KORKMUYORUZ!
13
Mart’ta Ankara’da patlattı bombayı hain eller... Otuz altı yurttaşımız yaşamını
yitirdi.
19
Mart’ta İstanbul’da İstiklal Caddesiydi hedef... Üç İsrailli, bir İranlı turist
öldürüldü.
Anakara’yı
PKK ile İstanbul’u IŞİD’le vurdu hain el. Kim mi bu hain el? Defalarca yazdık,
söyledik... Türkiye’de patlatılan her bombanın, halkımıza sıkılan her mermin
arkasında ABD-İsrail var. Bu gerçeği kabul etmeden sorunu çözmek çok zor.
İstiklal
Caddesinde patlayan bombadan sonra psikolojik bir harekât başlatıldı sosyal
medyadan ve bazı basın-yayın organlarından. Halkı sokağa çıkarmamak, eve
kapatmak için uğraş verilmekteydi. Terör karşısında sinmiş, başını evinin
penceresinden çıkaramayan bir yurttaş topluluğu olsun isteniyordu. Bu nedenle
yalan haber yayma yarışı başladı.
Yalan
kolay yayılır her yana. Çünkü şekere sarılmış zehirdir. Şekerin tadı, çeker
insanı. İnsan şekerin tadıyla kendinden geçerken yavaş yavaş zehirlendiğinin
farkına varmaz.
Sosyal
medya ve fısıltı gazetesinde yalan balonları uçurulurken geçmişe gittim, bazı
anılar gözümde canlandı.
1983’ün
Temmuz’unda askerlik görevimi yapmak için kısa dönem (dört ay) er olarak
Antalya Topçular’a gitmiştim. Askerliğimizin birinci haftası dolmuştu ki bir
haftalık şeker bayramı izni verildi. Herkes sevinçle izne gitti. İzin bitiminde
yeniden teslim olduk birliğimize. Teslim olmamızla erken terhis haberleri
yayıldı. Neredeyse herkesin Ankara’da, Genelkurmay’da bir tanıdığı vardı. “Neymiş
efendim, falanca bölükteki birisinin Genelkurmay’daki yakını söylemiş, erken
terhis olacakmış. Ama sakın kimseye söylemeyin!” Bu tür sözler döner dolaşır,
yalanı söyleyene gelir, o da inanır kendi yalanına. Kimse de çıkıp şunu
söylemiyordu: “Yahu kardeşim bu askerlik topu topu dört ay, neyin erken
terhisi?”
1999
depreminin şaşkınlık zamanıydı. Koca İstanbul neredeyse sokakta gecelemekteydi.
Apartmanların küçücük bahçelerinde, duvar diplerinde yataklar, mini mutfaklar
kuruldu. Yapıların yıkılmasından korkan yurttaşlarımız evin içinden kaçıp
apartmanların duvarlarının diplerine sığınmaktaydılar. Bu, ilginç bir durum
tabi ki...
Günün
konusu, deprem... Herkesin dilinde deprem... Halkımızın arasından nice deprem
uzmanları(!) çıktı o zamanlar... Sosyal medya halkımızın gündeminde olmadığından
fısıltı gazetesi, asıl belirleyiciydi kamuoyunun oluşmasında. Neredeyse
herkesin Kandilli’de tanıdığı önemli biri vardı. Kandilli’de tanıdığı
olmayanların da türlü üniversitelerin deprem profesörleriyle araları sıkı fıkıydı(!).
Tabi,
insanların yetkili, önemli kişilerle tanışıklığı olunca istihbaratları da çok
oluyor. “Bu gece sabaha karşı şiddetli bir deprem olacakmış. Yan apartmanın bahçesinde
konuşurlarken işittim. Kandilli’den haber gelmiş onlara.” Buna benzer yalanlarla
dolu yüzlerce balon uçurulurdu dakikalar içinde. Bu nedenle de yurttaş şaşkın, ne
yapacağını bilmez bir durumda yazgısına boyun eğmiş olarak gününü miskince
geçirirdi duvar diplerinde. O günlerde hep evimde yattım. Beşinci kattaki
balkonumdan gökyüzünü doya doya seyrettim. Çünkü sokak lambalarının dışında
ışık yanmadığından loş gecede yıldızları görülebiliyordu rahatlıkla. Arada
sırada yükselen balonlardaki yalanları işitip eğlendim, kimi zaman da üzüldüm
bu duruma.
Bugüne
geldik, kentlerde bombalar patlamaya başlayınca fısıltı gazetesi harekete
geçti. Neredeyse herkesin MİT’te, poliste bir tanıdığı var. Her saat
kendilerine özel bilgiler geliyormuş o kişilerden. Yayılan yalan haberler o kadar
çok ki zaman zaman semt adlarında gülünç karışımlar ortaya çıkmakta.
İstanbul’un
neredeyse her semtinde canlı bombaların dolaştığı yalanı, kötü bir koku gibi
kapladı sosyal medya ve fısıltı gazetesini. Otobüs duraklarında çocuklarını
çekiştirerek bekleyen anneler, hastane bahçelerinde canlı bombaların nerelerde
dolaştığını kanıtlarla anlatan hasta yakınları, uzak illerden İstanbul’daki
yakınlarına telefonla istihbarat bilgileri(!) ulaştıran akrabalar,
arkadaşlarına sessizce önemli bir bilgiyi veriyormuş gibi fısıltıyla konuşan
yalan yayıcılar, kendisini önemli göstermek için güya ketum davranarak
dişlerinin arasından anlaşılmaz sözcüklerle konuşur gibi yapan kimi görevliler,
telsiz elinde caka satarken kendisine yaklaşanlara büyük devlet görevlisi
edasıyla son gelen bir haberi(!) ciddiyetle anlatan bazı özel güvenlikçiler,
dolma sarmaktan, börek yapmaktan yorulup canı sıkılan ve gece gündüz canlı
bomba kovalayan ev kadınları, mahalle kahvesinde uyur, uyanık pinekleyen
emekliler, yolculuk sırasında kulaklıkları takarak cep telefonuna yumulmuş,
sanki Arşimet gibi bir buluşa imza atacakmış tavırlarıyla dünyadan uçmuş dalgın
gençler... Hepsi fısıltı gazetesinin gönüllü muhabirleri... Otobüste, trende,
metroda, dolmuşta, metrobüste, vapurda...
her yerde fısıltı gazetesi gündem yaratmakta.
Yalan
haberler, ardı sıra düşmekte insanların beyinlerine bomba gibi. İnsanları canlı
bombalar değil de bu yalanlar öldürecek nerdeyse. Neyse ki toplumumuzda
sağduyusunu yitirmemiş insanlar çok. Bombalar patladığında korkmadığını
haykıran aydınlarımız, siyasetçilerimiz, yurttaşlarımız var.
İstiklal
Caddesinde bombanın patladığı yer bir gün sonra çiçek bahçesine, Türk bayrağı
denizine dönüştü. Küçücük pusulalara, kocaman kâğıtlara yurttaşlarımız “Korkmuyoruz!
Buradayız!” diye haykırışlarını yazmışlar. Terörün ve onu destekleyenlerin
üzerine üzerine yürümüşler el birliğiyle. Sosyal medyanın, kimi basın-yayın
organlarının, fısıltı gazetesinin çabalarını boşa çıkarırcasına cesaretle öne
fırlamış sağduyulu yurttaşlarımız. Terörün psikolojik savaşını boşa çıkarmak
için sokağa çıkmış, caddede yürümüşler.
Terörün
istediği şey, insanların boyun eğmesi. Sokağa çıkamaması... Günlük yaşamın
durması... Terörü evde oturarak değil, onu sokağa çıkıp alanları doldurarak yenebiliriz.
O zaman ne duruyoruz? Hep birlikte haykıralım: KORKMUYORUZ!
Adil
Hacıömeroğlu
23
Mart 2016
ABD, ANKARA’YI BOMBALIYOR
13
Mart 2016 günü ABD, Türkiye’nin kalbi Ankara’yı üçüncü kez PKK aracılığıyla
bombaladı ve otuz yedi yurttaşımızı katletti. Olay sonrası, Kızılay’daki
Güvenpark çevresi savaş alanını andırmaktaydı. ABD ve taşeron PKK, bu kez
güvenlik güçlerini değil; sivil yurttaşları hedef almıştı. Bu durum
göstermektedir ki emperyalizm, Türkiye’ye topyekûn savaş açmıştır. Bu savaşta
sivil, asker, polis, etnik köken, inanç farklılığı gözetmeksizin saldırmakta
ülkemize, ulusumuza.
ABD,
Türkiye’ye karşı son aylarda beş saldırı yaptı. Suruç, Sultanahmet ve Ankara
Gar Meydanı’nı IŞİD aracılığıyla bombaladı. Merasim Sokak ve Güvenpark’taki
saldırı da ise piyon PKK idi. Ha IŞİD ha da PKK, ABD için fark etmiyor. Terörün
taşeron örgütleri değişmekte, ancak hedef değişmemekte. Hedef ,Türkiye... Hedef,
Türkiye’nin bağımsızlığı ve ulusal bütünlüğü... Hedef, Ortadoğu’daki enerji
kaynaklarını kolayca sömürmek. Hedef, İkinci İsrail’i kurmak... Hedef, ulus
devletleri yok ederek bölgemizi ABD piyonu terör örgütlerinin at koşturdukları
bir alan durumuna getirmek...
Israrla
vurgulayarak söylüyoruz: Türkiye PKK ile savaşmıyor, hele Kürtlerle hiç değil.
Türkiye, ABD-İsrail’le savaşmakta. Türkiye, küresel egemenlerin kendisini köleleştirme
saldırılarına karşı haklı bir savunma yamakta. Tıpkı 1919’da olduğu gibi... Dün
Anzavurlar, Delibaş Mehmetler, Şeyh Saitler ne ise bugün de PKK odur. PKK,
halka karşı suç işleyen ve ABD isteklerini yaşama geçirmek için saldıran bir
terör örgütü. Süslü propagandalarla PKK’nın kanlı ellerini, işbirlikçi
anlayışını, ihanetçi duruşunu temize çıkarmaya çalışanlar boşuna uğraşmaktalar.
Vicdanı olmayan ve emperyalizmin yarattığı bir örgüt, halk dostu olmaz.
Peki,
Ankara saldırısı neden yapıldı?
Önce
saldırı öncesine gidelim. ABD sözcüleri her fırsatta PKK’ya karşı sürdürülen
temizlik operasyonunun bitirilmesi için açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalar
bölücü örgütü korumak içindi. Emperyalizmin bu kadar çok sevdiği bir örgüt,
halkın dostu olabilir mi? Dünyanın neresinde olursa olsun bir örgütün, bir
siyasal kümenin haklı olup olmadığı, doğru yolda bulunup bulunmadığı onun
emperyalizme göre konumlanmasından anlarız. Emperyalizmin kucağına oturmuşsanız
sözünüzle, düşüncelerinizle, varsa silahınızla halkın karşısındasınız. Hele emperyalizmin
korumasına, yardımlarına muhtaç bir örgütün halktan yana olması olanaksızlık ötesinde
bir şey...
ABD,
Ankara saldırısıyla hendeklere gömülmekte olan PKK’ya el uzatmakta. Bu elle onu,
hendeklerden çekip çıkarmayı ummakta. Yenilmekte olduğu Ortadoğu’da en sadık
müttefikini kurtarma girişiminde bulunmakta. Ne yazık ki bu tür girişimler, hem
ABD’yi hem de piyon örgütlerini daha da zora sokmakta. Çünkü Türkiye ve
Ortadoğu ülkeleri, ABD’nin, taşeron örgütlerin ihanet dolu yüzlerini daha iyi görmekte.
ABD
sözcüleri, açılım/çözüm süreci siyasetine yeniden dönülmesini ısrarla söylemekteler.
Çünkü “çözüm süreci” sürdüğü dönemde PKK hendekler kazdı. O hendekleri bombalarla
doldurdu. Çözüm süreci boyunca PKK, birçok kentimizde kendi yönettiği özerk
bölgeler oluşturmaya başladı. Türkiye’nin bazı kentlerinin bir bölücü örgütçe
yönetilmesinin ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz? Bu durum,
topraklarımızın bir bölümünde başka bir devletin egemenliğinin resmen ilan edildiğinin
görüntüsüdür. İşte, ABD-İsrail’in dönmek istediği çözüm süreci, bu durumdur. Ne
yazık ki Türkiye gerçeklerinden uzak yaşayan kimi sözde aydınlar da bu günlerde
“Çözüm süreci de çözüm süreci!” diye tutturmaktalar. Böylece de ABD-İsrail
çıkarlarına hizmetin şampiyonluğunu yapmaktalar.
Türkiye,
ne pahasına olursa olsun “çözüm süreci” adı verilen bir ihanet sürecine yeniden
dönmemeli. Yeniden hendekler kazılmamalı kentlerimizde. Kentlerimiz yeniden silah
ve bomba deposu durumuna getirilmemeli. Bugün çözüm sürecinin Türkiye’yi bölmek
isteyen ABD’nin bir siyaseti olduğunu sağır sultan bile işitti. Bu konuyu,
yeniden gündeme getirmek ABD çıkarlarına açıkça hizmettir.
ABD,
beş ay içinde Türkiye’nin başkentini üç kez bombaladı. Bu, açıkça savaş
ilanıdır. Asıl sorun şudur: Biz, bu durum karşısında asıl düşman ve onun
piyonlarıyla mı savaşacağız, yoksa yapay düşmanlar yaratarak havaya yumruk mu
sallayacağız? Öncelikle baş düşmanla savaşarak onun karşısında zafer kazanmalı.
Böylece de Türkiye’nin bütünlüğünü korumalı. Sonrasında ülkemizin diğer
sorunlarını halletmek çok kolay olacaktır.
Tarih,
1919’da güneş batmayan İngiliz sömürgeciliğini yenerek yok etme görevini önümüze
koymuştu. Bu görevi başarıyla yaptık ve mazlum milletlerin bağımsızlık savaşına
öncülük ettik. Bugün ise tarih, ABD emperyalizmini tarihin çöplüğüne gönderme
fırsatını önümüze koymuş durumda. Eğer ABD emperyalizmini bu haklı savaşımızda yenersek
ABD de tıpkı İngiltere gibi dünya egemenliğini yitirecek ve dünyanın ezilen
milletleri bağımsızlıklarını kazanacak. O zaman ne duruyoruz? Tarihin altın
tepsi içinde sunduğu bu fırsatı değerlendirelim. Dünyanın en kanlı emperyalist
gücünü, hak ettiği mezara gömelim.
Adil
Hacıömeroğlu
19
Mart 2016
KILIÇDAROĞLU’NUN FEZLEKE KURNAZLIĞI
Türkiye’de
siyasetin en önemli konularından biri, HDP/PKK’lıların TBMM’de varlıklarını
sürdürüp sürdürmeyecekleridir. PKK’ya olan sevgilerini, ilgilerini,
yandaşlıklarını açıkça dile getiren HDP’li vekillerin her durumda bölücü örgütü
savunmaları kamuoyunu rahatsız etmekte. Neredeyse her gün vatan evlatlarını
şehit eden bir terör örgütünün savunucularının TBMM’de bulunmaları halkımızca
kabul edilebilir değil.
Öncelikle
PKK’nın ABD-İsrail adına Türkiye’ye savaş açtığını söyleyelim. Emperyalizmin
Türkiye’ye açtığı bir savaşta tetikçilik yapan bir siyasal örgütün TBMM’de ne
işi var? Ha TBMM’de HDP/PKK’lılar olmuş, ha ABD-İsrailli vekiller olmuş, arada
bir fark var mı? Dünyanın neresinde bir ülkeyle savaşan düşmanlar, oranın ulusal
meclisinde temsil edilmiştir? Böyle bir şey olanaklı mı?
TBMM,
23 Nisan 1920’de kurulduğunda Vahdettin, Damat Ferit, Anzavur, Şeyh Sait,
Derviş Mehmet, Seyit Rızalar gibi ülkenin bütünlüğüne, ulusun birliğine silah
çekenler orada bulunuyorlar mıydı? İlk Meclis’te ihanet çeteleri yer alsaydı
kurtuluş mümkün müydü? TBMM, adından da belli... Burada milletin birliğinden
yana olanların yer alacağı bir yer... Hem milletle savaşacaksın hem de onun
meclisinde olacaksın... Böyle bir şey olur mu?
Bölücü
örgütü açıkça destekleyen ve yeri geldiğinde de onun kanlı saldırılarını övüp
savunan HDP’li vekillerden bazıları hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılması
için savcılık fezlekeleri TBMM’ye geldi. Burada amaç, bu kişilerin
vekilliklerinin düşürülmesidir. Anlaşılacağı üzere gönlü PKK saflarında olup
milletin kesesinden beslenen bu zevatın, milletin sırtındaki sülük olmalarına
son verilmesi gerek Millete silah çekmek, TBMM’yi de yok saymaktır. O halde
senin, yok saydığın TBMM’de ne işin var?
HDP’lilerin
savcılık fezlekeleri karşısında YCHP’nin ne yapacağı merak konusuydu
kamuoyunca. Kılıçdaroğlu’nun 10 Mart 2016 günü bu konuda grup kararı
alınmayacağını söylediği bilgisinin kamuoyuna sızması bu merakı giderdi.
Kılıçdaroğlu, her yaşamsal konuda olduğu gibi aklınca demokrasicilik,
özgürlükçülük oynuyor. Bu yolla da CHP tabanını aldatmaya çalışmakta.
Türkiye’nin bütünlüğünün söz konusu olduğu bir konuda neden grup kararı alınmaz
acaba? Kılıçdaroğlu, HDP/PKK’ya mı karşı değil, yoksa vekillerine mi
güvenmiyor?
Yukarıdaki
sorumuzun yanıtını CHP Parti Meclisi Üyesi Fikri Sağlar verdi. Sağlar, “parti
yönetiminin kararı olsa dahi fezlekelere hayır oyu vereceğini” söylemekte. Bu
konuda yalnız olmadığını, birçok YCHP’li vekilin de kendisi gibi düşündüğünü
belirtmekte. Türkiye’de devleti kuran, vatanı kurtaran, milleti birleştiren bir
partinin vekilinin bölücü örgüte destek olması, CHP’nin köklerinden ne denli
koptuğunun çarpıcı bir göstergesi. Bölücüleri, Cumhuriyet düşmanlarını, Atatürk
karşıtlarını, hilafet sevdalılarını, ABD’den iktidar bekleyenleri partiye
dolduran Kılıçdaroğlu demokrasicilik oynayarak şark kurnazlığıyla halkı aldatma
görevini üstlenmiş durumda. “Ben karışmam, vekillerimiz özgür iradeleriyle
karar versin.” demeye getirerek HDP/PKK’ya desteğin yolunu açmakta.
Peki,
kim bu Fikri Sağlar? ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Türkiye’ye geldiğinde 21
Ocak 2016 günü bazı vekilleri görüşmeye çağırmıştı. Sağlar da TR705’le el ele
tutuşarak bu çağrıya koşarak gitmişti. Bu durum bile Sağlar’ın nasıl bir
siyasetçi olduğunu anlamak açısından belirleyicidir. Acaba o toplantıda
HDP’lilerin fezlekeleri de görüşüldü mü? Kim bilir...
YCHP
yönetimi fezlekeler konusunda açık tavır almalı. Türkiye’nin yanında mı
duracaksınız, yoksa ABD-İsrail’in mi? Ulusun birliğinden yana mı olacaksınız,
bölücü örgütün koruyucusu mu olacaksınız? Vatanın bütünlüğünü savunmak için
şehit düşenlerin tarafında mısınız, yoksa vatan evlatlarını öldüren terör
örgütünü savunanlarla kol kola mı yürüyeceksiniz? HDP’li vekillerin
fezlekelerine karşı çıkarak Ankara Güvenpark’ta masum yurttaşlarımızı katleden
bölücü örgütün savunucularını mı koruyacaksınız? Hadi karar verin! Hem de sözü
eğip bükmeden...
Adil
Hacıömeroğlu
15
Mart 2016
OSMANLI MEYHANELERİ VE ERKEK SEVGİLİLER
Reşad
Ekrem Koçu’nun “Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri” adlı
kitabının sayfalarını karıştırmayı sürdürüyoruz.
“Divan
ve halk şairlerinin muğbeçeler (meyhane çırağı), palikarlar için yazdıkları
gazel, şarkı, türkü, semai, kalenderi, destanları burada yayımlamaya kalksak
haftalar, aylar değil yıl boyu sürer de tükenmez. (sf.34)” Şimdi okuyucularımın
“Şairler, meyhanelerdeki erkek çalışanlara neden şiir yazarlardı?” sorusunu
işitir gibi oluyorum. Sayın Koçu’nun aylar, yıllar boyu yazsak bitmeyeceğini
söylediği şiirler, demek ki sıkça görülen dizelerdi. Bu şiirlerden bazı
örnekleri yazımızın ilerleyen satırlarında paylaşacağız.
Fatih
Sultan Mehmet, divan kâtibi Tokatlı Melihi’ye bir gün şu soruyu sorar:
“Sen
aslında o kadar yaşlı değilsin, dişlerine ne oldu?”
Melihi:
“Padişahım, ay yüzlülerin dudaklarına diş biledim durdum; ama öyle taş vurdular
ki ağzımda diş kalmadı. (sf. 35)”
Melihi’nin
ay yüzlüler dediği kimlerdi? Kimler olacak? Pedimuler, palikarlar... Yani
meyhane çalışanları...
Vezir
Hanı Meyhanesinin müdavimlerinden Ermeni saz şairlerinden Harabat Haçik’e
burada sözü verelim:
“Haçik’tir namımız harabat ehli
Anınçün severiz biz her güzeli
Çemberlitaş’tadır sevdiğim dilber
Mislini görmedim kendim bileli
Vezir Hanı Pandeli’min lanesi
Ande ruz ü şeb Haçik divanesi
Şebçırağın âşık ı pervanesi
Târ-i zülfü olmuş sazımın teli (sf.46)”
Yukarıdaki
dörtlükte şairi divane eden kimdir acaba?
Erzurumlu
Âşık İbrahim’den:
“Gel be yanıma gel be Sakız’ın nazlı
Rum’u
Gümüş topuk vurarak tuti dilli pedimu
Atayım aşkına bir nara-yı hey hey ki
ben
Söndürem meygedinin ortasındaki mumu
Çerağ-ı hüsnün yeter ruşen etmeye bezmi
At nahvet-i şebabı bırak çalım kurumu
Bakma yüzüme bel bel Vezir Hanı burası
Vezirane bahşişim, öttürürüm borumu
(sf.46-47)”
Yukarıdaki
dizelerde görüldüğü gibi şair, abayı bir meyhane çalışanına yakmış. Bu arada o
zamanki, İstanbul meyhanelerinde çalışanların çoğu güzellikleriyle ünlü Sakız
Adasından gelen Rum erkek çocuklar, gençler olduğunu belirtmeliyim.
“Kendim kıydım bu cana vebal kendi
boynumda
Yoktur kimsenin dahli cundabazlık oynumda
‘Hakkı’ gelip yaz dedi bu mücevher
tarihi
Son dem-i hayatımda hayal-i yar
koynumda (sf.50)”
Bu
dizeler, “Hakkı” adındaki sevgilisine kavuşamayınca kendini, Galata’da
Yağiskelesi’nde bir geminin direğine asan Derviş Gıyas’a ait. Gemi direğinde
asılı olan Derviş’in avucundan bu dörtlük ve ölüm tarihi yazılı bir kâğıt
vardı. Anadolu’da gençler, sevdikleri kızlara kavuşamadıkları için dağlara
çıkarken Payitaht’taki Derviş de erkek sevgili için kendini gemi direğine
asıyor. Erkek sevgilisi için intihar eden Derviş Gıyas, ne ilktir ne de son...
Osmanlı dönemi eski İstanbul’una baktığımızda bu tür olaylar sıkça görülür.
R.Ekrem
Koçu, kitabının 51.sayfasında o zamanki meyhanelerin çalışanlarından söz eder.
“... Hepsi malın gözü, gözlerinde ırz, namus sadece “para”... Bahşişini çok çok
cömertçe veren müşterilerini gece yatısı misafirliğine de davet ederlerdi”
Görüldüğü gibi o yıllarda eşcinsel ilişki yaygın. Meyhanede parayı veren düdüğü
çalmakta.
İstanbul
meyhanelerinin en önemli figürü köçeklerdi. Loncalı Köçek İsmail, 18.yüzyılın
ikinci yarısının en büyük şöhretiydi. Takma adı, “Kişmir Şah”tı. Tabi, şöhret
artınca âşıklar da çoğalmaktaydı. Dönemin şairlerinden Fazıl Bey,Kişmir Şah’ı
Galata meyhanelerinden birinde bekler, ama gelmez köçek oğlan. Sabrı tükenen
Fazıl Bey, Kişmir Şah için bir beyit yazar: “Hangi mecliste acep câm (kadeh) oldu/ Ol peri gelmedi akşam
oldu”
Fazıl
Bey, yine Galata’da demlenmektedir. Keyfi yerinde bu dizeleri döktürür: “Felek olursa müsaid kâhı/ Götürürdük
hanemize ol mahı” Köçeklere, meyhane çalışanlarına şiir
döktüren yalnızca Fazıl Bey değil tabi ki. O dönemin şairlerinin çoğu bu konuda
neredeyse birbirleriyle yarışırlar.
IV.
Murat dönemini, o devri yaşayanlardan müverrih Mehmed Halife’nin şu
satırlarından azıcık da olsa öğrenelim: “Sokaklar sarhoşlarla dolu,
kahvehaneler ve meyhaneler bir rezalethane, camilerde çubuk içerler, gündüz
hamamlardan avret çıkarıp kaldırırlar, köşe başlarında alenen zina ve livata
ederlerdi. (sf.65)” Bu sözlere yorum gerekir mi? Bu arada IV. Murat’ın İslam
halifesi olduğunu da anımsatalım. Örnekleri uzatmamıza gerek yok!
Yukarıdaki
örnekleri okuyan aklı başında bir kişi, Osmanlı İstanbul’unun nasıl bir ahlaka
sahip olduğunu kolayca anlar. Cumhuriyet ahlakının toplumumuzda yaratığı
erdemi, onuru fark eder. İkide bir Cumhuriyet’i, kurucularını karalanmaya
çalışanlara sözümüz şudur: Kendinizi, o zamanki insanların yerine koyun! Acaba
kim olmak isterdiniz o dönemde?
Adil
Hacıömeroğlu
13
Mart 2016
OSMANLI DÖNEMİNDE İÇKİ İÇİLİR MİYDİ?
Gerek
Tayyip Erdoğan gerekse AKP sözcüleri ikide bir Cumhuriyet kurucularını alkoliklikle
suçlarlar. Cumhuriyet’i ahlaksal açıdan yererken Osmanlı’yı da yüceltmeye
çalışırlar. Bu kervana son günlerde Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Hanım da katıldı.
Emine Hanım, önce Cumhuriyet’i “enkaza” benzetti, ardından da “haremin bir okul
olduğunu” söyleyiverdi.
RTE,
Cumhuriyet kurucularına “ayyaş” demişti. Şimdilerde ise sanki Türkiye’de alkol
tüketimi Cumhuriyet’le başlamış gibi bir algı oluşturmakta. Şunu peşinen
söyleyelim ki Türkler, tarihleri boyunca alkollü içki içmeyi hep sevmişler.
Böyle olmasaydı “milli içkileri” olur muydu? Türklerin ilk milli içkisi
kımızdı. Sonraları şarap içimi yaygınlaştı. Osmanlı döneminde ise milli içki
rakı oldu.
Alkollü
içki içmek bir adap işidir. Herkes beceremez bunu. Her içkinin kendine göre
içme yöntemi vardır. İçkiyi ağzıyla içenler vardır, bir de başka bir yeriyle
içenler... Ağzıyla içki içenlere ayyaş denmez. Ayyaşlık, içki içmesini
bilmeyenler için söz konusudur.
RTE
başta olmak üzere, cümle AKP’lilerin överek göklere çıkardıkları ve ahlak
açısından örnek gösterdikleri Osmanlı’da meyhaneler var mıydı? İçki nasıl
içilirdi? O dönemin adabı nasıldı? Bu soruların yanıtını tarihçi, yazar Reşad
Ekrem Koçu veriyor. Kitabın adı: Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Köçekler... Bu
kitabı, bana armağan ederek okumamı sağlayan arkadaşım Ahmet Yaşar Ünlü’ye teşekkür
etmeliyim öncelikle...
Osmanlı
döneminde İstanbul’da üç tür meyhane olduğunu öğreniyoruz R. Ekrem Koçu’dan.
Birincisi, Gedikli meyhaneler... Bunlar, ruhsatlı yerler... İkincisi,
ruhsatnamesi olmayan koltuklar... Üçüncüsü de ayaklı meyhaneler... Adından da
anlaşılacağı üzere gezici meyhaneler. Bugünkü dille seyyar satıcılar...
“Çaylak”
lakaplı Mehmet Tevfik Bey, 19. Yüzyılda yazdığı “Meyhane yahut İstanbul
Akşamcıları” adlı risalesinde yalnız İstanbul sur içinde (tarihi yarımadada)
seksene yakın gedikli meyhaneden söz etmekte. Bu sayıyı, Sayın Koçu eksik
bulmakta. Tabi, koltuklar ve ayaklı meyhaneler bu sayının içinde yok! O zamanki
İstanbul nüfusunu göz önüne alırsak durum daha iyi anlaşılır.
16.yüzyılın
ünlü yazarı Kastamonulu Latif ise “Galata demek, meyhane demektir.” diye yazmakta.
Galata bölgesinin meyhanelerle dolu olduğunu bu tümceden anlamaktayız.
Fatih
Sultan Mehmet’in divan kâtiplerinden Tokatlı Melihi’nin “ayyaşların piri”
olduğunu öğreniyoruz R.Ekrem Koçu’nun yazdıklarından.
Gedikli
meyhanelere Sultan Abdülaziz döneminde “selâtin (sultanlar) meyhane” adı
verilmiş. Bu arada Abdülaziz’in padişahlığın yanı sıra halifelik görevini de
sürdürdüğünü söylemek gerek.
“Meyhanenin
kapanma saati gelip de müşterilerin keyfi tamamlanmadığı zamanlar, kol geçerse
meyhanenin örtülmüş kapısı dışında bekleyen çırak oğlan kolun başındaki çavuşa ‘görme
bizi’ harcını verir, onlar da görmez geçerlerdi.(R.Ekrem Koçu, Eski İstanbul’da
Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri, Doğan Kitap, sf. 32)” Halifenin yönettiği bir
ülkede rüşvetin nasıl da açıkça verilip alındığını anlatan güzel bir örnek bu.
Şunu söyleyebiliriz ki Osmanlı’dan günümüze kalan ön önemli kalıtlardan biri
rüşvet. Günümüzde kendini Osmanlı torunu sayanların rüşveti kutulama yoluyla
istiflediğini anımsarsak bazı siyasilerdeki Osmanlı sevdasını da iyice anlamış
oluruz.
“İstanbul’un
eski meyhanelerinde, 1875-1880 arasına kadar masa yoktu. Masa ilk gazinolar,
alafranga içkili yerler açıldıktan sonra meyhanelere, onları taklitle girmiştir.
(Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri, sf. 30-31)” Bu satırlardan
da anlıyoruz ki masanın günlük yaşamımıza girmesinde meyhaneler öncülük etmiş.
O zaman meyhane deyip de geçmemek gerek.
Meyhaneler,
sofraların ve fıçıların üstüne konan şamdanlarla aydınlatılırdı. Masanın
meyhaneye girmesiyle tavana asılan büyük gaz lambaları devreye girmiştir. Bu da
yangın olasılığını azaltmıştır. Çünkü sofra ve fıçı üzerindeki şamdanlar kavga
ya da itişme kakışma sırasında devrilip yangınlara neden olmaktaydı. Demek ki
meyhaneler yeniliklerin toplum yaşamına girmesinde öncülük yapmıştır.
“Meyhaneye
masa girdikten sonra da her masanın üstünde, müşterisiz boş da dursalar bir
tuzluk mutlaka bulunurdu.(sf.32)” Tuzluk, sofralarımızda küçük görünen bir
ayrıntı da olsa meyhanelerle giriyor yaşamımıza.
Ayıntaplı
Ayni Efendi (Ölüm tarihi, 1838), yaşadığı dönemin ünlü şairlerindendir.
Özellikle meyhaneler üzerine yazdığı şiirler ünlüdür. Bu arada Ayıntaplı Ayni
Efendi’nin öldüğünde İstanbul’da Galata Mevlevihanesinin mezarlığına
defnedildiğini de söyleyelim. Ayıntaplı, bir şiirinde Meyhanelerde nasıl
davranılacağını, meyhane adabını anlatıyor, kısaca diyor ki: “Kimseye ısrarla
içki içirmeyin, büyüklük taslamayın, kendinizi övmeyin. (sf. 39)” Bu sözler,
başta RTE olmak üzere tüm AKP yöneticilerinin kulaklarına küpe olsun isterim.
Beyazıt’taki
Karakulak Hanı Meyhanesine ayak takımı giremiyordu. Girseler dahi ya
kovulurlardı ya da meyhanenin havasından sıkılıp dışarı çıkarlardı. Demek ki
meyhaneye gitmek herkesin harcı değilmiş o zamanlar. Önce adap erkân
bileceksin.
RTE
ve AKP yöneticilerinin Osmanlı’yı öğrenmelerinde yarar var. Osmanlı yaşam tarzını
hiç bilmediklerinden hayallerindeki bir dünyayı, Osmanlı diye anlatmaktalar. Osmanlı’yı
bilmeyen bu zevat, Atatürk ve Cumhuriyet’i de hiç bilmemekte Bilgisizlik
tohumlarını, Türkiye topraklarına zehirli yılanlar gibi saçmaktalar.
Unutmayın
ki “Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder.” Yarım bile olmayan bilgiyle
topluma verecek hiçbir şeyiniz yok sizin. Kendinize gelin, kendinize...
Not:
Reşad Ekrem Koçu’nun kitabından anlatacaklarımız bitmedi. Önümüzdeki yazılarda
konuyu sürdüreceğiz.
Adil
Hacıömeroğlu
13
Mart 2016
HUKUK TANIMAZ İŞGALCİ
Önce
Cumhurbaşkanı(!) Erdoğan’ın eşi Emine Hanım: “Türkiye’nin doksan yıllık
enkazını kaldırdık.” dedi. Hanımefendi’nin “enkaz” dediği şey, Cumhuriyet. Tüm
varlığını borçlu olduğu Cumhuriyet...
Yobaz
topluluğu, yıllardır hep Cumhuriyet’i düşman bildi. Dolayısıyla da
Türkiye’yi... Türkiye’yi “dâr-ül harp” olarak nitelediler. Yani “savaş, kavga alanı” ... Türkiye, savaş alanı
olduğuna göre savaşanlar kimler? Bir yanda Türkiye Cumhuriyeti... Diğer yanda
emperyalizmin güdümündeki yobaz takımı... İşte Emine Hanım’ın “enkaz” dediği ve
kaldırdıklarını söylediği şey, Cumhuriyet. Yani kısaca diyor ki: “Biz bu savaşı
kazandık, Cumhuriyet’i yıktık.” Emine Erdoğan’ın bu sözleri zafer sarhoşluğuyla
söylenmiş sözlerdir.
Eee,
Emine Hanım zafer sarhoşluğuyla konuşur da RTE durur mu? Bir gün sonra geçiyor
mikrofonun karşısına ve hukuk sistemine öfke kusuyor. Anayasa Mahkemesi’nin Can
Dündar ve Erdem Gül ile ilgili verdiği tahliye kararına isyan ediyor.
RTE:
“Bunu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum.” demekte.
Neyle ilgili bu öfke? Anayasa Mahkemesi kararıyla ilgili... Yani yargı kararına
uymayacağını söylemekte, anayasayı koruyacağına dair yemin eden
cumhurbaşkanı(!). Peki, anayasayı en üst düzeyde korumak zorunda olan birisi,
bu işi yapmazsa anayasayı kim koruyacak? Bir cumhurbaşkanı, temsil ettiği
ülkenin yargı kurumlarıyla sürekli savaşırsa o ülkede hukuk ne duruma gelir
acaba?
RTE,
kendi hukukunu oluşturmanın peşinde. Çağdaş hukuk kuralları onu rahatsız etmekte.
Tarafsız, bağımsız yargı onun sinir uçlarına dokunmakta. Yaptığı işlerden hukuk
karşısında sorumlu olmak istememekte. Hatta yargı kurumları karar alırken kendi
görüşüne başvurmasını beklemekte. Erdoğan’ın baştan beri başkanlık sisteminde
ısrar etmesinin nedeni de bu.
RTE
ve AKP’nin anayasa değişikliğini ısrarla istemelerinin nedeni başkanlık
sistemi. Hukukun devre dışı olduğu bir başkanlık sisteminden yanalar. Bu, bir
nevi padişahlık... Bu nedenle de şeriat hukukunu egemen kılmak peşindeler.
“Demokrasi” ve “özgürlük” sözcükleri, diktatörlük zehrinin şekere sarılmış
biçimi. Ne yazık ki AKP dışındaki partiler ve birçok dernek, sendika ve meslek
odası bu tuzağa düşmekteler. Yani şeker sarılmış zehri yutmaktalar. Bu zehir,
toplumu tüm çağdaş değerlerden koparıp Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü
tehlikeye atacak nitelikte.
Erdoğan
ailesi, Cumhuriyet’e ve hukuka topyekûn savaş açmış durumda. Hukuk tanımazlığı
alışkanlık edinmişler. RTE, ettiği yemini bozmuştur. Yemin etmemiş sayılır bu
durumuyla. Anayasanın emrettiği yemini bozan ya da yukarıdaki sözleriyle
anayasaya uymayan bir kişi, cumhurbaşkanlığı orununda işgalcidir. Hele de bu
kişi, anayasaya uymuyorsa işgalciliği daha da pekişmiştir. Bu yasadışı durum
sona erdirilmeli.
Hukuku
tanımayan bir kişi, yarın kendisi ya da partisi seçimleri kaybettiğinde hukuka
uyacak mı? Halkın kararına saygı gösterecek mi? Yani, demokrasinin gereği
olarak muhalefet görevini yapacak mı? Hiç sanmıyorum.
Diktatörlerin
çoğu sandıkla göreve gelir, ancak hiçbiri sandıkla gitmez. Bu gerçeği de
anımsatayım istedim.
Adil
Hacıömeroğlu
2
Mart 2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)