ABD ELÇİSİNİ KOVAN YÜREKLİ CUMHURİYETÇİ
SEN, KİMİN TOPRAĞINI KİME VERİYORSUN?
ŞEBEKESİ OLAN HERKES OKULLARA GİRMELİDİR
1978
yılıydı sanırım. Türkiye’de her gün onlarca gencin kurşunlanarak can verdiği
günlerdi.
Sağ-sol
çatışması görünümündeki Gladyo operasyonu tırmanış göstermekteydi. Öğrenciler
korku içindeydi. Bir kör kurşunla ölüm, herkesin burnunun dibindeydi.
Aileler,
büyük kaygı yaşamaktaydı. “Acaba çocuğuma bir şey olur mu? Başımıza bir şey
gelir mi?” benzeri sorular en çok seslendirilen tümcelerdi. İletişim olanakları
gelişmemişti. Anneler camda beklerdi çocuklarını. Babaların kulakları radyo ve
televizyon haberlerindeydi.
Gizli
bir güç, Türkiye’nin gencecik evlatlarını yemekteydi doymak bilmeyen bir
açlıkla. Her geçen gün ölü sayısı artmaktaydı. Kitlesel katliamlar başlamıştı.
Kahveler kurşunlanmakta, okullara toplu olarak gitmekte olan öğrenciler
bombalanmaktaydı. Şiddet tırmandıkça sağ ve sol gruplarda aklıselim yitip
gitmekteydi. Kör dövüşü, Türkiye’nin
gücünü kırmaktaydı. Siyasetçilerin büyük çoğunluğu terör akıntısına katılmıştı.
Herkes çatışmanın bir tarafında safını alıyordu. Başta Ecevit olmak üzere CHP
ve AP’den çok az sayıda siyasetçi işin farkındaydı. Olanların Kontrgerilla
tarafından planlandığını seslendirmekteydiler.
Birkaç
gerçek aydın, kardeş kavgasının dış güçlerce örgütlenip yönlendirildiğini
söyleyip yazdılar. Bu aydınların başında Uğur Mumcu geliyordu. Ne yazık ki
çatışmanın göbeğinde yer alan sol gruplar, Uğur Mumcu’ya “ajan” yaftasını
yapıştırdılar. Mumcu, Kemalist, yurtsever bir aydın sorumluluğuyla gerçek yaşamdan
örnekler ve belgelerle yaşanan durumu açıklamaya çalışıyordu. Ancak anlayan
azdı. Toz duman içinde gözler gerçeği görmekte zorlanmaktaydı.
Okullar,
mahalleler, hatta kentler paylaşılmıştı. Kurtarılmış bölgeler kurulmuştu. Sağcılar
solcuların, solcular da sağcıların egemenliğindeki okullara gidemiyorlardı. Bu
yolla binlerce öğrencinin öğrenim hakkı engellenerek ortadan kaldırılmış
oluyordu. Okula gidemeyenlerin ortak paydası hepsinin halk çocukları olmasıydı.
Nerdeyse hepsi dar gelirli ailelerden geliyordu. Aileler, dişlerinden
tırnaklarından üç kuruşu artırarak çocuklarını okutmak için didinmekteydiler.
Böylesi bir durum kabul edilemezdi. Öğrenim hakkı, bir yurttaşlık hakkıydı,
engellenemezdi.
İşte,
tam da Türkiye’nin gençlerinin katledildiği karanlık günde bir ışık yandı,
çözüm geldi soruna. Çözümü üreten DGB (Devrimci Gençlik Birliği) idi. DGB:
“Şebekesi (Öğrenci kimliği) olan herkes okullara girmelidir.” Diyerek öğrenim
hakkını savundu. Öğrenim hakkının elde edilmesi demek; çatışmaların, ölümlerin,
Türkiye’nin zayıflamasının önüne geçmek demek. Böylelikle Galadyo’nun oyunu
bozulacaktı. 12 Eylül’e giden süreç ters döndürülecekti.
Ben
de DGB üyesiydim. Okumakta olduğum okulda gücümüz ve etkinliğimiz vardı. Öncelikle
bu düşüncemizi, okul yönetimine ve öğretmenlerimize anlattık. Onların tam
desteğini aldık. Sonra sol gruplara anlatmaya çalıştık. Dinlemediler bile...
Hiç düşünmeden bizim solcu ve devrimci olmadığımızı, ajan olduğumuzu
söylediler. Tabi, o dönemde en kolay şey kişi ya da grupları yaftalamak. Çamur
at, izi kalsın...
Okuldaki
ülkücü liderlerle konuştuk. Onların tavrı da sol gruplardan farksızdı. Biz, bu
işin grup liderleriyle olamayacağını anlayıp tabanlara yöneldik. Her iki kesimden de onlarca öğrenci DGB’nin
düşüncesini doğru bulup destekledi. Sınıflarda DGB üyeleri daha bir saygı görür
oldu. Olaylar da azalmalar oldu.
Kavgalar, küçük azınlıklar arasındaydı artık.
DGB,
Türkiye’nin kan gölüne döndüğü bir dönemde doğru çözümü bulmuştu o zaman. Doğru
çözüm vatanda birleşmekteydi. Vatanın çocuklarının kırdırılmasına karşı çıktı.
Onların emperyalizme karşı kavgada birleşmelerini savundu.
DGB,
Aydınlıkçıların örgütlendiği bir gençlik derneğiydi. O gün olduğu gibi bugün de
emperyalizmin Türkiye’ye kurduğu tuzakları aydınlatmakta Vatan’da birleşenler.
Kardeşin, kardeşe kırdırılmasına karşı durmaktalar dimdik. Tek amaçları var
Vatan’da birleşenlerin vatanlarına sahip çıkarak bağımsız, özgür bir Türkiye’yi
yeniden kurup başı dik bir Cumhuriyet’te yaşamak. Evet, Vatan’dan daha aziz ne
var ki?
Adil Hacıömeroğlu
20 Şubat 2015