? Bugün Irak’ı, Suriye’yi ve de Paris’i kana bulayanlar...

Suriye yönetimini devirmek, ülkeyi parçalamak için dünyanın dört bir köşesinden teröristi Suriye’nin içine sokan kimlerdi? ABD, İngiltere, Fransa, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye...

Perde arkasındaki aktör kimdi? İsrail...

Suriye’de kafalar kesilirken ne yaptı bu ülkeler? Yalnızca izlediler olanları. Suriye’de taş taş üstünde bırakılmadığında silahları kimler veriyordu bu teröristlere? Onlara siyasal destek nereden gelmekteydi? Yine aynı Batılı emperyalistlerden...

ABD; Fransa ve İngiltere başta olmak üzere birçok Batılı emperyalist ülke yıllarca teröristleri özgürlük savaşçısı olarak gösterdiler dünyaya. Oysa onlar özgürlükleri yok eden, insanların yaşama haklarını ellerinden alan ölüm mangalarıydı.

Sizler teröristleri besleyip büyüttünüz. Onlara özgüven kazandırdınız o canavarlara. Dünyanın her yanında yoksullaştırıp bir dilim ekmeğe muhtaç ettiğiniz, işsiz güçsüz bıraktığınız, aşını elinden aldığınız kişileri paralı asker ettiniz. Kendi ülkelerinizdeki yoksul kişilerin terör örgütlerine asker olmalarına göz yumdunuz. El altından da desteklediniz çoğu zaman bunu.

ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin bazıları ırkçılık yaparak birçok yurttaşını dışladı. Toplumsal sistemin dışına çıkartıldı birçok kişi. Bu kişilere terör örgütlerine yönelmekten başka umar bırakmadınız.

En önemlisi ise İslam ülkelerini en büyük modernleşme, çağdaşlaşma örneği olan Atatürk Cumhuriyetini elbirliğiyle yıktınız. Atatürk’ü örnek alan Suriye, Pakistan, Irak, Tunus ve Libya’yı tarumar etiniz. Ne sağlam bir siyasal kurum ne de toplumsal bir değer bıraktınız. “Arap baharı” diyerek koca bir coğrafyayı hallaç pamuğu gibi atıp karakışı yaşattınız.

Yıktığınız ocaklar, akıttığınız kanlar yetmemiş gibi bir de çıkmışsınız ortaya Suriye’yi işgal etmediğiniz için pişman olduğunuzu müttefikiniz RTE’ye söylemektesiniz. Yeni kışkırtmalarla Esat yönetimini alaşağı etmenin girişimlerinde bulunmaktasınız.

“Eğit, donat” adı altında yeni teröristlerin yetişmesi için kamplar kurmaktasınız. Hem de bunca deneyime karşın. Üstelik o namluların hep masum insanlara doğrultulduğunu bile bile.

Ey aymazlık içinde paradan başka bir değer tanımayanlar!

Ey Müslüman’ı Müslüman’a kırdıranlar!

Teröristlere para, silah ve siyasal destek verenler!

Ey BOP için uğraşanlar!

Ey Fransız Devriminin erdemlerini hiçe sayanlar!

İyi işitin, açın kulaklarınızı... Bu canavarı siz yarattınız.

                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               8 Ocak 2015



CEVİZ DE SALATALIK DA FUTBOLCU DA İTHAL


TFF (Türkiye Futbol Federasyonu) kararını verdi. Futbol kulüplerimiz istediği kadar yabancı oynatabilecek ilk on birlerinde. Hatta isterlerse sahaya çıkan ilk on birin hepsi yabancı oyuncu olabilecekmiş. Bu kararı, birçok kişi büyük bir yenilik olarak nitelemekte. Bu yolla da futbol kulüplerimizin Avrupa’nın büyük takımlarıyla rekabet etmeleri kolaylaşacakmış.

TFF’nin yabancı futbolcu sınırlamasını kaldırması, genç yerli oyuncuların yolunu kapatacak. Alt yapılar önemini yitirecek. Genç nüfusuyla övünüp gurur duyan Türkiye, kendi gençlerine hem futbol oynama yolunu kapatıyor hem de onları önemli bir ekmek kapısından mahrum bırakıyor.

Türkiye her alanda olduğu gibi futbolda da üretimden, yetiştirmeden vazgeçmekte. Sanayi, tarım, bilgi, teknolojide olduğu gibi sporda da ithalata dayanmakta. Yerli üretimden kaçarak kendi kaynaklarını baltalayan bir ülkenin başarıya ulaşması düşünülebilir mi?

Dünyada futbolda başarıya ulaşan ülkelere bakıldığında hepsinde sağlam altyapılar var. Hepsinin dünya çapında yıldızları bulunmakta. 2014 FİFA Dünya Kupasında başarılı olan ülkelere göz attığımızda tümü futbolcu ihraç etmekte. Bu ülkelerin kulüp takımları, futbolcu fabrikası gibi çalışmaktalar.

Türkiye her alanda olduğu gibi futbolda da hazırcı. Uzun soluklu eğitim ve üretim çalışmasını becerememekte. Gençleri sokaklarda bomboş gezen bir toplum, en değerli varlıkları için bir şeyler yapamamanın çaresizliğini hazırcılığa dönüştürmekte. Çok yazık değil mi?

Futbolda ülke olarak dünya ölçeğinde hem ulusal hem de kulüp takımlarıyla başarılı olduğumuz yıllara bakıldığında alt yapı çalışmalarının önemi görülür. Federasyon, alt yapıya önem verdiği yıllarda uluslararası başarılar da kendini göstermiştir.

Bazı dostlar, futbolcu dışalımında ne sakınca olabileceğini söyleyeceklerdir. Türkiye yoksul bir ülkedir. Bu nedenle parası çok değerlidir, sokağa atılamaz. Türkiye gibi ülkeler, dünya ülkelerine futbolcu satmalı ki yeni gelir kaynakları elde edebilsin.

Yüz yirmi altı ülkeden yüz otuz üç ayrı sebze ve meyveyi ithal etmekte Türkiye. Bunların arasında neler var, neler... Karpuz, elma, kereviz, sarımsak, susam, patates, lahana, marul, havuç, baklagiller, turunçgiller, kivi, enginar, üzüm, salatalık, armut, domates, kavun, ayva, erik, sivri biber, marul, nar, lahana, şeftali, kiraz, dolmalık biber, turp, patlıcan, muz, pırasa, hurma, zeytin, ceviz, buğday, mısır, pirinç, çay, ... Taze ve yaş soğan bile satın almaktayız dışarıdan. Pamuk ülkesi olarak pamuk ithal etmekteyiz. Kendi kendine yeten bir ülke, karnını doyurmaktan aciz durumda. Kurbanlık hayvan alındı ta Uruguay’dan.

Yukarıda sıralanan ürünlerin çoğu ülkemizde bolca yetiştirilmekte. Ne yazık ki AKP’nin olumsuz tarım politikaları nedfeniyle üretimden vazgeçmiş köylerimiz.

Her alanda dışa bağımlılık almış başını gidiyor. Cevizi, salatalığı dışarıdan alan Türkiye; futbolcuyu dışarıdan niye alamasın? On iki yıllık AKP iktidarıyla geldiğimiz nokta bu... Üretmeyeceksin, ama çok tüketerek dışa bağımlı duruma geleceksin.
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               7 Ocak 2015