ABD ELÇİSİNİ KOVAN YÜREKLİ CUMHURİYETÇİ


Batlı emperyalistlerin ve onların şakşakçıları “Arap Baharı”, bizim de ısrarla “Arap Zemherisi” dediğimiz olaylar, Tunus’tan başladı ve laik çizgide, ulusçu anlayışta olan tüm Arap ülkelerine yayıldı. Bu olaylar dizisi, Arap ülkelerinin birçoğunda iç çatışmalara neden oldu. Birçok Arap ülkesi parçalanmayla yüz yüze kaldı.

“Arap Zemherisi” Suriye’de Esat kayasına tosladı. Hızı kesildi. Rüzgâr, Ortadoğu ve  Kuzey Afrika halklarının çıkarlarının yükseldiği cepheden esmeye başladı. Mısır’da “Münafık Kardeşler” iktidarı yıkıldı.

Tunus’ta, Ilımlı İslamcı Ennahda hareketi seçimleri kaybetti. Cumhuriyetçi Tunus’un Sesi Partisi kazandı. Böylece iktidar, laik cumhuriyetçilerin eline geçti. Genel seçimlerden sonra cumhurbaşkanlığı seçimlerini de cumhuriyetçiler kazandı. Cumhurbaşkanlığına, El Bacı Kaid El Sebsi seçildi.

Önceki hafta ABD’nin Tunus Büyükelçisi Jacob Walles Sebsi ile görüşmek için cumhurbaşkanlığına gidiyor. Tunus’ta ABD üssü açma isteğini söylüyor cumhurbaşkanına. Tunus Cumhurbaşkanının bu istek karşısında sinirlenerek elçiyi kovduğu söylenmekte.

Büyükelçisi kovulan ABD yönetimi sessiz kalır mı? Tabi, durumu düzeltmeleri gerek. Devreye Obama’nın girdiği söylenmekte. Ancak Sebsi, Obama’nın telefonuna da çıkmıyor. Tunus basınında bu haberler yazılıp çizilmekte. Ne yazık ki yandaş basın bu tür haberleri görmemekte.

Tunus’taki siyasal cinayetleri işleyenlerin ABD elçiliğine girip çıktıkları belirleniyor. Bu nedenle Tunusluların ABD’ye tepkileri daha çok artmakta.

ABD büyükelçisinin cumhurbaşkanlığından kovulması önemli bir olaydır. Bunu herkes yapamaz. Antiemperyalist bir duruş gerek bunun için. Tabi kocaman da bir yürek... Şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu Arap ülkelerindeki laik cumhuriyetçi yönetimlerin neden devrildiği. ABD’nin dini-darlara sevgisinin nedeni de bu olayda apaçık ortaya çıkmakta.

Herkes şapkasını önüne koyup düşünsün. Emperyalizme uyumlu bir uşak mı olacağız, yoksa kendi ülkesinin çıkarlarını savunan başı dik yurtseverler mi olacağız?
                                                                                                 Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                    27 Şubat 2015

SEN, KİMİN TOPRAĞINI KİME VERİYORSUN?


AKP Hükümeti, Suriye’deki Türk toprağı Süleyman Şah Türbesini boşalttı. Bu geri çekilme, başarı gibi sunulmakta kamuoyuna. Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasal başarısızlığından da Davutoğlu gibi yapay bir kahraman yaratılmak istenmekte.

Süleyman Şah’ın mezarı, Fransa ile yapılan 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşmasıyla Türkiye toprağı sayıldı. Bu antlaşma imzalandığında yurdun büyük bölümü işgal altındaydı. Henüz Türk devletinin sınırları belli değildi; ama Suriye’deki ata yadigârı bir toprak parçası karşılıklı bir antlaşmayla kazanılmıştı. Herkesin anlayacağı bir biçimde söylemek gerekirse İstanbul, İzmir, Edirne, Kars, Muğla, Çanakkale, Bursa, Uşak, Aydın, Antalya,, Denizli, Hatay, Boğazlar... ve Mersin’in ne olacağı belli değilken Süleyman Şah’ın mezarının egemenlik hakkı Türkiye’nin olmuştu. Bu nedenle bu vatan parçasının tarihsel, simgesel değeri Türk Ulusu için büyüktür. Tabi anlayana...

1921 Ankara Antlaşması, TBMM hükümetinin büyük başarısıdır. Bu antlaşmayla emperyalist bağlaşma parçalandı. Sovyetler Birliği’nden sonra Fransa ile de düşmanlık bitti, dostluk başladı. Güney sınırlarımızı kabaca çizen bu antlaşma bağımsızlığa giden yolda önemli bir dönüm noktasıdır.

Suriye, uluslararası antlaşmalar gereğince egemen bir devlettir. Sınırları bellidir. Şu anda Suriye’nin yasal temsilcisi Esat yönetimidir. Şam yönetiminin izni olmadan ülke topraklarına yapılacak her müdahale yasadışı tecavüzdür. AKP Hükümetinin, askeri bir operasyonla Türbe’yi boşaltması uluslararası hukuka aykırıdır. Bu nedenle Suriye topraklarına yapılan bir askeri eylemden Şam yönetimi önceden bilgilendirilmeliydi.

Bugün Suriye’deki karışıklığın birinci kışkırtıcı suçlusu ABD ise ikincisi de AKP’dir. Bu karışıklığın en çok zarar verdiği ülke de Türkiye’dir. Uzun vadede de yine en çok zararı Türkiye görecek bu durumdan. Doksan dört yıldır vatan toprağı olan bir yer terk edilmiştir.

Türbe’yi boşaltan askeri birlik, YPG/PKK bölgesinden geçerek Suriye’ye gitmiştir. Yol boyunca IŞİD’in kontrol ettiği topraklardan ilerlemiştir konvoy. Her iki terörist grubun da Türk birliğine ateş etmemesi ilginçtir. Harekâttan her iki terör grubunun da önceden haberdar olması güçlü bir olasılık. Anlaşmalar karşılıklıdır. AKP Hükümeti, bunun karşılığında YPG/PKK ve IŞİD’e ne vermiştir? Hangi güvence, iki terör örgütünü orada seyirci kılmıştır?

TSK’nın (AKP ve Cemaat’in tüm darbe, kumpaslarına karşın) bölgede hala caydırıcılığının yüksek olduğu tartışılmaz bir gerçek. Ancak gece vakti yapılan bir harekâtta riskler de çok büyük.

Şimdi, gelelim türbenin taşınmasına...

Yandaş ve merkez medya naaşların, “manevi değerlerin” taşındığından söz etmekte. Öncelikle şunu belirtelim ki sandukaların içinde Süleyman Şah ve iki askerinin naaşları yok! O sandukalar simgeseldir. İslam inanışına göre gömülen kişilerin naaşları tabutlarda bekletilmez.

“Manevi değerlerin taşınması" konusuna gelince... Hem de manevi değerler, çelik koruyucularla taşınmış. Bu kadar anlamsız, yanlış bir anlatım olamaz. TV’ler şaşkın ördek örneği, AKP’nin bu yanlışını aklayacaklar ya akılları sıra ne dediklerinin farkında değiller. “Manevi değerler” adından belli manevidir. Yani soyuttur. Bunlar, eşya değil ki çelik kutulara konulup taşınsınlar.

“Efendim, bayrağımız hiç inmemiş. Anında Suriye Eşmesi adlı köyde hemen göndere çekilmiş.”Antlaşmalarla senin olan toprakta şu anda bayrağın var mı? Yok! Kimi kandırıyorsunuz böyle sözlerle?

Türkiye sınırına sıfır kabul edilebilecek bir yer çevrilerek türbe yapılacakmış. Peki, bu işte Suriye’nin rızası var mı? Yok! O zaman işgalci durumuna düşer Türkiye? Daha önce Türbe’nin yerinin iki kez değiştirildiğini söylemekte AKP sözcüleri. Evet, değişti; ama Türkiye ve Suriye’nin karşılıklı rızalarıyla. Anlaşılacağı üzere Ankara Antlaşmasına zarar vermeden. Şimdi siz ne yapıyorsunuz? Ankara Antlaşmasının özüne darbe indiriyorsunuz?

Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması her bakımdan yanlıştır. Hem vatan toprağı terk edilmiş hem de terör örgütlerine ödünler verilmiştir. Terör örgütünü muhatap almak bile büyük bir ödündür. Unutulmaya..

Erdoğan-Davutoğlu dış politikası, Süleyman Şah Türbesi’nin duvarlarına çarparak Fırat’ın sularına gömüldü. Akılcılıktan, faydacılıktan, öngörüden, tarihsel bilinçten yoksun ve macera dolu bir dış politika anlayışının başarı olasılığı zaten yoktu.

Bakalım sırada ne var? Hangi Ulusal değerimizden vazgeçecek AKP?
                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               23 Şubat 2015

ŞEBEKESİ OLAN HERKES OKULLARA GİRMELİDİR


1978 yılıydı sanırım. Türkiye’de her gün onlarca gencin kurşunlanarak can verdiği günlerdi.

Sağ-sol çatışması görünümündeki Gladyo operasyonu tırmanış göstermekteydi. Öğrenciler korku içindeydi. Bir kör kurşunla ölüm, herkesin burnunun dibindeydi.

Aileler, büyük kaygı yaşamaktaydı. “Acaba çocuğuma bir şey olur mu? Başımıza bir şey gelir mi?” benzeri sorular en çok seslendirilen tümcelerdi. İletişim olanakları gelişmemişti. Anneler camda beklerdi çocuklarını. Babaların kulakları radyo ve televizyon haberlerindeydi.

Gizli bir güç, Türkiye’nin gencecik evlatlarını yemekteydi doymak bilmeyen bir açlıkla. Her geçen gün ölü sayısı artmaktaydı. Kitlesel katliamlar başlamıştı. Kahveler kurşunlanmakta, okullara toplu olarak gitmekte olan öğrenciler bombalanmaktaydı. Şiddet tırmandıkça sağ ve sol gruplarda aklıselim yitip gitmekteydi.  Kör dövüşü, Türkiye’nin gücünü kırmaktaydı. Siyasetçilerin büyük çoğunluğu terör akıntısına katılmıştı. Herkes çatışmanın bir tarafında safını alıyordu. Başta Ecevit olmak üzere CHP ve AP’den çok az sayıda siyasetçi işin farkındaydı. Olanların Kontrgerilla tarafından planlandığını seslendirmekteydiler.

Birkaç gerçek aydın, kardeş kavgasının dış güçlerce örgütlenip yönlendirildiğini söyleyip yazdılar. Bu aydınların başında Uğur Mumcu geliyordu. Ne yazık ki çatışmanın göbeğinde yer alan sol gruplar, Uğur Mumcu’ya “ajan” yaftasını yapıştırdılar. Mumcu, Kemalist, yurtsever bir aydın sorumluluğuyla gerçek yaşamdan örnekler ve belgelerle yaşanan durumu açıklamaya çalışıyordu. Ancak anlayan azdı. Toz duman içinde gözler gerçeği görmekte zorlanmaktaydı.

Okullar, mahalleler, hatta kentler paylaşılmıştı. Kurtarılmış bölgeler kurulmuştu. Sağcılar solcuların, solcular da sağcıların egemenliğindeki okullara gidemiyorlardı. Bu yolla binlerce öğrencinin öğrenim hakkı engellenerek ortadan kaldırılmış oluyordu. Okula gidemeyenlerin ortak paydası hepsinin halk çocukları olmasıydı. Nerdeyse hepsi dar gelirli ailelerden geliyordu. Aileler, dişlerinden tırnaklarından üç kuruşu artırarak çocuklarını okutmak için didinmekteydiler. Böylesi bir durum kabul edilemezdi. Öğrenim hakkı, bir yurttaşlık hakkıydı, engellenemezdi.

İşte, tam da Türkiye’nin gençlerinin katledildiği karanlık günde bir ışık yandı, çözüm geldi soruna. Çözümü üreten DGB (Devrimci Gençlik Birliği) idi. DGB: “Şebekesi (Öğrenci kimliği) olan herkes okullara girmelidir.” Diyerek öğrenim hakkını savundu. Öğrenim hakkının elde edilmesi demek; çatışmaların, ölümlerin, Türkiye’nin zayıflamasının önüne geçmek demek. Böylelikle Galadyo’nun oyunu bozulacaktı. 12 Eylül’e giden süreç ters döndürülecekti.

Ben de DGB üyesiydim. Okumakta olduğum okulda gücümüz ve etkinliğimiz vardı. Öncelikle bu düşüncemizi, okul yönetimine ve öğretmenlerimize anlattık. Onların tam desteğini aldık. Sonra sol gruplara anlatmaya çalıştık. Dinlemediler bile... Hiç düşünmeden bizim solcu ve devrimci olmadığımızı, ajan olduğumuzu söylediler. Tabi, o dönemde en kolay şey kişi ya da grupları yaftalamak. Çamur at, izi kalsın...

Okuldaki ülkücü liderlerle konuştuk. Onların tavrı da sol gruplardan farksızdı. Biz, bu işin grup liderleriyle olamayacağını anlayıp tabanlara yöneldik.  Her iki kesimden de onlarca öğrenci DGB’nin düşüncesini doğru bulup destekledi. Sınıflarda DGB üyeleri daha bir saygı görür oldu. Olaylar  da azalmalar oldu. Kavgalar, küçük azınlıklar arasındaydı artık.

DGB, Türkiye’nin kan gölüne döndüğü bir dönemde doğru çözümü bulmuştu o zaman. Doğru çözüm vatanda birleşmekteydi. Vatanın çocuklarının kırdırılmasına karşı çıktı. Onların emperyalizme karşı kavgada birleşmelerini savundu.

DGB, Aydınlıkçıların örgütlendiği bir gençlik derneğiydi. O gün olduğu gibi bugün de emperyalizmin Türkiye’ye kurduğu tuzakları aydınlatmakta Vatan’da birleşenler. Kardeşin, kardeşe kırdırılmasına karşı durmaktalar dimdik. Tek amaçları var Vatan’da birleşenlerin vatanlarına sahip çıkarak bağımsız, özgür bir Türkiye’yi yeniden kurup başı dik bir Cumhuriyet’te yaşamak. Evet, Vatan’dan daha aziz ne var ki?

                               Adil Hacıömeroğlu

                               20 Şubat 2015

 

KAR YAĞDI, AKP BAKTI



17 Şubat 2015 günü başladı kar yağışı... Günler öncesinden meteoroloji uzmanları uyarmaktaydı yurttaşları ve kurumları.

Kar yağmaya başlar başlamaz İstanbul’da ulaşım felç oldu. Kara, deniz ve hava ulaşımı durdu. Boğaz köprüleri tıkandı. Yurttaşlar saatlerce aç susuz beklediler evlerine gitmek için. On saati aşkın araç içinde bekleyenler oldu. Ortada ne belediye görevlileri ne de merkezi hükümete bağlı kuruluşların ekipleri vardı. İş başa düşmüştü. Yolda kalanlar, yardımlaştılar kendi aralarında. Kayan araçları birlikte çektiler. Patinaj yapan arabaya omuz verip ittiler. Suyu, ekmeği olanlar saatlerce yan yana bekledikleri araç komşularıyla paylaştılar ellerindekileri.

Koca kentin iki yakasını bağlayan iki köprüdeki tıkanıklığı açamadı İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Anayolları tuzlayamadı, biriken karları küreyemedi. Anayollar tıkanınca ara sokaklarda bile ulaşım durdu. Türkiye’nin en büyük kenti kara teslim oldu.

Afra tafrayla açılan metrobüs kontak kapattı. Yolcular kış kıyamette kilometrelerce yürümek zorunda kaldı. Kimse işine zamanında gidemedi. İşe gidenlerin bazıları evlerine dönemedi. Geceyi işyerindeki koltuk ve sandalyelerin üstünde yarı uyanık geçirenler oldu.

Yıllardır söyledik, dilimizde tüy bitti. Kentlerde ulaşım sorununu çözmek için raylı sistemler gerekli diye. Anlayan yok! Seçim yatırımı için metrobüs yapıldı aceleyle. Düşünmeden taşınmadan, hesap kitap yapmadan metrobüsler sefere çıktı. Yokuş çıkamayan araçlar vardı. Pahalı bir projeydi, ama kimin umurunda? Önemli olan halkın gözünü boyayarak oy almak. Halkın kesesinden para harcama hovardalığı tam gaz. Nasıl olsa hesap soran yok!

İstanbul’un dev gibi sorunları dururken üçüncü köprü devreye girdi. Köprü demek karayolu demek, karayolu demek daha çok araç demek, daha çok araç demek de ulaşım yükünün çoğalması demek. Ama derdini kime anlatacaksın. Siyasetçi, iktidarda kalmayı halkı aldatma üzerine oturtursa olacağı bu.

Yalnızca İstanbul’da mı ulaşım derdi? Hayır! Türkiye’de büyük kentler arasında ulaşım duruyor en küçük kar yağışında geçen ay yağan karda İzmir-İstanbul karayolu ulaşıma kapandı bu kez İstanbul’u Edirne ve Ankara’ya bağlayan yollar kesildi. İzmir-Bursa yolu kilitlendi. Neden mi? Yetkililerin günah keçisi kamyonlar, TIR’lar... Eeee, yük ve insan taşımacılığının neredeyse tamamını karayoluyla yaparsan böyle olur. Çağdaş dünyanın demiryollarıyla ördükleri ülkelerinden ders alan yok!

Ey siyaset bezirgânı! Dünyayı göremiyorsan önünde Atatürk var, onu gör! Yoksul Türkiye’yi niçin demir ağlarla ördüğünü anlamaya çalış. Tabi anlayacak yeteneğin varsa...

Ey halkı kandırmayı siyaset yapmak sanan düşünce kabızı politikacı! Yandaşları varsıllaştıracağım diye göstermelik yatırımlarla milletin parasını çarçur etmektesin. Yaptığın yollar, bir yağmura bile dayanamamakta. Yönettiğin kentler her seferinde kara teslim olmakta. Sen de iş yapıyormuş gibi ortalıkta salınmaktasın.

Büyükşehir Belediyesi başkanı, “İstanbul’un on beş milyonluk bir kent olduğu için her yanına hizmet götürmekte zorlandıklarını” söylemekte. Yahu be adam, sen seçime girdiğinde İstanbul’un büyüklüğünün farkında değil miydin? Gitseydin on bir haneli bir mezrada muhtar olsaydın, böyle sorunlarla uğraşmak zorunda da kalmazdın.

Unutmadan söyleyelim, İstanbul’un da on beş milyon kişiye göre ekonomik olanakları, gelirleri var. Halkın parasını uyduruk işler yerine, doğru yatırımlara harcasaydın bunları yaşamazdı koca kentin insanları.

AKP belediyeciliği İstanbul’da çöktü. AKP’nin genel siyaseti de karayollarında kar altında kaldı. Beceriksizliklerine bahane üretmede usta olduklarını söyleyebilirim. En büyük bahaneleri de kışın ağır geçtiğini söylemeleri. Türkiye burası, Arap çölü değil. Burada kış da bahar da yaz da güz de olacak. İlk kez kar yağmıyor İstanbul’a ve Türkiye’ye. Önlem alamayan toplumlar, doğa olaylarına teslim olurlar.

Bir sözümüz de ilçe belediyelerine... Ara sokaklara girmek neredeyse olanaksız. Üzüm üzüme baka baka kararmış anlaşılan.

İstanbul valisine gelince...

Okulları tatil etmek için akşam karanlığını beklemesi ilginç. Görünen köy kılavuz istemez. Vali Bey, sosyal medyada öğrenci ve velileri kendisine yalvartmakta okulların tatili için. Bundan da hoşlanmakta sanırım.

Üç gün boyunca kış kışlığını yaptı. Ancak ne yazık ki Belediye başkanı başkanlığını, vali valiliğini, yetkililer üstlendiği görevleri yapamadılar. Hepsi kar altındalar. Bekleyelim, havalar ısınıp karlar eriyince ortaya çıkıp süslü söylevlerine başlarlar. Halka masal anlatmayı kaldıkları yerden sürdürürler.
                                                           Adil Hacıömeroğlu
                                                           19 Şubat 2015


YÜZDE ELLİYİ EVLERİNDE TUTMUYOR ARTIK


Özgecan’ın modern yaşam tarzı, görünüşü karşısında azgınlaşan ilkel benlik saldırıya geçti. Tecavüze yeltendi, Özgecan’ın direnişiyle karşılaştı. Evinde zor tutulan yüzde elliden biri olan katil; önce bıçakladı, sonra arabayla ezdi, Özgecan can vermeyince de benzin döküp yaktı.

Kar yağdı, doğa beyaz örtüsünü kuşandı. Kar, çocukların da gençlerin de yüreğindeki gençlik, yaşam cevherini soldurmayan orta yaşlıların da heyecanlandığı bir doğa olayıdır. Kartopu oynamak, kardan adam yapmak, karda yürümek herkesin can atarak istediği bir şeydir. Kar, insanın içinde coşkun ırmakların akmasını sağlar. Duygularını harekete geçirir.

Kadıköy Yeldeğirmeni’nde de kar coşkusunu yaşamak isteyen bir grup genç kartopu oynamaya başlar akşamın alaca karanlığında kızlı erkekli. Atılan kartoplarından biri esnaf kılığındaki saldırganın camına gelir. Cam kırılmaz bile... Saldırgan canlı bir bomba... Patlamak için fırsat kollamakta... Önce sopayla, sonra bıçakla saldırır kızlı erkekli gruba. Saplar bıçağı gazeteci Nuh Köklü’nün yüreğine. Can verir oracıkta Genç Gazeteci.

Saldırganı delirten dükkânının camına kartopu gelmesi midir? Bizce hayır! Onu delirten kızlı erkekli kartopu oynayanlardır. Onu bıçakla saldırmaya iten kartopu oynayanların mutluluğudur. Onu delirten kızlı erkekli atılan kahkahalardır.

Yaşamı boyunca mutlu olamamış, karşı cinsle eşit bir ilişki içinde kahkaha atamamış bir kişinin içinde yıllarca bastırdığı duyguların patlamasıdır bu. Mutluluğun, sevginin ne olduğunu bilmeyen biri, mutluluk tablosu karşısında ezilir, afallar, o tabloyu yok etmeyi düşünür.

Yaşamı boyunca karşı cinsten sevdiği biriyle el ele, özgürce, yüreği coşarak bir dakika bile yaşamayan bir kişi yapamadıklarını başkalarının yaptığını görürse kıskançlıktan kudurur.

Yeldeğirmeni’nde evde zor tutulan yüzde elliden bir kişi çağdaş yaşama karşı kışkırtıla kışkırtıla barut fıçısı olmuştur. Ve sonunda patlamıştır.

Nuh Köklü, karlar üzerinde can verirken TBMM’de iktidar partisinin eli sopalı fedaileri, iç güvensizlik yasasını kabul ettirmek için muhalefet milletvekillerine meydan dayağı atmaktaydı.

RTE’nin evlerinde zor tuttuğu yüzde elli, evlerinden çıkmaya başladı. TBMM’de, Yeldeğirmenin’de, Tarsus’taki dolmuş’ta ölüm saçarak... Allah bin beterinden saklasın Türk halkını!
                                                           Adil Hacıömeroğlu

                                                           19 Şubat 2015

MİNİ ETEK Mİ, MİNİ BEYİN Mİ?


“Siz de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın.” Bu sözler, kendini Sanatçı sanan bir zavallıya ait. Bu kişinin adını yazmayacağın, sayfam kirlenmesin. Ancak kim olduğunu herkes bilmekte. Bu sözler Özgecan’ın öldürülmesinden sonra paylaşılmış sosyal medyada. Tabi, tepkiler artınca da silinmiş.

Sanmayın ki yukarıdaki düşünceler bir sanatçı müsveddesine ait. Bu doğrultuda düşünen birçok kişi var. Zaten türkücü olduğunu sanan medya şişkini zavallı, bu sözleri iktidara yaranmak için yazmıştır. AKP yandaşı gibi görünerek parsayı kapma düşüncesinde aklınca.

Ne yazık ki AKP çevrelerinde laiklik, ahlaksızlık olarak algılatılmakta. Oysa laik kişilerin 2007’de düzenlediği Cumhuriyet mitinglerinde ve Haziran Direnişi sırasında milyonların toplandığı alanlarda bir tek taciz ve hırsızlık olayı görülmemiştir. Demek ki sorun laiklikte değil, laiklik karşıtı olmakta.

“Efendim mini etekle gezmek taciz ve tecavüze davetiye çıkarıyormuş.” demekte bazı kişiler. Türkiye’de yalnızca kadınlara mı tecavüz ediliyor. Tecavüz edildikten sonra öldürülen erkek çocuk sayısı saymakla bitmez. Bir yıl önce Kars’ta tecavüz edildikten sonra öldürülen Mert, mini etek mi giyiyordu?

Seksenlik nineye tecavüz eden sapkın, mini etekten mi tahrik oldu?

Kayseri’de bayram günü şeker toplayan küçücük üç kız çocuğunu kaçırıp kirletenler mini etekten mi tahrik oldular?

Damacanaya, vitrindeki cansız mankene, ördeğe, keçiye, eşeğe, köpeğe tecavüz edenler bu varlıkların giydiği mini etekten mi tahrik oldular?

“Annemin diz kapağını görsem tahrik olurum.” diyen hastalıklı beyinleri normal mi karşılayacağız?

“Benim olmazsan taciz ederim” diye şarkı sözü olan birinin her gün, neredeyse her konuda televizyon ekranlarında boy göstermesi anlaşılır gibi değil. Bu şarkının geneline bakıldığında hep zorbalık var. Düzen; sanatla ilişkili olmayan, söylediği sözlerle toplumu suça teşvik eden bu tür kişileri parlatmakta. Öncelikle yurttaşlarımız, sanat adına ortaya çıkan bu kokuşmuşluğun önüne geçmeli. Bu kişilerin çıktığı televizyonları izlememeli.

Afrika’da yaşayan birçok kabile, Amazon yerlileri, Endonezya’daki kimi topluluklar neredeyse çıplak gezmekteler. Özellikle de kadınların göğüsleri açık. Ne var ki bu toplumlarda tecavüz neredeyse yok. Olursa da en ağır ceza var.

Her şey beyindedir. Sorun mini etekte değil, mini beyinlerdedir. Eğer beynin gelişmemişse nefsine egemen olamazsın. Mini beyinler, her deliği vajina olarak görmekte ne yazık ki. Canlı ya da cansız olması ne fark eder?
                                   Adil Hacıömeroğlu

                                   16 Şubat 2015

ÖZGECAN’I KİM ÖLDÜRDÜ?


Özgecan Aslan... Yirmisinde bir üniversite öğrencisi... Hayallerinin başındaydı daha... Tarsus’ta eve dönmek için bindiği bir dolmuşta katledildi. Özgecan’ı öldüren canını emanet ettiği dolmuşun sürücüsü. Önce tecavüz etmek istedi sürücü. Özgecan direnince bıçak darbeleriyle can verdi. Sonrasında cesedi yakıldı gözü dönmüş katil ve yardım eden şaşkınlarca. Vahşetin böylesi görülmüş şey değil!

Peki, Özgecan’ı kim öldürdü? Tecavüz, neden bu kadar sıradan duruma geldi? Yakılarak öldürme düşüncesi kimlere ait?

Yukarıdaki soruların yanıtlarını vermeye çalışalım.

AKP iktidarıyla birlikte birçok konu ilgisi olsun ya da olmasın hep kadınlar üzerinden tartışıldı. Kadın, yalnızca cinsel bir nesneymiş gibi bir algı oluşturuldu toplumda.

Nasıl mı?

“On yaşında, yedi yaşında, altı yaşında nikâha engel bir durum yoktur.” Bu sözler, adında “sosyal” olan bir derneğin başkanına ait. Allah’la aldatanlardan güya İslam bilgini. Burada kızların evlilik yaşını açıklamakta. Erkeklerin mi evlilik yaşı? Üst sınır yok sözde âlime göre.

“Duyarlı Müslüman bir hanım, internet gibi insandan cine kadar herkese açık ve bir daha kapatılamayan bir ortama fotoğraflarını nasıl koyar?” bu sözler de yukarıdaki AKP âlimine ait. Bir kadın fotoğrafı bile onun için tahrik unsuru.

Aynı kişiden bir örnek daha... Çalışan kadınların erkekleri doyumsuz hale getirdiğini ve ümmete zarar verdiğini söylemekte bu zat. Yahu sen din bilgini misin, cinsellik uzmanı mısın? Kadınların apış arasından başka bir şey düşünmez misin be adam?

Yandaş köşe yazıcılarından biri yazısının başlığını “Erasmus Değil, ‘Orgasmus’ Projesi” koyarak uluslararası bir öğrenci değişim programını aklınca eleştirmekte. Tabi buna eleştiri denirse...

“Erasmus, ‘rezalet’ bir iş demiştim, bir zamanlar. Erasmus bursu alan öğrenciler arasındaki gayr-ı meşru ilişkiden bir milyon çocuk doğmuş.” demekte yandaş yazıcı.  Kesin bir bilgisi var mı yok! Yazısının ilerleyen bölümlerinde rakamlar değişmekte. Kızlar, erkeklerle bir araya gelince illaki cinsel ilişki olacak ona göre. Tabi, her cinsel ilişki sonrasında da gebelik. Bu yandaş yazıcı, ne yazık ki eski ve bayağı bir yalandan medet ummakta çağdaş toplum ilişkilerini karalamak için.

Yandaş bir Profesör: “Hamile kadınının sokakta dolaşması terbiyesizlik demekte. Beyinleri nasıl kirletilmiş pornografik kültürle. Çünkü hamilelik beyefendiye cinselliği çağrıştırmakta. Bunun için de dünyanın en kutsal işi anneliğe savaş açmakta.

“Çalışan kadın ‘Ben kocama muhtaç değilim.’ deyip yuvasını dağıtıyor. Kocasına muhtaç değil; ama elin adamının, patronunun hizmetinde olmayı haysiyetine uygun buluyor.” diyen de devlet televizyonunun yorumcusu aynı profesör. Kadınları sosyal yaşamın içinde görmeye tahammülleri yok nedense... Kafa, köleci dönem kafası... Patronun yanında çalışanları her şeyiyle satın aldığını düşünen sakat bir mantıkla yüz yüzeyiz. Ne diyelim? Allah, akıl fikir versin!

“Kırmızı otomobil kullanan kadınlar genellikle üniversiteli kadınlardır. Kırmızı renk otomobil alan kadınlar sert sigara kullanıyorlar, içki kullanıyorlar. Bu kadınlar evlenemiyorlar ya da evliliklerini sürdüremiyorlar. Bu kadınlar kavgacı, çok kaza yapıyorlar ve CHP’ye oy veriyorlar.”  Bu tümceler de ünlü bir yandaş köşe yazıcısına ait. Kadının özgürleşmesi karşısında ne yapacağını şaşırmış bir zavallı. İşi CHP’ye bağlamasının nedeni de Cumhuriyet’i kuran parti olması. Cumhuriyet değerleri AKP’lileri delirtmekte ve her fırsatta karalıyorlar çağdaş değerleri.

Eee, yandaşlar böyle olunca büyük usta boş durur mu? Durmaz. O da Dolmabahçe’deki ofisinin önünden geçen Kadıköy vapurunun yolcularının giyimlerini diline doladı. Beyefendi lütfediyormuş da vapurdan inen kızların giyimine karışmıyormuş. Kışkırtmaya bakın! İşi her işte olduğu gibi taşeronlara havale etme yöntemi bu!

AKP’li yöneticilerden ve yandaşlardan bu konuda yüzlerce benzer örnek verilebilir. Neyse sözü fazla uzatmayalım...

AKP’liler böyle düşünürde onların münafık kardeşleri boş dururlar mı? Onlar da Mısır’da iktidardayken ölü eşlerle cinsel ilişkiyi savunmadılar mı? Al birini vur ötekine...

Bir kişinin beynine penisinden daha az kan giderse sapıklık yapması normal. Çünkü penisi de kontrol eden, yöneten beyindir.

Özgecan’ı, Sapık düşünceler ortaya atanlar elbirliğiyle öldürdüler. Kadını cinsel obje olarak topluma sunan zihniyettir Özgecan’ın katili.

Yakmaya gelince...

Madımak’ta aydınları, ırak ve Suriye’de rehin aldıkları kişileri yakarak öldürenler kim? Özgecan’ın katilinin örnek aldığı Madımak’ı yakanlar ve IŞİD. Katilleri uzakta aramayın, onlar yanı başımızda...
                                                                                                         
                                                                                                       
Adil Hacıömeroğlu
                                                                                                           
15 Şubat 2015

      

DÜNYA LİDERİ KİM?


AKP yandaşları RTE’nin dünya lideri olduğunu söyleyip dururlar. Tabi dünya liderliği sözle olmaz, işle olur. Kendi kendine “Ben dünya lideriyim.” demekle de olmaz. Yandaşların pohpohlamaları, şişirmeleri, yağcılıklarıyla ise hiç olmaz.

Peki, dünya liderliği nasıl olur?

Dünya liderliği gevezelik yaparak yılbaşı hindisi gibi şişinerek palavra atarak olmaz. Doğru sözlülük gerek. Özüyle sözünün bir olması gerek. Kısacası adam olmak gerek dünya lideri olmak için.

Dünya lideri olmak için ülken ve halkın için yararlı işler yapacaksın. Ulusun çıkarını, kendi çıkarının üstünde tutacaksın.

Dünya lideri olmak için ezilen uluslara, emperyalizmden kurtuluşun yolunu göstereceksin. Emperyalizmin karşısından diz çökmeyip eşbaşkanı, işbirlikçisi, taşeronu olmayacaksın.
,
Dünya lideri olmak için sağlam bir kişilik, çelik bir irade gerek. Halkına küfretmeyip saygı duyacaksın.

Dünya lideri olmak için yoksuldan, ezilenden yana olacaksın. Halkını, yandaşa soydurmayacaksın. Kamu malına el uzatmayacaksın.

Dünya lideri olmak için bir ağacın dalını kesmemek için köşkün yerini değiştireceksin; Ağaçları kesip saray yaptırmayacaksın kendine.

Dünya lideri olmak için kendi tarihine, komşularının hukukuna saygı göstereceksin. Emperyalistlere kanıp komşularını mahvetmeyeceksin. Saldırgan, bozguncu, yıkıcı değil; barışçı olacaksın.

Dünya lideri olmak için halkına değil, ulusunun düşmanlarına silah çekeceksin. Bir tek yurttaşının bile burnu kanasa üzüntün arşı aşacak. Onun acısını yüreğinin tam ortasında hissedeceksin.

Dünya lideri olmak için cumhuriyetçi olacaksın, hilafetçi değil. Laiklikten ödün vermeyeceksin. Ulusal çıkarlarını her koşulda, herkese karşı savunacaksın.

Dünya lideri olmak için devletçiliği savunacaksın. Devlet kaynaklarını üç kuruşa yandaşa, İsrail’e ve emperyalistlere peşkeş çekmeyeceksin.

Dünya lideri olmak için yüreğin sevgi dolu olacak, kin değil. Doğduğun toprakları seveceksin, ona ihaneti aklının bir köşesinden geçirmeyeceksin. İnsanları renk, dil, din, cinsiyet farkı gözetmeksizin seveceksin.

Dünya lideri olmak için halkını karanlıktan aydınlığa çıkaracaksın. Tek bir bireyinin bile başını öne eğdirmeyeceksin.

Dünya lideri olmak için memleketin dört bir yanından fabrika bacalarını tüttüreceksin. Köylünü ekmek sahibi yapacaksın, onun elindeki ekmeği alıp el âleme yedirmeyeceksin.

Dünya lideri olmak için Atatürk olacaksın, adın her yerde saygıyla anılacak. Büst ve heykellerin dünya kentlerini süsleyecek.

Atatürk olmak da kolay değil tabi ki... Onun için de mangal gibi bir yüreğin, ufkun ötesini gören bir aklın, çağdaş bir kafan olacak.

RTE ve yanındakiler, 11 Şubat 2015 günü Küba’nın başkenti Havana’da dünya liderinin büstünü gördüler. Küba’da Atatürk’ten başka hiçbir dünya liderinin büstünün olmadığını da belirtelim. Ne demek istediğimizi anlayan anlar. Bu durum karşısında gururlandılar mı, yoksa şaşkına mı döndüler bilmiyorum. Ancak şu kesin ki dünya liderliğinin kolay olmadığını anlamış oldular.
                                                    
                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                   12 Şubat 2015



NEFRET ETMEYİP DE SEVELİM Mİ?


 Hükümetin Ağlamaktan Sorumlu Bakanı: “Biz yüzde elli oy alıyoruz. Fakat geride kalan yüzde elli de bir nefret söylemine dönüşüyor.  Eskiden sokağa çıkardık, taraftarımız bizi çok severdi. Karşıdaki muhaliflerde saygı duyardı. Şimdi bir nefretle bakış seziyorum. Kemikleşme, kamplaşma var.” Demekte. Aslında doğru bir söz bu, ancak eksik.

Neden mi?

Türkiye ekonomik, siyasal, kültürel, sanatsal çöküşe gitmekte hızla. Yoksulluk diz boyu. Yurttaş bir dilim ekmeğe muhtaç. Kimsenin yarını garanti değil.

Halk bölünmüş. Önce bölücü örgüt, etnik kökende bir bölünmenin temellerini attı. AKP on iki yıldır laik-anti laik kutuplaşması yarattı. Her iki tarafı düşmanlaştırmak için elinden geleni yaptı. Türkiye topraklarına kin tohumları ekti AKP.

Eğitim, sağlık, bayındırlık hizmetlerini çökertti AKP. Yüz yılda milletin alın teriyle oluşturulan fabrikalarını sattı. Halkı işsizliğe mahkûm etti. Özelleştirme adı altında halkın malı olan değerler satıldı haraç mezat.

Köylümüz, kendi toprağında tarım yapamaz oldu. Tarlalar boş kaldı. Ekin ekmek, meyve yetiştirmek uluslararası tekellerin iznine bağlandı. Bir ülkede yurttaşlar, kendi topraklarında istediği ürünü ekip dikemiyorsa kara kara düşünülmelidir, “Acaba bağımsız mıyız?” diye.

Ahlak değerlerini çökertti AKP. Hırsızlığı günlük, olağan bir iş durumuna soktu. Hatta kimi vekiller, adam kayırmayı ayetlerle haklı göstermeye kalktı. Allah’ın kutsal kitabını bile alet ettiniz rezilliklerinize ey Arınç! Niye sesin çıkmadı o zaman?

Toplumu bir arada tutan değer sistemleri ve kurumları bir bir yok edildi AKP’ce. Niye sesin çıkmadı ey Arınç?

            Kahramanlar yalan ve iftiralarla Silivri zindanlarına atılırken neredeydiniz ey Arınç? Teröristler, muteber adam(!) olarak endam ederken siz uzayda mıydınız?

            Kişiye özgü yasalar çıkarılırken, hukuk sistemi altüst olurken, ordu komploya uğrarken siz kış uykusunda mıydınız ey Ağlak Bakan?

Size suikast düzenleneceği yalanlarına niye destek verdiniz? Bu yolla TSK’nın kozmik odasının yağmalanmasına önayak olduğunuzun farkında mısınız ey Arınç? TSK’nın gizli bilgilerinin, ulusal sırlarının art niyetli kişilerce ele geçirilmesinin açık bir casusluk olduğunu bilmiyorsunuz sanırım.

Her gün AKP sözcüleri Cumhuriyet kurucularına en ağır sözleri söylerken kulaklarınızı neden tıkadınız? Bu hakaretlerin halkın gönlünü yaraladığını anlamadınız mı ey Arınç?

Olduk olmadık her şeye gözyaşı döktünüz ey Arınç! Ancak şehitlerimizden, çocuk yaşta toprağa düşen evlatlardan, polis şiddetiyle mahvolanlardan bir damla gözyaşını esirgediniz nedense...

Erdoğan Çankaya’da oturmaya bile korktu. Neden mi? Çünkü o, kendini Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı olarak görmedi. Yansız olmak yerine Cumhuriyet güçlerine savaş açmayı yeğledi. Cumhuru değil, cumhurun bir bölümünü temsil etmekte. Cumhuru temsil etmeyen birine halkın sevgi duyması olası mı? Ey Arınç, dünyanın her hangi bir ülkesinde devletin birliğini temsil etmesi gereken cumhurbaşkanının halkını kutuplaştırdığını gördünüz mü? Kendi halkına savaş ilan eden bir devlet yöneticisi dünyanın neresinde görülmüş acaba?

Ey Arınç, Türk Milletinin AKP yöneticilerine nefretle bakmasından daha doğal olan ne vardır? Düşünün bakalım, kendinizi halkın yerine koyun. Şunu da unutmadan söyleyeyim. Bu günler iyi günleriniz. Bin bir yalanla aldattığınız size oy veren seçmenleriniz var ya, işte onlardan korkun. Onların nefret dolu bakışlarıyla karşılaşacağınız günler yakındır. Çünkü mahvettiğiniz Türkiye’nin en çok ezilen insanlarıdır onlar. Ya kandırıldıklarını bir anlasalar ne olur? Bu sorunun yanıtını düşünmek bile istemiyorum. Anladınız mı? Türk halkı bu kadar olanlardan sonra nefret etmeyip de sevsin mi sizi?
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               10 Şubat 2015



SİGARA YASAĞI, NAYLON KENTLER YARATTI


Kapalı yerlerde sigara içme yasağı getirildi. Doğru mu? Çok doğru bir karar. Körpecik ciğerler zift bağlıyordu. Hele şehirlerarası otobüs yolculuklar neydi öyle? Soluksuzluktan öleyazacaktık otobüs denen tabutlarda. Ayak, bayat yemek ve sigara kokularının karışımı bir koku baygın, bitkin düşürmekteydi yolcuları.

Lokantada, kahvehanede, hatta yakınlarımızın evinde bile oturmak sorundu. Hele kışsa... Sigara dumanları havada yükselir, bir süre sonra göz gözü görmezdi. Küçücük çocuklar balgam çıkarırdı aksırınca.

Sigara yasağını sevinçle karşılayanlardanım. Yurttaşlar, büyük bir beladan kurtulacaktı. Sağlıklı kuşakların yetişmesinin önü açılacaktı. Buna kim karşı çıkabilirdi ki?

Sigara yasağı, toplumca kabul edildi kolayca. Yurttaşların büyük bir çoğunluğu yasaya uydu. Ancak...

Bazı işletmeciler sigara yasağını fırsata dönüştürdüler. İşyerlerinde sigara içme bölümleri oluşturdular derme çatma. Bu derme çatma yerler, sonradan naylon poşetlerle kapatıldı. İçeriye ısıtıcılar kondu. Denetim söz konusu olduğunda ise poşetin bir yanı açılıp durum idare edilir oldu. Giderek bu naylon çadırımsılar çoğaldı. Dükkânlar dört beş kat büyüdü. Bahçeler, kaldırımlar işgal edildi. Haksız kazanç için kent naylonlaştı. Sigara yasağı mı? Güya uygulanıyor, poşetler içinde.

Naylon çadırımsıların zeminine betonlar döküldü. Apartman bahçelerinde az da olsa var olan yeşillikler, griye dönüştü. Özellikle cadde kıyılarında yer alan altları dükkân olan apartman bahçeleri poşetlendi. Görüntüdeki çirkinlik, bu işin önemli yanlarından biri.

Ancak bu durumun asıl yanlışlığı, kentlerde yeşili yok etmesinde. Apartman bahçelerinde olması gereken ağaçlar, ağaççıklar, çalılar, çiçekler, çimler yok! Yoğun trafiğin olduğu caddelerde büyük bir oranda egzoz gazı salınımı olduğu herkesin malumu. Bu zehir yüklü gazı temizleyecek olan ne? Bitkiler... Ne yazık ki bitkileri yok etmişiz naylon uğruna.

Gelelim, poşete sokulmuş kentlerin diğer bir sorununa... Apartman bahçelerinin betonlandığını söylemiştik. Koca bir cadde boyunca gittiğinizde neredeyse bir karış toprağa rastlayamıyorsunuz. Yağmur, kar yağıyor sık sık. Toprağın yağmur sularını emmesi gerek doğal denge gereği. Toprak yok ki emsin? Beton zeminden yağış hızla akıyor. Bir bakıyorsunuz caddeler, sokaklar akarsuya dönmüş. Artık yurttaşlara düşen paçaları sıvayıp evin yolunu tutmak...

Yağışlar boşa gitmekte. Toprak, gökten nasibini alamamakta. Bu nedenle de her yağış sonrası yaşanan eziyetler, rezaletler... Deniz kıyısında olan kentlerimizi bile sel basmakta. Sular, birkaç metre ötedeki denize akamamakta. Kendi ellerimizle kent sokaklarını, caddelerini nehre döndürmüşüz.

Birileri haksız kazanç sağlayacak diye koca kenti, poşetlemişiz naylonlarla. Suyla toprağın arasına engeller koymuşuz umarsızca. Suyu doğal akışından uzaklaştırmışız. Toprağı betonun ve naylonun altında hapsetmişiz. Çocukların oynaması, yaşlıların dinlenmesi gereken bahçeler betona ve naylona teslim edilmiş. Sabahleyin çim, çiçek kokularıyla uyanmak yerine, egzozun genizleri yakan, soluklanmayı engelleyen kokusunu ciğerlere doldurmaktayız.

Poşetlenen ve betonlanan bahçeler yalnızca insanlara mı zarar vermekte? Ne yazık ki hayır! Kuşlara, böceklere yaşam alanı bırakmıyor bu durum. Onların kentten uzaklaşmasına neden olmakta. Tabi, onlara bağımlı olan canlılar da yok olmakta giderek. Kediler, köpekler caddelerin kuytularında merhametli insanlar aramaktalar bir lokma yemek, bir yudum su için.

Belediyeler, sağlık bakanlığı, çevre ve şehircilik bakanlığı bahçeleri, kaldırımları işgal eden bu hoyratlığa “Dur!” demeli.  Binaların bahçelerine ağaç dikme zorunluluğu getirmeli. Çok zorunlu olmadıkça zemine beton dökmeyi önlemeliler. Kent halkını yeşilden yoksun bırakmak, birçok tinsel (ruhsal) sorunu da ortaya çıkarmakta.

Yaşadığımız kentlerde griye tutsak mı olacağız? Yoksa insanca yaşamanın olanaklarına mı kavuşacağız?
                                               Adil Hacıömeroğlu
                                               3 Şubat 2015