YAĞMURA DAYANAMAYAN KENTLER

                                    
Son yıllarda İstanbul’a yağan her kuvvetli yağmur, sel baskınlarına neden olmakta.
Yalnızca İstanbul’da mı?
Değil tabi ki… Türkiye’nin birçok kentinde yağışların oluşturduğu sel baskınlarının yol açtığı sel baskınlarını görmek olanaklı. Sel baskınlarının olduğu yerleşim yerlerinin büyük çoğunluğunun kıyı kentleri olması ilgi çekici. Biriken yağmur sularının yirmi otuz metre uzaklıktaki denize akıtılamamasının adı beceriksizlikten başka ne olabilir?
Yapılan yolların, yapıların, raylı sistemlerin yağışlar, diğer doğal olaylar düşünülmeden inşa edilmesinin akla mantığa sığan bir yanı var mı? Kentleri oluştururken yalnızca betonu düşünen kafaların, kentlere ve buralarda yaşayan insanlara ihanet içinde olduklarını düşünmek çok zor değil artık.
18 Temmuz 2017 günü yağmur yağdı. Koca İstanbul sele teslim oldu. Marmaray, metrolar, tramvay, Avrasya Tüneli, metrobüs, belediye otobüslerinin bir kısmı sel baskınlarıyla devre dışı kaldı bir anda. Kentin neredeyse her yerinde devasa göletler oluştu. Birçok kişi, kurtulmak için bu göletleri yüzerek geçti. Evlerin alt katları suyla doldu.
Silivri’deki yanlış yapılaşma, tüm rezaletiyle ortaya çıktı. Evlerin deniz yüzeyinin altında yapılması, dünya mizahçılarına taş çıkarır durumda. Hiçbir düzen olmadan, bilimi bir yana iterek yapılan yapılar, suyun altında kaldı.
27 Temmuz’da yağmur yine bastırdı. Hem de cevizden daha büyük yağan doluyla birlikte… İlk beş dakika içinde İstanbul’un farklı ilçelerinden iki yüz elli sel baskını ihbarı geldi. Gerisini siz düşünün… Avrasya Tüneli yine kapandı. Metrolar, metrobüs, tramvay devre dışı kaldı. Otobüsler, otomobiller oluşan göletlerin içinde kaldı. Kentin ana kavşakları suyla doldu her yağışta olduğu gibi… Ağaçlar, elektrik direkleri devrildi; duvarlar çöktü; çatılar uçtu: minareler yıkıldı.  Dolu, camları kırdı. Televizyon yayınları, internet kesildi. Yıldırımlar düştü, vinçler devrildi. Arabalar sel sularında sürüklendi. Yangınlar çıktı…
Üsküdar, Eminönü, Zeytinburnu, Kuzguncuk, Kabataş’ta… biriken sular, birkaç adım ötedeki denize akamıyor. Eminönü’nden Sirkeci’ye yürüyemiyor yurttaşlar. Kentin merkezi alanları sele teslim. Yöneticiler, suçu doğaya atmaktalar. “Afet bu!” Yağmuru afete dönüştüren kim? Kenti yağmalayan/yağmalattıran siyasal anlayış.
 İstanbul’u yalnızca inşaat alanı olarak düşünen anlayış, iflas ediyor bir yağmurda. Deprem mi? Bu, akla bile gelmiyor. Çaresiz yurttaş, kurbanlık koyun gibi beklemekte. Ne yeşil alan kaldı ne de deprem toplanma alanı. Yeşil doğada değil de seccadede, takkede, cüppede, binaların dış cephesinde, bir de ABD dolarında seven anlayış neredeyse bir ağaç gölgesi bırakmadı koca kentte.
Şimdi herkes soruyor: “Neden, her yağmurda sel oluşuyor?” Nedeni çok basit… İstanbul’da toprak yok, her yer beton… Yağmur suları toprakla buluşamıyor. Toprak, suyu ememiyor. Bina bahçeleri beton… Cadde, sokak kıyıları beton… Beton olmayan apartman bahçeleri naylonla kaplanmış dükkânlara dönüşmüş. Bu durumda toprakla buluşamayan su ne yapacak? Bulduğu yerlerden birikerek akıp sel olacak. Başka çare mi var?
Dere yatakları yok edildi, üç kuruşluk getirim için. Dereler olmayınca su yatağını bulamıyor. Yatağını bulamayan su, kendine cadde ve sokakları yatak yapmakta.
AKP’li yöneticilerin belki de en çok sevdikleri iş ağaç kesmek… Kentin yüz yıllık parkları yok edildi. Ağaçları yok edilen kentte suyun hızını azaltacak doğal nesneler yok. Yere düşen yağmur damlalarını emip gövdesinde saklayacak ağaçlar olmayınca sular dizginsiz yılkı atlar gibi önüne gelen her şeyi yıkıp devirmekte.
            Kimse kalkıp suçu doğaya atmasın! Suç, yıllardır kenti yönetenlerde. İstanbul’u, yalnızca yeşil dolar olarak gören anlayışta. Yeşili yok ederek kenti betonlaştıranlarda bütün suç. Kent yönetimine çulsuz gelip karunlaşanlarda büyük suç. Hangi partiden olursa olsun ağaç kesen, kıyıları yağmalatan, ormanlara göz koyan, imar değişiklikleriyle yandaşa getirim sağlayan belediye yöneticileri suçludur.
            Yurttaşı yolunacak kaz olarak gören siyasal anlayışlar olduğu sürece sel felaketlerini hep yaşarız. Tanrı, daha büyük felaketlerden korusun milletimizi! Çünkü kentlerimiz Allah’a emanet…
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu
                                                                                  28 Temmuz 2017






GÜRÜLTÜ YAPMIYORUM, KONUŞUYORUM

                                    
Günler çok sıcak… Rutubetli geceler çekilmez durumda… Cehennemi bir temmuz… İstanbul yeşil alanlarını yitirmiş bir kent… Gittikçe betonlaşan kent, insan bedenini alev gibi yalamakta. Devasa yapılar, kuzey rüzgârlarının önünde set… Yaprağın kıpırdamadığı günler çok fazla… Deniz kıyıları giderek halka kapatılmakta. İnsanlar soluksuz kalmakta koca kentte…
Güneş, gün boyu apartman duvarlarını fırına çevirmekte. Fırına dönen duvarlar, akşam olduğunda gündüz biriktirdiği alevleri, kor ataşe döndürüp evin içine kusuyor. Bir küçük esinti, büyük bir mutluluk… Gece uyumak çok zor. Koltuklar, yataklar fırının üstüne konmuş sanki. Terli bedenler, ekşimiş peynir gibi kokmakta. Günde birkaç kez duşa girmek de yeterli olmuyor çoğu zaman.
Sıcak günlerin bunaltıcı etkisini hafifletmenin tek yolu, deniz kıyısındaki en yakın parka koşmak. Biz de öyle yapıyoruz. İkindiden sonra eşim ve Atacan’la sahile doğru yöneliyoruz. Atacan, bisikletiyle…  Ancak biz bisikletle gidiyoruz gibi yoruluyoruz. Kaldırımlar zaman zaman bisikletle gitmeye izin vermemekte. Çocuk, ara sıra kurallara uymamakta. Bu da tehlike yaratmakta. Bu nedenle onu kontrol etme işi bana düşmekte.
Yokuşlar ayrı bir dert… Yokuş yukarı çıkarken desteğe gereksinim duymakta. Bu nedenle arkadan ittiriyorum, o karşı çıksa da. “Bırak, ben giderim Adil!” diyor inatla. Kan ter içinde kalıyor. Düştü düşecek bisikletten. İşte, bu durum karşısında çaktırmadan arkadan ittiriyorum iki tekerli aracı.
Yokuşlardan iniş de bir sorun. Çünkü çok hızlı iniyor aşağıya doğru. Frenler işe yarıyor, ama Ata’da hız tutkusu oluşmuş şimdiden. Bu nedenle ya direksiyona yapışıyorum ya da önüne geçiyorum durdurmak için.
Kaldırımlar kalabalık… Atacan sürekli olarak bisikletin zilini çalmakta uyarı için. Kimi zaman birilerine çarpıyor. Allah’tan büyüklerin çoğu anlayışlı. Ata’nın savunması şu: “Ben zil çalıp uyardım, sen niye kaçmadın yolumdan?”
Kan ter içinde çay bahçesi, lokanta karışımı yere ulaşıyoruz. Atacan boş alanda pedal çevirmekte. Düvenci beygiri gibi dönmekte aynı yerde. Yorulmak yazmıyor onun kitabında. Susadığında uzaktan “Suuu!” diye bağırıyor. Uzattığımız şişeyi eline alıp çabucak içiyor suyunu. Hararet geçince pedal çevirmeyi sürdürüyor.
Biz, kimi zaman gazete okumaktayız. Çoğu zaman da denizi, Adaları izlemekteyiz. Kınalıada, yapılaşmaya teslim olmuş. Gri, yeşili yok etmiş. Büyükada’nın görünen kısmı da öyle. Burgaz ve Heybeli adalarda yeşil şimdilik egemen. Sivriada, bir karaltı. Arkasında Yassıada’da yükselen binalar dikkat çekici.
Bostancı sahilinden Büyükada’ya bakıldığında önünüzdeki su kitlesi bir gölmüş gibi görünmekte. Büyükada sanki Kartal sahiliyle birleşikmiş gibi. Her türlü deniz aracını görmek olanaklı. Kıyıda dolaşanlar deniz gibi özgür.
Güneş gidip gece bastırdığında gökyüzünde yıldız yerine gelip giden uçakların ışıklarını fark edersiniz. Adalar ışıl ışıl. Kıyıdan dilek fenerleri uçurulmakta. Fenerler yavaş yavaş havalanmakta. Gökyüzünde yıldız ışıltısıyla yol almaktalar.
            Atacan birazcık yoruluyor galiba. Bisikletiyle geliyor. Araçtan inip “Tuvaletim geldi!” diye bağırıyor. Büyükşehir Belediyesi, parklardaki tuvaletleri akbilli yapmış. Basıyorsunuz İstanbul Kartı, geçiyorsunuz turnikeden. Kartımı çıkarıp çocuğun eline yapışıyorum. Onu tuvalete götürüyorum. Ellerimizi yıkayıp masamıza doğru yöneliyoruz. Masaya oturur oturmaz “Acıktım! “diye inliyor çocuk. Ne yiyeceğine karar veriyor. Kalkıyorum, Atacan’a yiyecek, eşimle bana da birer çay almak için kasanın önünde uzanan kuyruğa giriyorum.
            Bir süre sonra elimde tepsiyle masaya dönüyorum. Atacan, hem yiyor hem de durmadan konuşuyor. Sesi çok yüksek… Çevremizdeki masalar genç, yaşlı insanlarla dolu. Çoğu konuşmuyor yaşlılar denizi seyrediyor, gençler ve orta yaşlılar cep telefonlarıyla ilgileniyor. Nedense son zamanlarda masalarda söyleşen kişiler görmek çok zor. Hele masalardan kahkahalar işitmek mucize gibi.
            Bir tek Atacan’ın sesi çınlamakta gecede. Sürekli anlatıyor. Yan masalarda oturanlardan bazıları yan gözle Ata’ya bakmaktalar. Bu durum karşısında çocuğu uyarayım, dedim.
            “Atacan biraz sessiz olur musun insanları rahatsız etme! İnsanlar buraya dinlenmeye geldiler.” diyorum herkesin işitebileceği bir biçimde.
            Çocuk, yanıtını anında veriyor bana: “Onlar dinlenmeye geldiyse ben de konuşmaya geldim.” diyor yüksek sesle. “Üstelik ben gürültü yapmıyorum, konuşuyorum.” diyerek sustu kısa bir süre.
Ata’nın yanıtı karşısında yapacağım tek şey vardı, onu yaptım. Öptüm onu uzun uzun… Verdiği yanıtın akıl dolu olduğunu söyledim ona. Gece yarısına dek konuştuk kısa bisiklete binme aralarıyla. Gece, gözkapaklarımıza abanınca eve gitmek için yola koyulduk. Ata yürümekte. Bisikleti eve götürmek benim işim. Zar zor eve ulaştık. Eve girer girmez çocuk hemen yatağına uzandı ve anında uyudu. Ben derin bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek onu doyasıya öptüm.
Evet, herkesin sustuğu yerde biz konuşuyoruz. Ne güzel…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       25 Temmuz 2017

KILIÇDAROĞLU’NUN LİDERLİĞİ (!)

                                              
Ankara-İstanbul yürüyüşünü yaptıktan sonra medyadaki bazı köşe yazıcıları, Kılıçdaroğlu’nun artık lider olduğunu yazdılar. Kılıçdaroğlu’nu baştan beri eleştiren birtakım CHP’liler de bu görüşü yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Kemal Bey, gerçekten genel başkanlıktan liderliğe terfi etti mi?
Ankara-İstanbul yürüyüşünün ana konusu adaletti. Kimlere adalet? FETÖ, PKK/HDP tutuklularına. Arada Enis Berberoğlu gibi haksızlığa uğramış tek tük kişiler de var tabi. Vatanın bölünmez bütünlüğünün tehlikede olduğu koşullarda yapılan bu yürüyüşte, “vatan” sözcüğünün adı bile geçmedi.
Kılıçdaroğlu’nun lider olduğu söylenince, “Tamam!” dedik, Kemal Bey bu kez ortaya atılıp cumhurbaşkanlığına aday olacak. CHP tabanını Ekmeleddinlere muhtaç etmeyecek, diye düşündüm.
Lider olmak, öncü olmaktır. Çıkarsın ortaya rakibin olarak gördüğün Erdoğan’la kıran kırana bir seçim yarışı yaparsın. Yürüyüşünü, İstanbul’dan sürdürerek cumhurbaşkanlığına gidersin. Ama nerde…
Bazı öngörüsüz köşe yazıcılarınca lider yapılan Kemal Bey, çok geçmeden kimseyi şaşırtmadı ve 2019 için niyetini söyledi.
Kılıçdaroğlu haftalık Der Spiegel Dergisine yaptığı açıklamada 2019’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine aday olmayacağını söyledi. Ayrıca 2019 seçiminde cumhurbaşkanlığına “Ben partiler üstü bir aday istiyorum.” diyerek aday arayışı içinde olmadığını belirtti.
Kemal Bey için öncelikle şunu söyleyelim. Anayasanın değiştiğinin farkında değil. Artık Fahri Korutürk, Ahmet Necdet Sezer… gibi tarafsız cumhurbaşkanı seçmeyeceğiz 2019’da. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye’yi beş yıl yönetecek kişi işbaşına gelecek. Cumhurbaşkanı olacak kişi, bakanlar kurulunu belirleyecek. Anayasa değişikliğiyle TBMM’nin hükümet üzerindeki denetimi zayıfladı. Hükümet üyeleri TBMM dışından olacak.
Kılıçdaroğlu, aday olmayarak iktidar olmak istemiyor. Dünyanın neresinde bir ana muhalefet partisi, iktidara talip olmaz. Bunun örneğini gören, işiten, bilen var mı? Kemal Bey, aday olmayacağım, derken Erdoğan’ın zaferini de ilan ediyor.
Partiler üstü adaya gelince… Bu söylem daha çok darbe dönemlerinde dile gelir. Siyaseti, siyasetçiyi halkın gözünden düşürmeye çalışan darbeciler, kendilerini ve işbaşına getirdikleri kişileri partiler üstü gösterir.
Kılıçdaroğlu’nun aday olamayacağını söylemesi, onun lider olmadığını göstermekte. Lider olan biri, hükümeti kurmak için kendisine lider arar mı? Partiler üstü aday söylemi, yeni bir Ekmeleddin geliyor demektir. Güya türlü kesimlerle ittifak yapıyormuş gibi görünerek CHP tabanını uyutma taktiğidir. Atalarımız; “Deli bile düştüğü çukura iki defa düşmez.” demişler. Cumhuriyet ilkelerine bağlı, yurtsever CHP tabanının yeni bir Ekmeleddin tuzağına düşeceğini sanmıyorum. Türkiye’nin aydınlık yüzünü oluşturan yurttaşlar, bu tuzağı boşa çıkarıp RTE’nin karşısına Cumhuriyet değerlerine bağlı bir adayla yarışa muhakkak katılacak. 2019 seçimi, hem RTE’yi iktidardan düşürecek hem de Kılıçdaroğlu’nu evine gönderecek.
Türkiye, çapsız siyasetçilerle geleceğini kurtaramaz. Bugün ihtiyacımız olan Altıok programıdır. Amaç, 2019’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna Altıok’a bağlı bir yurtseveri oturtmaktır. Türkiye’yi bütün tehlikelerden kurtaracak çözüm budur.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       26 Temmuz 2016

DALGALAR VE DOLUNAY


Üç dört gündür kavurucu sıcaklar, insanları olduğu gibi hayvanları da bitkileri de canından bezdirdi. Toprak üzerinde ne varsa bir tutam esintiye, ferahlatıcı bir serinliğe özlem duymaktaydı. Her canlı, serin bir kuzey rüzgârının canına soluk katacağının farkındaydı sanki.

Her şey sıcaktı. Kum, deniz, toprak, taş, esintiye muhtaç bedenler, soluklanmak için oturulan koltuklar, sandalyeler, uyumak için uzanılan yataklar… Rüzgâr, sanki unutulan bir zamanın gelip giden yolcusuydu. Kulaklar, hava durumu anlatan radyo ve televizyonlardaydı. Herkes, unutulan zamanların yolcusunu beklemekteydi yanık bir özlemle.

Hava durumu anlatıcıları, unutulan zamanların yolcusunun geleceğini haber verdi. Bedenler gevşedi, yürekler ferahladı. Akşama doğru kuzeybatıdan hafif bir yel esmeye başladı. Yel güçlendi, güçlendi… Denizdeki mavilik, turkuaza döndü önce. Sonra dalgalar büyüdü, büyüdü kirli açık kahverengi oldu.

Akşam, gecenin koynunda uykusuna dalarken kızgın sıcak yerini serinliğe bıraktı. Açık camlar örtüldü. Katlanmış nevresimler, yaz tembelliğinden kurtularak açıldı, yatakların üzerine serildi. Çıplak bedenler, gecenin üşütücü serinliğinde yazlık pijamamsı giysilerine kavuştu.

Rüzgârın şiddetlenmesiyle yaz boyu açık kalan pencerelerin bir kısmı kapandı. Kapılar örtüldü telaşla… Evlerin büyükleri, çocuklarını uyardı sert ve bağırtkan sözlerle… “Kapıları, pencereleri kapayın! Camlar kırılmasın!” Bu uyarılar şangırtıların duyulmasını önledi.

Herkes rahat bir uykunun koynuna girdi. Sevgililer, sevişmeyi rutine bağlayan evliler serin gecenin derinliklerinde cennet meyvesinden tatmak için ivedi davrandılar. Gecenin koynunda, sevgilinin hızlı yürek atışlarının körüğe döndürdüğü göğüs kafeslerine başlar erinçle yaslandı ve uyku perisinin kollarında düşler görüldü peş peşe.

Geceyi azaba döndüren sivrisinekler rüzgârın kovuculuğunda yok olup gittiler. Camın önündeki vişne ağacının dalları kimi zaman camlara, kimi zaman da evin duvarlarına vurmakta arsız çocuk gibi. Yavrusunu yitiren kedinin avazı, uluyan köpeğin sesine karışıyor gecede. Uyku, bölünüyor. Varsın bölünsün… Gece serin, sivriler yok, denizden dalgaların bitmez şarkısı kulaklarda ya… Vişne dallarının cama vuruşları bile bir yaşam belirtisi...

Gecenin sessizliğinde homurtular, hırıltılar, tıslamalar işitilmekte derin derin. Kendini uykunun kucağına bırakmış bedenler, rahat sakin ve serin bir gecenin verdiği erinçle kendi doğası içinde seslerle sabaha kavuşmak istemekteler.

Sabah; önce araba, traktör, pırpırların sesleri ile geldi. Arkasından kuşların neşeli ötüşleri muştuladı yeni günü. Serin, aydınlık, temiz sabah açılan pencerelerden odalara doldu. Dinlenmiş, keyfe ve zevke doymuş bedenler kısa, sık, yumuşak dokunuşlarla günaydınlaştı. Güneş, doğudan Mürefte’nin sonsuz göğünde yavaş yavaş yükselmekte. Güneşin aydınlık saçları Aşağı Kalamış, Eriklice’yi aşarak Şarköy’ün yüzüne dalga dalga saçılmakta. Saçların ucu, Çanakkale’nin maviliklerinde denizkızına dönüşmekte.

Kuşlar telaşlı... Kırlangıçlar yay gibi uçmakta… Serçeler karınlarını doyurma kaygısıyla aceleciler… Arılar, bir önceki günden kaldıkları yerden sürdürmekte çalışmalarını. Çiçekten çiçeğe konma yarışındalar. Karasinekler, buldukları meyve artıklarına üşüşmekteler. Karıncalar, dur durak bilmeden yorulmaksızın koşturmadalar. Yükleri kendilerinden ağır. Kediler, yılışık yılışık kuyruklarını sürtmekteler masalara, sandalyelere ve yerleri süpüren, kahvaltı hazırlayan yazlıkçılara.

Kahvaltı masaları hazırlanıyor. Uykulu çocuklar, yavaşça masadaki yerlerini almakta. Dün havayı döndüren karayel, biraz hafiflemiş gibi. Rüzgâr, kuzeydoğuya dönmekte hafiften. Poyraz gittikçe hızlanıyor. Poyraz, önce denizin ortasını kabartıyor. Kıyılardaki su çekilir gibi oluyor. Sonsuz mavilik, tarih öncesinin canavarları gibi sırtını kabartarak avını bekliyor sanki.

Poyraz; güne, denize ve doğaya egemen oluyor. Denizin rengi yavaş yavaş değişiyor. Dalgalar çoğalıyor. Denizin orta yeri laciverte kesiliyor. Kıyıya yaklaştıkça turkuaz bir kemer oluştu. Karaya yaklaşan dalgalar açık, kirli bir kahverengiye döndü. Sular bir devin ağzı gibi açılıyor kıyıya büyük bir balyoz gibi iniyor. Turkuaz kemerden kopan dalgalar, denizin dibinden kopardığı yosunları hoplata zıplata, evirip çevirerek kıyıya sürüklemekte. Sarıya dönen kahverengi dalgaların sürüklediği yosunlar ağzında avını taşıyan etçil bir hayvan gibi kıyıya koşmakta.

Etobur dalgalar, kıyıdaki çakıl taşlarına vurunca bir süre dinginleşip soluklanıyor. Arkasından gelen yeni dalganın içinde yitip gidiyor. Etobur yırtıcı ağzındaki avı kıyıdaki çakıl taşlarının üstüne hışımla bırakıyor. Dinginleşen sular, yosunları yavaş bir somurmayla içine çekiyor. Dipten sürüklenen yosunlar azgın bir dalganın ağzında yeniden kıyıya gelmekte doludizgin. Zeytin ağaçları kollarını açmış, sağa sola sallayarak dalgaları selamlamakta karadan.

Poyraz durmak bilmiyor. Gün boyu azgın devinimlerle kıyıya saldırmakta. Rüzgâr, denizin üstündeki buharı dağıtıyor. Her yan berraklaştı. Görüş mesafesi arttı. Biga yarımadasındaki yapılar görünmekte. Tepelerdeki enerji üreten rüzgârgülleri tek tek sayılmakta. Sola doğru bakınca Marmara Adası, denizin efesi gibi olduğu yerde kımıldamadan durmakta. Birilerine, bir yerlere gözdağı veriyormuş gibi. Marmara Adasının ayaklarının dibinden kopan dalgalar, lacivert mavi dev gövdesiyle kımıldanarak avına yaklaşan koca bir aslan gibi ağzından köpükler akıta akıta Mürefte kıyılarına ulaşmak için sabırsızlanmakta. Beyaz köpükler, denizin ortasında bir çiçek bahçesi gibi rüzgârda salınmakta.

Köpükler, turkuaz bölgede evcil bir beyaz güvercin gibi kanat çırpmakta. Ak güvercinler, giderek açılmış manolya çiçeklerine dönüşmekte. Lacivert deniz, manolya ormanı gibi. Dört yana uzanmakta.

 Açık, kirli kahverengi, ak güvercinden dönüşen manolya çiçeklerini bir köpek balığı çevikliğiyle yutmakta. Köpükler yerlerini, yosunların koyuluğuna terk etmekte. Gün boyu bu durum sürüp gitti.

Gün, geceye kavuşurken deniz koyulaştı. Dolunay; önce gökyüzünü, sonra denizi tutsak etti. Çok geçmeden dünyanın çatısını binlerce yıldız kapladı. Karanlık gece, dolunayla, yıldızlarla aydınlandı. Gece kuşları uçuşmaya başladı. Dalgaların sesi, yıldızlara alkış tutuyor gibi yorulmadan sürmekte.

Poyrazlı gecede serinleyen bedenler, dinginleşen tinler demli çayların tüten buharlarında arındılar. Dolunay, denizin içindeki aydınlık yoldan ilerlemekte. Güneş, geceyi dolunaya emanet etti. Sabaha dek canlı ve cansız tüm varlıkların nöbetini tutacak.

Marmara Adası’nın güneyinde Ekinlik Adasının başladığı noktadan Ay yükselmeye başladı. Kızıl bir alev gibi kendini gösterdi. Yükseldikçe kızıllık, turuncuya dönüştü. Tabak gibi Ay’ın ortasındaki karartılar, bir insanın yüzünü andırmakta. Turuncu kafadan upuzun saçlar serilmekte Marmara’nın göğsüne. Bir kadının saçları gibi… Saçlar dalgalanmakta geceye karşı. Saçlar uzuyor, uzuyor, uzuyor kıyıya ulaşıyor. Elimi uzatıyorum okşamak için… Elim havada kalıyor, nazlı sevgili kızıl, parlak saçlarını kaçırıyor. Saçlar savruluyor her yana. Poyraz üşütüp ürpertiyor bedenimi. Ruhum alev alev, tıpkı dolunay gibi.

Ay, yükseliyor. Yükseldikçe güneye doğru kaymakta yavaşça. Önce Ekinlik Adası’nı boydan boya kat ediyor. Marmara Adası’nın Mürefte’ye bakan kıyısında yer alan Çınarlı Köyü’nün ışıkları daha da parlıyor Ay’ın güneye kaymasıyla. Hayırsızada sessiz… Zaten bilmeyenler onu, Marmara Adası'nın bir parçası sanır. Hayırsızada’daki deniz feneri yanıp sönmekte. Buranın tek sakini olan deniz fenerinin bekçisi, acaba dolunayda ne yapıyor?

Ekinlik Adası’nın üstündeki Ay, turuncudan sarıya dönüyor. Renk açıldıkça ışığı çoğalıyor Ay’ın. Ekinlik Adası kıyısından tek tük görünen ışıklar, Ay ışığında iyice silikleşiyor, giderek görünmez oluyor.

Ay, yavaşça Avşa Adası’nın üstüne doğru geliyor; gökyüzünde asılı büyük bir fener gibi. Saçlar yavaşça yitip gidiyor. Kocaman bir merdivene dönüşüyor basamak basamak. Basamaklar, çıkmakla bitmez. Merdivenin ucu bucağı belli değil.

Ay, Biga Burnu’na doğru yaklaşmakta. Demir Çelik santralinin bulunduğu Aksaz Köyü ışıl ışıl. Rengi önce açık sarıya, sonra beyaza dönüyor. Merdiven, yerini büyük bir vatoz balığına bırakıyor. Kuyruğu uzun, kanatlarını denizin üstüne açmış bir vatoz. Denizde yaşayan canlıları saklayıp koruyan, parlak bir vatoz.

Ay, denizle neredeyse dik açı yaptığında vatoz, iribaşa dönüşüyor fark ettirmeden. İribaşın kuyruğu çok uzun. Gecenin ilerleyen saatlerinde kuyruk kısalıyor yavaşça. Giderek iribaş yok oldu.

Gece, serin bir aydınlığın koynunda. Işıl ışıl gökyüzü berrak… Saatlerce kayan bir yıldız görmek için nöbetteyim. Ne yazık ki göremiyorum. İstanbul’da yıllardır özlediğim başlıca şey çocukluğumun gökyüzü. Yıldızlarla dolu, ışıl ışıl… Kayan bir yıldızı görmeyeli yıllar oldu. Samanyolunu, büyük ayıyı, küçük ayıyı izlemeyeli ne kadar oldu anımsamıyorum bile. İstanbul’da geceleri deniz kıyısında, açık alanlarda gezerken hep dua ederim: “Tanrım, ne olur kentin tüm ışıkları aynı anda sönsün.” diye. Niye mi? Niye olacak? Yıldızları göreyim, gökyüzüne doyasıya bakayım diye. Açık hava tutsak evinde gökyüzüne hasretiz. Yıldızları ancak düşleyebiliyoruz silik görüntülerle.

Gece, gözkapaklarıma çöküyor yavaşça. Uyku meleği, bedenimi istiyor kucağına. Gece kuşları, çoktan yok oldu. Yazlıkların birkaçında cılız ışıklar… Kıyının sessizliğini, dalgaların ritmik sesi bozmakta. Dalgalar yorulmadan, ritmi bozmadan, sesin düzeyini değiştirmeden kıyıyı dövüyor. Kıyı direnmekte var gücüyle…

Kulağım dalgalarda, gözüm yıldızlarda, gönlüm ayda… Geceye, direncim yavaşlıyor. Yavaşça oturduğum yerden kalktım. Ayakta durdum bir süre. Göz göze geldik Biga yarımadasının üstündeki kocaman fenerle. O, bana göz kırptı denizle birlikte. Çocukluğum, gençliğim aktı gökyüzünden dalgaların üstüne. Kapıyı kapadım, içeri girdim. Uyumak için yatağıma uzandım. Dalgalar uğultuya dönüştü. Uzaktan köpek havlamaları gelmekte. Ay ışığı perdenin aralığından sızmakta. Çok geçmeden uyuyorum. Sabaha dek düşümde çocukluğumun yıldızlı gökyüzünü görüyorum. Gece bitmesin, hep uyuyayım, düşüm sürsün istiyorum. Bir traktörün motor sesi sabahı yırtıyor orta yerinden. Ben uyanıyorum.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               11 Temmuz 2017

 

MATEMATİK GEREKSİZMİŞ, ÖYLE Mİ?

                                   
AKP’li vekil ve TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyesi Ahmet Hamdi Çamlı, “Cihat bilmeyen çocuğa, matematik öğretmenin faydası yok!” demiş. Bu sözü yeni müfredat programını savunmak için söylemiş RTE’nin eski şoförü. Bu arada Çamlı’nın TBMM ‘de 20 Ocak 2017 günü yapılan yeni anayasa görüşmelerini Genel Kurul’dan “Yeliz Adley takma adıyla yayınlamasıyla tanınmış olduğunu söyleyelim.
Bir erkeğin, takma kadın adı kullanmasının üzerinde durmayacağız. Çünkü bu, bizim konumuz değil. Gerektiğinde bu konuyla ilgili olarak uzman ruh hekimleri görüşlerini açıklamalı. Çünkü yurttaşlarımız, bu takma ad konusunu merak edebilir. Eee, bir konuda merak varsa, merakı bilgilenerek giderme de söz konusu olmalı.
Çamlı “Namaz dinin direğiyse cihat çadırıdır.” buyurmuş ayrıca. Ey Çamlı, Kuran’ın Müslümanlara ilk emri nedir? Oku!
Ey Allah’la aldatanlar! Neden, İslam’dan söz ederken “okumayı” usunuzdan geçirmezsiniz? Niye, Allah’ın ilk emrinin göz ardı ettirmek için özel çaba içindesiniz?
“Cihat, İslam’ın en önemli unsurudur. Namazdan da önce gelir. Osmanlı padişahlarına baktığımızda neredeyse tamamı cihadı bırakmamak için hacca bile gitmemiştir.” diyerek kendince tarihsel, dinsel bir saptama yapmış. Bu Allah’la aldatanlar, garip kişiler… Gerçeklerden haberleri yok! Kafalarında kurmaca üretip önce buna kendileri inanıyor, sonra da gerçekmiş gibi bunu halka anlatıp inandırmak istemekteler.
Osmanlı’nın otuz altı padişahı oldu. Birinci Dünya Savaşı döneminin Padişahı Mehmet Reşat’ın dışında “cihat” sözcüğünü ağzına alan var mı? Yaptıkları savaşlara, çıktıkları seferlere “cihat” adını veren bir padişahı tarih yazdı mı? Mehmet Reşat, Almanların isteğiyle İngilizlere karşı “cihat” ilan ediyor, ama bir işe yaramıyor. İngiliz sömürgelerin de yaşayan Müslümanlar ve Osmanlı topraklarında yaşayan İslam kardeşlerimiz(!) silahlarını İngilizlere değil de bize doğrulttular. Osmanlı padişahlarını hiçbirinin hacca gitmemesine bahane üretmek de AKP’li vekile düşmüş anlaşılan.
Ne yazık ki Allah’la aldatanlar sabah akşam söz ettikleri dini, İslam tarihini bile bilmediklerini belirterek matematik konusuna geçelim.
Matematik, çoğu kişinin anladığı gibi yalnızca bir işlemler dizisi değildir. Sandalyede oturuşun, bağdaş kurmanın, sokakta yürümenin, yemek yemenin, su içmenin, sevişmenin, araba kullanmanın, savaşmanın, devlet yönetmenin, yatakta uyumanın, insanlarla ilişki kurmanın; bina,  yol, liman, havaalanı, fabrika, demiryolu, okul, hastane, ibadethane, kulübe yapmanın; doğal afetlere karşı önlem almanın, fen ve teknoloji alanlarında buluşlar bulunmanın, günlük yaşamda kullandığımız her şeyi üretmenin, ağaç dikmenin, bahçe sulamanın, hava sanayini geliştirmenin, düşünmenin, futbol oynamanın… bir matematiği vardır.
Yaşamın her alanında matematiğe gereksinim vardır. Hatta cihat yaparken bile matematik gerekir Yeliz Hanım, pardon Sayın Çamlı. Matematik bilmesen top da yapamazsın tüfek de. Öyle ki başkalarının yaptığı topu, tüfeği de kullanamazsın.
Ey bilim yoksulu Çamlı! O çok hayranı olduğunuz Osmanlı’nın mühendishanesine getirilen Avrupalı bir hoca, öğrencilere “Üçgenin iç açıları toplamı kaç derecedir?” diye sorar. Öğrencilerin yanıtı şudur: “Üçgenine göre değişir.” İşte, bu yanıtın verildiği dönemde Osmanlı, neredeyse girdiği savaşların tümünü kaybetmekteydi. Neden mi? Bilim ve teknoloji dan…yoksunluğundan…
Matematiği yok sayarak Türkiye’deki tüm bilim dallarını çökertmek mi istiyorsun ey bilgisiz vekil? Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalayıp yıkmak mıdır amacın?
Ey yeşili kurumuş Çamlı! Senin konuşman için bile matematik bilmen gerekli. Bunu da bil, istedim.
Ey eski şoför, yeni vekil! Yıllarca şoförlüğünü yaptığın RTE’ye özel arabanın kapısını açıp kapatırken az da olsa bildiğin matematiğe gereksinim duyduğunu bilir misin? Yoksa RTE, her iniş ve binişte kafasını çarpardı kapılara…
AKP’nin Türkiye’yi getirmek istediği nokta, bilimsiz bir ülke olmaktır. Bilimden nasibini almamış bir toplumun ilerlemesi, birliğini koruması olanaklı mıdır?
Ey AKP’li sözcüler, dilinizin geometrisini hesaplayarak konuşun! Konuşun ki, kendinizi gülünç duruma düşürmeyin!
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                                  25 Temmuz 2017

CHP, ADALETİ PÜLÜMÜR ÇAYI’NDA ARAMALI

                        
Öğretmen Necmettin Yılmaz, PKK’lı katillerce Tunceli-Pülümür yolunda katledildi. Necmettin Öğretmen’in katli kamuoyunda büyük bir infial uyandırdı. Ancak bazı eğitim sendikalarının, üniversitelerin, anlı şanlı(!) kitle örgütlerinin, HDP sever kimi meslek odalarının bu hain, insanlık dışı cinayete ses çıkarmamaları kamuoyunun ilgisinden kaçmadı.
15 Temmuz darbe kalkışmasın birinci yıldönümünde Tunceli’de şehitlerimiz için anma töreni düzenlendi. Bu anma da CHP Tunceli İl Başkanı Ali Rıza Güder kürsüye çıkıp dinleyenleri gözyaşlarına boğan bir konuşma yapıyor.
“Bu işlediğiniz adi cinayetle siz bu coğrafyada sadece gencecik bir insanı değil; insanlığı, vicdanı, haysiyeti, onuru da katlettiniz. Bu, neyin davasıdır? Ne uğruna öldürüyorsunuz, ne uğruna ölüyorsunuz? Bu kör şiddetin sebebi neyin nesidir? Gencecik bir adamı öldürüp suya atmak neyin nesidir? Sizin ölüye de mi saygınız yoktur? Ölmüş bir insanın son bir kez annesiyle, babasıyla buluşmasına da mı saygınız yoktur? Anne, baba çocuğunun cenazesini almasın mı? Bu zavallı öğretmene bir cenaze namazını,  bir cenazeyi de mi çok gördünüz? Bir avuç toprağı da mı çok gördünüz? (…) Gencecik bir insanı suya atmak neyin nesidir? Munzur dağlarının piri pak suyunu bu adi cinayetle kirletmeye utanmadınız mı?” Bu sözler, dinleyenlerin yüreklerine kurşun gibi işledi. PKK’yı bu kadar açık bir biçimde sorgulayan yöre siyasetçisi yok gibi. Soru tümceleriyle oluşan bu konuşma, bir sorgulamadır. Bu soruların hiçbirine PKK’nın vereceği bir yanıt yoktur. Bu sorular, Munzur dağlarını bölücü örgütün üstüne çöktürmüştür. Bu nedenle Sayın Güder’i kutluyoruz.
Sayın Güder’in konuşmasıyla şunu anladık ki Tunceli toprakları nice Kamer Gençler yetiştirecektir.
Ali Rıza Güder’in PKK terörünü sorgulayan konuşması, bölgede önemli bir başlangıç noktasıdır. PKK’yı türlü nedenlerle uzaktan yakından destekleyen birçok kişinin aklını başına devşirecek bir konuşmadır bu. PKK, bundan böyle Tunceli dağlarında eski rahatlığını bulamayacaktır. Bu, Tunceli’nin Cumhuriyet kenti olma yolunda attığı güçlü bir adımdır. Ortaçağ’ın Dersim’i artık söz konusu olamaz. Çünkü Cumhuriyet aydınlığının Tunceli’si tüm gücüyle ortadadır.
CHP İl Başkanı’nın konuşmasından sonra 21 Temmuz 2017 günü, Tunceli’de, terör örgütü PKK tarafından katledilen öğretmen Necmettin Yılmaz’ın anılması ve teröre tepki amacıyla “Teröre Lanet Yürüyüşü” düzenlendi. Yürüyüşe, birçok CHP milletvekili katıldı. “Sen bizim şehidimiz ve onurumuzsun.” yazılı pankart ve Şehit Öğretmen’in fotoğrafının bulunduğu posterlerle, Türk bayraklarıyla yürüdü çok sayıda Tuncelili. Yürüyüşe, Tunceli İl Jandarma Komutanı ile İl Emniyet Müdürü de katıldı. Vatan Partisi üyeleri de yürüyüşteydi. Keşke, Kılıçdaroğlu da bu yürüyüşün en önünde yürüseydi… İnanın Ankara-İstanbul yürüyüşünden daha etkili olurdu.
Adalet, PKK/HDP yöneticileriyle yan yana yürüyerek değil, Tunceli’de PKK’ya karşı yürüyerek sağlanır. Çünkü bu yürüyüş, vatanın bütünlüğü ve milletin birliği içindir. Vatan yoksa adalet de olmaz. Adaleti, Pülümür Çayı’nın kıyısında aramalı. Bu adalet isteği emperyalist planları boşa çıkarır. Türkiye özgürleşir. Vatan bütünlüğü sağlanır.
CHP’nin Tunceli’de düzenlediği “Teröre Lanet Yürüyüşü” doğru bir eylemdir. Yurttaşın arzuladığı CHP, budur. HDP ile kol kola yürüyen değil, PKK’ya karşı dimdik yürüyen bir CHP… Ortaçağ’ın Dersim’inin değil Cumhuriyet’in Tunceli’sinin yanında bir CHP…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       23 Temmuz 2017



ŞEHİT ÖĞRETMEN NECMETTİN YILMAZ

Necmettin Yılmaz… 23 yaşında genç bir öğretmen… Büyük hayalleri olan çiçeği burnunda bir eğitim savaşçısı… Bir adam… Şanlıurfa’ya atanınca koşa koşa gidiyor bu yurt köşesine. Cumhuriyet’in ışığı olmak istiyor gittiği köyde. Genç öğretmen seviliyor, sayılıyor köylülerce. Öğrencileriyle bütünleşiyor kısa sürede.
Yaz dinlencesi vakti geliyor. Sıla burnunda tütmekte... Türkiye’nin en güneyinden kuzeye doğru yola çıkıyor Şehit Öğretmen. Güneydoğu’nun ovalarını aşıyor kurduğu bin bir güzel hayalle ve umutla. Doğu Anadolu’nun dağları arasından yol alıyor sılaya doğru. Memleketi Gümüşhane’ye yaklaştıkça yüreği heyecana dayanamaz oluyordu, kim bilir?
Günlerden 16 Haziran 2017’ydi. Tunceli-Pülümür yolundan ilerlemekteydi Necmettin Öğretmen. Tunceli dağlarının bin bir renkli çiçeklerine bakıp mutlanıyordu kendince.
Pülümür Çayı’nın temiz sularına bakarak ilerlediği bir anda, yolu kesildi PKK’lı teröristlerce. Aracından indirildi ve kurşuna dizildi. Arabası da yakıldı hainlerce. Mutluluğunun, hayallerinin, sıla özleminin, karatahtasının, içindeki aydınlığın, öğrencilerinin umutlarının, onu bağrına basan Urfalı köylülerin yüreklerinin orta yerine kurşun sıktı vicdanları sönmüş bölücü teröristler. Daha sonra o genç beden, Pülümür Çayı’na atıldı.
Ailesi umudunu yitirmedi hiç. Ne olur ne olmaz çıkagelir birden diye. Aydınlığa düşman, insanlığını yitirmiş, emperyalizmin vaatleriyle vicdanları körelmiş ölüm makinelerinin silahsız bir masum insanın duygularını anlayacak yürekleri yoktu.
Necmettin Öğretmen, ortadan kaybolunca günlerce arandı. Onu PKK’lıların kaçırdığı düşünüldü. 12 Temmuz 2017 günü, Tunceli-Pülümür karayolunun 25.kilometresinde cansız bedeni bulundu.  Onun cansız bedeni, Pülümür’ün apak, tertemiz sularıyla günlerce yıkandı.
Dünyanın en kirli savaşlarında bile sivillere, masumlara, silahsız insanlara, hele öğretmenlere kurşun sıkılmaz. Elinde kaleminden başka silahı olmayan bir insana neden kıyılır?
Necmettin Öğretmen niçin öldürüldü? Etnik kökeni farklı olduğu için… Düşünceleri farklı olduğu için… Öğretmen olduğu için… Kimlik kartında Gümüşhane yazdığı için… Şanlıurfa’ya öğretmen olarak gittiği için…
Arap çöllerinde masum insanların kafalarını kesen IŞİD’le Pülümür Çayı’nın kıyısında genç bir öğretmeni katleden vicdansızlık aynıdır. Aynı kaynaktan beslenmekteler... Aynı merkezden yönetilmekteler... Aynı amaç uğruna insanları, insanlığı katletmekteler.
Gün, Necmettin öğretmenleri katledenlere karşı gelme günüdür. Onlarla uzlaşma, onları özgürlük savaşçısı(!) sayma günü değildir.
Necmettin Öğretmen, daha önce PKK’ca katledilen aydınlık savaşçısı diğer öğretmenlerle Cumhuriyet şehitle arasında yerini aldı Onlar halkın gönlünde birer kahraman. Ya PKK’lı robotlar? Onlar, hain damgasıyla milletin nefretiyle vicdanları kupkuru hep kullanılacaklar.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       22 Temmuz 2017

ATACAN’IN DONDURMACI PROTESTOSU


Atacan, dört yaşındayken dondurma yemeye başladı. Sıcak yaz günlerinde haftada birkaç gün bir top çilekli dondurma yiyordu. İkinci topu asla istemiyor, çilekli dondurmanın dışındakileri ağzına sürmüyordu.
Ata, dondurmasını sürekli olarak Bostancı’da, evimizin karşısındaki meşhur dondurmacıdan yemekteydi. Dondurmanın bir topu bir lira, elli kuruştu. Sahile gezintiye giderken dondurmacının önünden geçerdik. Her seferinde dondurmacı tezgâhının önünde insan kuyruğu olurdu. Atacan, “Paran var mı Adil?” diye sorardı. Ben: “Var!” deyince o, elini uzatırdı bana. Ben de onun küçücük avucuna bir buçuk lira koyardım. Parayı, avucunda sıkı sıkı tutar ve kuyruğa girerdi.
Atacan, kuyruğa girmeyi dondurmacının önünde öğrendi. Elinde parası, başında şapkasıyla en arkaya geçerdi. Ben ve eşim gülerek onu izlerdik. Kuyruk uzun, çocuğun acelesi var. Atacan, kuyruğun en arkasında sıkılırdı. Birkaç dakika sonra üç beş kişinin önüne geçerdi. Aradan birkaç dakika geçince bir üç beş kişi daha… Derken kuyruğun en önüne geçerdi sıra bekleyenlerin gülümsemeleri ve onu hayranlıkla izlemeleri arasında.
Tezgâhın önüne gelir. Buzdolabının önündeki küçük çıkıntının üstüne çıkar. Böylece kendini, yükseğe çıkarır, oradan kendisini gösterirdi. Dondurma satan iki genç kız, Ata’nın yalnızca şapkasını ve iki gözünü görürlerdi. Çocuk parayı ablalardan birine uzatır, “Dondurma istiyorum.” derdi. “Çilekli olsun!” demeyi de unutmazdı. Genç kızlardan biri parayı alır, sırada bekleyen kalabalığa aldırmadan çocukla söyleşmek ister kısa da olsa. Ancak çocuk oralı olmaz. Dondurma külahını alır olmaz “Teşekkür ederim.” der ve sahile doğru yürürdü. Biz de onun arkasından yetişirdik peçete elimizde.
Bir gün Ata, elindeki paraları sıkıca tutmaktaydı. Bu arada sırada bekleyenlerin önüne geçmeye çalışıyordu. Ben de uyarıyorum onu. “Kuyrukta bekle, insanların önüne geçme!” diye. O, “Kuyruktayım ya…” diyerek yanıtlıyor beni.
Tam dondurma dolabının önüne geldi, çocuk bir şeyler aranıyor yerde. Avucuna baktım, sıkıca kapalı. Açtım avucunu elli kuruş yok. Onu düşürmüş, arıyor yerde. Herkesin gözü çocuğun üzerinde, merakla ve gülümseyerek izlemekteler onu. Ben de ona katıldım. Bulamadık… Cebimde başka bozuk para yok. Kâğıt para vermeyi önerdim ona, kabul etmedi. “Ama paran eksik… Bu parayla sana dondurma vermezler.” dedim. O: “Bir şey olmaz, verirler. Ablalar beni tanıyorlar.” diyerek yanıtladı beni ve tezgâhın önündeki yerini aldı. Elinde sıkıca tuttuğu bir lirayı dondurmacı ablaya uzattı. Abla, gülümseyerek ve Atacan’la konuşmaya çalışarak tek top dondurmayı külaha koydu. Çocuk, dondurmayı aldı ve bana dönerek “Bak, bir tane paraya da dondurma verdiler Adil.” dedi mutlulukla.
Yazla birlikte dördüncü yaşı bitti Ata’nın. Sonbahar, kış, ilkbahar… Dondurma yeme sezonu çoktan bitti. Derken yaz geldi. Evimizin karşısındaki dondurmacının önünde kuyruklar yeniden oluştu her yaz olduğu gibi. Dondurmacının önünden yürümekteyiz. Apartman bahçesinde konan dondurma dolaplarının önünden geçmekteyiz. Atacan elimi tutmakta… Ancak gözleri dondurmacıda, önüne bakmıyor. Bana döndü: “Dondurmacı ablalar neden yok?” diye sordu. Soruyu eşim yanıtladı: “Belki işten ayrılmışlardır.” Çocuk haberleri neredeyse her gün dinlemekte bizimle birlikte. “İşten çıkarılma” denen berbat kavramı bilmekte. “Bu ablaları işten çıkarmış olmasınlar?” dedi çocuk. Eşim: “İşten çıkarılmış da kendileri de ayrılmış olabilirler.” diye onu yanıtladı.
Hem konuşuyor hem de yürüyoruz... Beş yaşındaki afacan düşünceli. Aklı dondurmacı ablalarda. Bostancı sahiline gittik. Bir şeyler yiyip içelim diye. Ne mümkün… Durmadan dondurmacı ablalarla ilgili sorular sormakta. Neyse ilgisini çekecek bir şey bulduk da konuyu değiştirmeyi başardık.
Birkaç gün sonra yine dondurmacının önünden geçmekteyiz. Onun gözü tezgâhın arkasındakilerde. Ben “Dondurma alalım.” dedim. O: “Yemem!” dedi sert ve kararlı bir sesle. “Neden?” diye sordum. Çocuk: “Ablalar işe girmeden dondurma yemem.” dedi. Israrlarımız işe yaramadı. Yaz geçti ve Ata, dondurma yemedi. Ona göre dondurmacı ablalar işten çıkarılmıştı. O da kendince dondurmacıyı protesto etmekteydi.
Bir yıl sonra Atacan, altı yaşında oldu. Yaz gelmişti. Dondurmacının önündeki kuyruklar uzamaya başlamıştı. Dondurmacının önünden geçerken ablalardan birini gördük. Atacan çok sevindi. Tıpkı gurbetten yakını dönen biri gibi mutlu oldu. Para istedi ve dondurmasını almak için sıraya girdi. Geçen yaz hiç dondurma yemediğini ve nedenini anlattık ablaya. Genç kız duygulandı. Atacan’a işten çıkarılmadığını anlatsa da boşuna. İş, işten geçmişti. Ufaklık, diğer ablayı sordu. Onun artık üniversiteli olduğunu anlattı dondurmacı kız. Çocuk, yitirdiği dondurmacı ablalardan birini bulmuştu. Mutluydu. Protestosu son buldu. Yaz boyu dondurmasını hep kendi aldı.
                                                                                  Adil Hacıömeroğlu

                                                                                  19 Temmuz 2017

ATACAN AĞAÇTAN DÜŞTÜ


Mürefte’deki yazlık ev, çocuklar için büyük bir özgürlük alanı. Çünkü doğa ile bire bir ilişkideler. Ağaç, çiçek, böcek, solucan, kırkayak, kuş, kedi, deniz, yıldız, ay, güneş, rüzgâr… Çocuklar, kent yaşamında göremedikleri ve büyük bir bölümünü tanımadıkları varlıklarla iç içe yaşamaktalar. Bu, onlara hem mutluluk katmakta hem de doğayı tanıma fırsatı vermekte.
Evin bahçesi çocuklar için büyük bir nimet… Kan ter içinde akşama dek koşuyorlar. Akşam olunca da kuş gibi tünemekteler buldukları bir yerde. Sandalye, koltuk, şezlong, salıncak… Uyumak için yer önemli değil. Sabahleyin erkenden kalkıp koşturmaca yine sürmekte. Bahçede zeytin ağaçları var. Dalları zeytinlerle dolu. Küçücük, sert, yemyeşil… 32qZeytin gövdeleri çocukların tırmanması için uygun. Genellikle bazı ağaçlar dimdik değil, Eğri büğrü büyümüşler. Bazılarının gövdeleri adeta basamak gibi.
Günün belli saatlerinde koşmacalar, türlü oyunlar bitince sıra zeytin ağaçlarına tırmanmaya gelmekte. Bu konuda en başarılı Mercan (7). Jimnastik sporu yapmanın kolaylığını ağaca tırmanırken yaşamakta. Zeytin ağacına çabucak çıkıveriyor. Yere paralel bir dal bulunca önce ayaklarını dala doluyor, sonra kendini baş aşağı bırakıyor. İleri geri sallanıyor, ardından elleriyle dalı kavrayıp kendisini yukarı çekiyor. Bu hareket birkaç kez oluyor. Zeytin dalı, Mercan’a barfiks oluyor. Atacan (6), Ada (6) da Mercan’dan aşağı kalmamak için ağacın gövdesinde savaşım vermekteler. Ela (4) ise boyunun yettiği bir yerde oturup diğerlerine yetişmeye çalışmakta.
Atacan, yaşamında ilk kez ağaca tırmandı. İstanbul’daki denemeleri, hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Zeytin ağaçlarına tırmanması, gün geçtikçe gelişti. Artık yüksek dallara çıkabiliyor. İlk başta ufak tefek düşmeler, dalların oluşturduğu küçük çizikler oldu. En baştaki düşmelerde ağlaması, sızlanması çoktu. Şimdilerde bu azaldı. Her düşme, bir deneyim. Hatalar, başarısızlıklar öğrenmeyi hızlandırmakta.
Ağaca tırmanmayı başardıkça özgüveni artmakta. Özgüven de onun ufak tefek düşmeleri ve sıyrıkları görmezden gelmesini sağlamakta.
Çocukların bir işi tek başlarına başarmaları çok önemli. Bu onlarda hem özgüveni geliştirmekte hem de üretkenliklerini artırmakta. Özgüvenli kişi, bağımsız iş yapabilme yeteneğini kazanmakta. Bağımsız iş yapabilme yeteneği olan birey, özgün, yaratıcı çalışmaklar ortaya çıkarmakta. Bu nedenle çocukların özgürlüğünü kısıtlayıcı müdahaleler, onların yeteneklerini törpülemekte. Ruhsal gelişmelerini, yeteneklerinin ortaya çıkmasını olumsuz yönde etkilemekte.
Çocukların en iyi öğrenme alanı oyun. Oyun içinde her çocuk yeni bilgiler, deneyimler elde eder. Yetenekleri oyun içinde keşfedilir ve geliştirilir. Oyunu çocuğa yasaklamak, onları en ağır cezaya mahkûm etmektir. Çocuklara oyunu yasaklayan katı, gelenekçi, tutucu toplumlar yaratıcı insan eksikliği çekmekteler. Çünkü yaratıcılığın ilk laboratuvarı oyun alanlarıdır.
Oyun, çoğu zaman hayallerin gerçekleştirildiği yerdir. Çocuk, hayal ettiklerini oyunda uygulama fırsatı yakalar. Hayallerinin gerçekleştiğini gören birey, mutlu olur. Yeni hayaller kurar. Yeni hayal demek, oyunda yeni uygulamalar demektir.
Çocuğun arkadaşlarıyla oyun oynaması bulunmaz bir fırsattır. Küme içinde oyun oynamak, çocuğun birlikte iş yapma, paylaşma, iş bölümü, demokrasi, sosyalleşme, uzlaşma kültürünü geliştirir. Kişi, sosyal ortamlarda daha hızlı öğrenir. Birlikte oynanan oyun da bir sosyal ortamdır. Bu nedenle çocuklarımızın arkadaşlarıyla oyun oynayacak ortamlar hazırlamalı. Onların bu sosyal gereksinmesini karşılayıcı fırsatlar yaratmalı.
Atacan, anaokulunda ilk arkadaşlarını edindi. Buradaki arkadaşlıkları; onun sosyal, ruhsal gelişmesinde önemli rol oynadı. Bu yaz dinlencesinde dayısının kızlarıyla olması onun yaşamında önemli bir dönüm noktası. Doğayı birlikte keşfetmekteler. Oyunları birlikte kurmadalar. Arada hır gür olsa da uzun sürmüyor. Küsmeler kısacık bir zaman dilimini kapsamakta. Küsmeyi de barışmayı da öğreniyorlar. Bu durum, onlar için bir yaşam dersi. Oyunlarda farklı cinslerin rol paylaşımını çok güzel yapmaktalar.
Bir çocuğun yanında arkadaşları olunca büyüklere fazla gereksinmesi olmuyor. Annesine, babasına: “Gel, oyun oynayalım.” demiyorlar.
Dün, türlü oyunlar oynayıp koşturmacalarla iyice yorulduktan sonra akşam kararmaya başladığında çocuklar yine ağaçlara tırmanmaya başladılar. Bahçenin tek aydınlık noktası burası. Cıvıl cıvıllar… Kırlangıçlarla yarışmaktalar. Kırlangıçlar, akşamın telaşındalar. Hızlı kanat çırpmalarla uçmaktalar. Son yiyeceklerini yemenin peşindeler. Onları yuvalarında bekleyen yavruları var. Evin üst balkonunda iki kırlangıç yuvasında hareketlilik artmış durumda.
Çocuklar kırlangıçlar gibi… Ağaçlara çıkıp inmedeler sürekli. Bir saniye bile ara vermiyorlar işlerine. Adeta zamanla yarışmaktalar.
Gece oldu olacak. Atacan, zeytin ağacının çatallı gövdesinde. Ata biner gibi oturmuş. Avaz avaz… Sevinçli… Oturduğu yerden kalkıp yere paralel bir dala uzanıp maymunlar gibi sallanmak istemekte. Bunu da bağırarak söylemekte. Tam dala tutunacakken minik Ela da aynı zeytin ağacının gövdesine tırmanmanın peşinde. Ağaca çıkarken Ata’yı fark etmiyor. Onun ayaklarına yüklenince Atacan dengesini yitiriyor. Ağacın kalın gövdesine çarpıp yere düşüyor. Bu çarpma nedeniyle burnu yaralanıyor. Burnun sağ yanı sürtünme nedeniyle kanıyor. Her zor durumda kaldığı gibi baba kucağının limanına sığınıyor. Eşim, hemen ilk yardımı yapıyor. Kanamayı durduruyoruz. Atacan, ağlıyor. Onu susturmakta bir dert. Elleri boynumda. Benim bir elim onun gövdesine yapışmış, diğeri burnundaki tamponda. Öpüp kokluyorum onu. O yanaklarından süzülen gözyaşlarını, akan sümüğünü benim tişörtüme silmekte. Ben, onu sakinleştirmeye çalışmaktayım. Giderek sakinleşti. Ancak ağlaması düşük perdeden sürmekte.
 Ela ile Mercan, Atacan’ın burnunun kanadığını görünce birazcık korkmuş olduklarından oyunlarını sessizce sürdürmekteler. Ancak yan gözle Ata’yı izlemekteler. Ada, Atacan’ın yanı başında. Diğerlerinin gelmemesi Ata’nın ağırına gidiyor. “Benim tek dostum Ada!” diye ağlamaklı sesiyle bağırıyor.
“Ela, benden niye özür dilemiyor? Ona küstüm, bir daha konuşmayacağım onunla.” diyerek söyleniyor. Ela, Ata için çok özel biri. Ata O’nu çok güzel buluyor. O da Atacan’ın çevresinde fır dönmekte.
Ortalık duruluyor, Atacan uyumak üzere kucağımda. Ela geliyor, birazda bizlerin zorlamasıyla. Atacan’ın yanağını öpüp özür diliyor. Onun da beklediği an… Özrü hemencecik kabul ediyor. Çok mutlanıyor. Erinç içinde yatmak için odasına çıkıyor.
Sabahleyin uyanınca burnundaki morartı belirginleşiyor. İkide bir soruyor: “Adil, burnum ne zaman iyileşir?” Ben, fırsatı kaza etmiyorum. “Süt içeceksin. Yumurta, et, peynir, yoğurt yiyeceksin. Bu arada sebze ve meyve de tüketmelisin. O zaman iyileşir burnun.” diyorum. Önerilerim inandırıcı olmadığından olacak ki Atacan, yemek konusunda iştahsız. Bütün dikkati burnunda.
“Burnun önemli değil, iyileşir, oynamayı sürdür.” dedim. Zaten böyle bir şey dememe gerek yoktu. O, kahvaltıdan kalkar kalkmaz koşturmaya başladı bile. Muhteşem dörtlünün bağrışları her yana bir ezginin güzelliğiyle yayılmakta.
Çocuk işte… Düşe kalka büyüyecek... Oyun, en önemli vitaminleri. Bağışlayıcılık onların doğasında var. Her şeyi, kaldığı yerden sürdürmekteler. Yaşam bir çocuğun saflığı, iyi niyeti, bağışlayıcılığı, dostluğu, doğallığı, umuduyla dolu olsa keşke…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       15 Temmuz 2017


ORDUSUZ DEVLET VE MİLLET OLUR MU?

                              
15 Temmuz darbesinin bastırılmasının birinci yıldönümü kutlamalarını, AKP yönetimi siyasal kazanca dönüştürüp 2019’da yapılacak seçimleri kazanmak için kullanmakta. Darbenin yalnızca AKP yönetimini hedef aldığı propagandası yapılarak tarihsel bir yanlışa sürüklenmekteler.
Öncelikle belirtelim ki, 15 Temmuz darbe kalkışması, Türk Milleti’ne ve Türk Ordusu’na yönelikti. Amaç ülke bütünlüğünü bozmak, ikinci İsrail’in kurulmasını sağlamaktı. Bu nedenle de darbe kalkışması, ABD’nin FETÖ’yü kullanarak Türkiye’ye saldırısıdır. Böyle bir saldırı milletin tümünü hedef alır, yalnızca bir tek siyasal parti hedefte olmaz. Bunun tersini savunmak hem darbeye destek vermektir, hem de milletin birliğini bozmaya yöneliktir.
15 Temmuz darbesi, milletin desteğiyle Türk Ordusu tarafından bastırılmıştır. Çünkü tankı tankla, uçağı uçakla, makineli tüfeği makineli tüfekle ezersiniz. Darbecileri etkisizleştirmek için askeri birliklerde çetin çatışmalar oldu. Milli ordu, içine sızmış Amerikancı teröristleri ezdi ve darbe önledi.
AKP yönetimi, günler öncesinden neredeyse tüm televizyon kanallarında gösterilen ve kendilerince hazırlandığı belli olan kısa filmler hazırladı. Bu filmlerde FETÖ elemanları için “terörist” yerine “asker” sözcüğü kullanılmakta. Bu yolla da TSK gözden düşürülmeye çalışılmakta. Oysa FETÖ’nün darbe kalkışmasıyla yapmak istediği de bu. Türk Ordusu’nu milletle karşı karşıya getirerek milletten koparmak. Televizyonlardaki kısa filmlerde TSK’nın darbeyi bastırmadaki rolü görmezden gelinmekte. Bu durum gösteriyor ki AKP, Türk Ordusu’nu hedef almakta.
Cumhurbaşkanlığınca hazırlanan afişler, televizyonlarda gösterilen filmlerin ötesine giderek Türk Ordusu’na saldırıya dönüştü. Neden mi? Çünkü AKP yöneticileri Vahdettin’in, damat Ferit’in izinden giderek Cumhuriyet’le, Atatürk’le hesaplaşma peşindedir. TSK, Atatürk’ün ordusudur ve emperyalizme karşı mücadele içinde halkın sevgisini kazanmıştır. Afişlerde zavallı, yalvaran üzerinde TSK üniforması olan askerlerin ellerinde bayrak bulunan kişilerce teslim alınması ilginçtir. Asker, bayrağa karşıymış gibi bir algı oluşturulmak istenmekte. Oysa Türk Bayrağının semalarımızda dalgalanması asker sayesinde olmakta. Bunun için askerlerimiz şehit olmakta. Bayrak ulusal birliğimizin sembolü. Bölücülük karşısında destanlar yaratan asker, ulusal bütünlüğümüzün parçalanmasını önlediği gibi, bayrağı da yere düşürmemekte.
Cumhurbaşkanlığının imzasını taşıyan afişler, bir aymazlığın ürünüdür. Bu afişler, tam da FETÖ’nün amacına yöneliktir. Türk Ordusu’nu dağıtmak isteyen ve Sevr’i diriltmek için uğraşan emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekte aymazlık afişleri. Bu nedenle bu afişler kaldırılmalı hem TSK’dan hem de Türk Milleti’nden özür dilenmeli.
TSK’nın zaafa düşürülmesi yalnızca FETÖ’ye değil, emperyalizmin beslediği tüm terör örgütlerine özellikle de PKK’ya cesaret verir.
Bazı AKP yöneticileri, 15 Temmuz’un bir işgal hareketi olduğunu söylemekteler. Ancak bu işgalci devletin kim olduğunu söylememekteler. Biz söyleyelim: Bu işgalci devletin adı ABD. FETÖ darbesinin arkasında da boylu boyunca Amerika bulunmakta.
Ey AKP yöneticileri! Türkiye, işgal hareketini neyle önleyecek? Bunun da yanıtını biz verelim: Milletiyle bütünleşmiş ordusuyla… O zaman neden ordu ile millet arasına kama sokuyorsunuz? Milletle orduyu birbirinden koparırsanız, ülkemizi nasıl savunacağız? FETÖ, PKK gibi terör örgütlerinin başını nasıl ezeceğiz?
Ey Erdoğan! 15 Temmuz darbesini bastırarak Türkiye’yi büyük bir felaketten kurtaran TSK’yı küçük düşürmeyin! PKK’ya karşı amansız bir savaşın içinde olan ve ikinci İsrail’in kurulmasını önleyen askerin huzurunu bozmayın!
Ey AKP’liler! Atın içinizdeki asker, Cumhuriyet, Atatürk ve Türk Milleti düşmanlığını!
Ey AKP’liler! Ey Erdoğan! Ordusu olmayan millet ve devlet yaşayabilir mi? Askerle uğraşmayın! Milletin birliğini tehlikeye düşürmeyin! Vatanın bütünlüğünü bozmayın! Hele FETÖ, PKK ve ABD’nin ekmeğine yağ sürmeyin! Şunu iyi biliniz ki Türkiye’de terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürenler iktidar olamazlar. Türk Milleti, ilk seçimde sizden bunun hesabını sorar. Oturduğunu koltukları altınızdan çekiverir.
                                                                       Adil Hacıömeroğlu

                                                                       13 Temmuz 2017

AHMET TÜRK

                                               
Güneydoğu’nun en büyük aşiretlerinden birinin lideri…
Siyasete, Demirel liderliğindeki Adalet Partisi’nden ayrılan Demokratik Parti’de başladı. Önce ağabeyi Abdürrahim Türk milletvekiliydi bu partiden. Ağabeyi ölünce Ahmet Türk, 1973 seçimlerinde Ferruh Bozbeyli liderliğindeki DP’den vekil seçildi. Feodalite böyle bir şey… Ağabey ölünce seçilme hakkı da kardeşe geçer.
DP, yok olurken Ahmet Türk sola direksiyon kırdı, yani o dönemin parlayan yıldızı CHP’ye… 1977’de CHP’den Mardin vekili seçildi.
12 Eylül darbesinden sonra SHP’de yerini aldı. Ardından bölücü partilerden seçildi aşiret reisi.
Bölücülük nedeniyle hapislerde yattı. En son Mardin’de belediye başkanıydı HDP’den. Tutuklandı, görevinden el çektirildi. Hapishanede hastalandığını işittik. Devlet Bahçeli, “Yaşlıdır, hastadır, hapiste yatması doğru değil.” anlamında bir şeyler söyledi. Söylemesi Bahçeli’den, affetmesi AKP’den. Bahçeli’nin bir dediği iki edilmedi ve Ahmet Türk salıverildi.
Aşiret reisi, evine gelince yandaşları ziyaretine gittiler. Birazcık zaman geçince iyileşti hasta…
Kılıçdaroğlu “adalet” için yollara düşünce Ahmet Türk’e can geldi. Türkiye, sıcaktan kasıp kavrulurken düştü yollara. Kılıçdaroğlu’nun koluna girdi ve o da yürüdü. Adalet(!) için güya…
Allah’ın işine bakın! Ahmet Türk’ün hastalığı nedeniyle salıverilmesini isteyen Bahçeli… Salıveren AKP… Onunla kol kola yürüyen Kılıçdaroğlu… Bu arada Türk’ün HDP/PKK vekili olduğunu da söyleyelim. Ahmet Türk; HDP, MHP, AKP; CHP’yi birleştirdi tutukevinden adalet yürüyüşüne uzanan yolda.
Düzen iyi kurulmuş. Bu düzenin yazık ettiği de bu kayıkçı kavgasında canı, kanı, emeği, geleceği, zamanı çalınan halk… Bu dört partiye takım tutar gibi oy verilirse düzen de değişmez. Ezilen, horlanan da…
                                                                       Adil Hacıömeroğlu
                                                                       6 Temmuz 2017