PAHALI ARABALAR


                                               
1 Nisan 2018 Pazar… Güneşli, bahar kokan bir gün… Neredeyse bütün İstanbul sokaklarda… Böyle bir günde trafik keşmekeşinin olmaması olanaksız. Güne erken başlıyoruz.
Apaydınlık sabah güneşinin ışıklara boğduğu salonumuzda kahvaltımızı yapıp bir alışveriş merkezinin yolunu tutuyoruz. Atacan (Henüz altı buçuk yaşında ve birinci sınıfa gidiyor.), bugün patenle kaymayı öğrenecek. Biraz heyecanlı. Bu arada şunu da belirteyim ki, patenle kaymayı öğrenmek tamamen Atacan’ın isteği. Yollarda araba yoğunluğu çok değil. Rahatça ulaşıyoruz gideceğimiz yere.
Atacan’dan çok eşim heyecanlı. Arabayı o kullanmakta. İki de bir geç kalacağımızı söylemekte. Oysa zaman çok erken. Bir yandan da Atacan’a fındık ve badem vermemi istiyor. “Oğlum ye! Enerjiye gereksinmen olacak. “diyor.
Çocuğun kurs alacağı alışveriş merkezine ulaşıyoruz. Daha yarım saat var, çalışmanın başlamasına. Çocuklar birer birer geliyorlar anne ve babalarının yanında. Çoğu gözlerini ovuşturmakta. Hemen işe girişiliyor. Patenlerin bulunduğu botlar giyiliyor, Dizlikler, dirseklikler, bileklikler takılıyor. Kasklar ihmal edilmiyor tabi ki… Her anne, baba bir çalıştırıcı sanki. Ben, sessizce bir oturakta oturmaktayım. Çocukları izliyorum.
Az sonra çalıştırıcı genç kız geldi. Çocukları bir araya topladı. Üç beş dakika bir şeyler anlattı onlara. Bir desteğe tutunarak birkaç hareket gösterdi çocuklara. Onlar da yapmaya başladı. Biraz sonra bazı çocuklar tutunmayı bırakıp kaymaya başladı.
Atacan, zaten zor zapt edilmekte. Kendini piste ilk bırakanlardan. Birkaç metre gidiyor, hemen sendeleyip düşüyor. Annesi, bu durumu görünce yerinden kalkıp çocuğunu izlemeye başlıyor adım adım. Tam düşerken annesinin şefkat dolu kollarında buluyor kendini Atacan. Kimi zaman çocuk düşmeden annesi onu yakalıyor önlem olsun diye. Ancak bu durum onu memnun etmiyor. Dönüp dönüp annesine kızıyor. Arada sırada annesine “Bırak!” diyerek uyarıyor annesini. Derken Atacan, düşmemeye başlıyor. Hızlanınca da annesi peşinden gidemiyor. Artık, çocuk güvenle kayıyor. Kaydıkça özgüveni artıyor. Ders süresi bitti, bizim ufaklık hala kaymakta kan ter içinde. İşin keyfini çıkarıyor yeni uçmaya başlayan kuş yavruları gibi.
Çocuğun çok terlediğini anlayınca anne-baba olarak duruma müdahale ettik. Patenlerini, dizliklerini, dirsekliklerini, bilekliklerini, kaskını çıkardık. Annesi, her zaman olduğu gibi yanındaki yedek çamaşırlarla terlemesine çözüm buldu. Bu arada ağzına fındık, badem koymayı da aksatmıyor tabi ki…
Alışveriş merkezinde birazcık dolaştıktan sonra, oradan ayrılıyoruz. Ataşehir’den, Şaşkın Bakkal sahiline inip orada bir şeyler yiyip içme amacımız. Yollar geçilmez kale gibi. Bağdat Caddesine zorlukla giriyoruz. Yol boyunca sürücülerin hatalarını konuşuyoruz aramızda. Lüks ve pahalı araçların sürücü koltuklarına oturmuş yeni yetme gençler, tüm trafik kurallarını hiçe saymaktalar. Sağa dönüş sinyali verip sola dönen mi ararsınız… Sıkışık yolda en sağdan en sola şimşek hızıyla ve tüm araçların küfür kokan korna sesleriyle geçip sonra yeniden en sağ şeritteki yerini alan araçlar mı istersiniz… Acayip homurtulu egzozu yırtılırcasına gürültü çıkaran ve bu yolla varsıllığını tüm halkın gözlerine sokmak için çaba harcayan görgüsüzlüğe mi kızmak istersiniz… Yoksa herkesin yol hakkına tecavüz etmeyi güçlü, yetenekli ve becerikli olmak sana zavallılığa kızmak mı istersiniz…
İşte, Bağdat Caddesinin trafik keşmekeşinde yol alıyoruz, bir yandan da söyleşiyoruz. Artık Atacan’da trafik kurallarını az çok öğrenmiş durumda. Sürücü hatalarını o da yakalıyor. Hata yapana kızıyor. Ortalıkta neden trafik polisinin olmadığına hayıflanmakta. Arabaların çoğunun markalarını da bilmekte. Tam da pahalı, lüks bir araç bizim geçiş hakkımızı engelleyip trafiği altüst ettiği bir anda, Atacan’ın kızgın sesini işittik. “Pahalı araçların sürücüleri neden böyle davranıyorlar? Niye başkalarının hakkına saygı göstermiyorlar?” Evet, günün sözü bu. Biraz susuyorum. Çocuk: “Söylesene Adil, soruma yanıt versene?” diyerek üsteliyor.
Ben: “Bu araçların çoğunun sahibi, para kazanırken de kimsenin hakkına saygı göstermiyorlar.” diye yanıtladım onu. “Ancak pahalı ve lüks araçların sahiplerinin hepsi böyle saygısız davranmıyorlar.” tümcesini de ekledim sözlerime.
Bizim aracımız on sekiz yaşında yerli bir araba. Benim kullandığım telefon ise çok eski model. Bir yerde unutsan dönüp bakan olmaz. Her yıl milyarlarca liraya dışardan alınan telefon, tablet, otomobil, parfüm, meyve… gibi maddelere harcayan bir ülkede tüketim ve dışalım çılgınlığına karşı çıkmalı aklı başında her yurtsever. Bin bir emekle kazandığımız üç beş kuruşu teslim ediyoruz yabancılara. Ondan sonra da iki yakamız bir araya gelmiyor ve sürekli ağlaşıyoruz. Yerli malının değerini bilsek ve tutumlu olmayı başarabilsek neler yaparız, neler…
Özellikle 1980’den sonra toplumda tüketim çılgınlığı ve lüks mal tutkusu başladı. Buna koşut olarak da dışalım eğilimi… Çok tüketim, çok para demek… Çok para da hemen kazanılmıyor. Tüketim çılgınlığına tutulmuş kimileri, kolay yoldan para kazanmanın yolunu buldular. Ellerini devletin hazinesine, halkın cebine soktular. Kaynağı belli olmayan servetler edinildi. Ne yazık ki kaynağı belli olmayan vergisiz servetlere devleti yönetenler de göz yumdular. Kimi zaman da özendirildi bu durum. Kısa sürede varsıllaşan kimi uyanıklar, topluma başarı örneği olarak sunuldu çoğu zaman. Haksızlıkla başlayan iş yaşamı, sosyal yaşamda da kendini yaptığı haksızlıkla belli etmekte.
Atacan, küçücük bir çocuk. Vicdanı, duygudaşlığı gelişmiş birey. Değerler eğitimi bizim önceliğimiz. Önce insan olsun. Başarı ve mutluluk ardından gelir. Ülkemizin iyi yurttaşa o kadar çok gereksinimi var ki…
                                                                                   Adil Hacıömeroğlu
                                                                                   2 Nisan 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder